Ankara İl Emniyet Müdürlüğü’nün yeni binası*
Ankara İl Emniyet Müdürlüğü’nün yeni binası devletin son yıllarda kamu mimarisinde “Selçuklu Tarzı” talebi doğrultusunda pek çok benzeri gibi inşa edilmiş bulunuyor. AKP iktidarı döneminde inşa edilen kamu binaları üzerine bir yazı yazmıştım (“AKP Döneminde Rövanşist Mimari”, Mimarlık, 386). O yazı, bu tarzın talep edilmesinin sosyo-politik nedenlerine odaklanıyordu. Orada, Türkiye’de yükselen muhafazakarlığın dünyada 1980 sonrası yaşanan gelişmeler paralelinde şekillendiğini ve bunun kentsel alan ve mimaride yansımaları olduğunu göstermiştim.
Dünyayı şahsen “melekler ve “şeytanlar” ayrımıyla görmeyen biriyim. Böyle görenler genellikle “melekleri kendisine benzeyen”, şeytanları da “kendisine benzemeyen” olarak tarif eder. Çok kolaycı bir yaklaşım! Ama ne yapalım ki çok yaygın. Türkiye’de modernist ve muhafazakarların çoğunluğu için melekler ve şeytanlar bellidir. Kendi duruşları açısından doğru, iyi ve güzel olanlar da bellidir. Kriter bu olunca “öteki” kolayca dışlanır, acımasızca eleştirilir. Aslında “bu bir insanlık durumu; böyle gelmiş böyle gider” denilebilir. Ancak gruplar birbirlerine zarar vermeye başladığı zaman sorunlar başlar. Bazen bir grubun korumak istediği diğer grubun fazla önemsemediği olabilir. Sorun yok! Ancak bazen yok etmek istediği diğer grubun çok önemsediği bir şey olabilir. Sorun burada başlar! Bu nedenle meleklerle şeytanları aşmak gerek.
Bir görüşe göre, 2000’li yıllarda görünür olan ve etki alanını genişleten muhafazakarlığın “gümbür gümbür” gelişi askeri darbeler yüzünden oldu. Bir başka görüşe göre ise modern devletin laiklik anlayışı bunun nedeniydi. Laiklik, en azından devlet yönetiminde dindışılığı öngörür. Oysa Aydınlanma Çağı öncesi dünyada din her şeydi. Hayatın her veçhesi ile içiçeydi. Din ve evren doğrudan ilişkiliydi. Bugün bazen “evren” Tanrı yerine kullanılır oldu. Eskiden de evren Tanrı’yı yansıtırdı. Böyle bir bakış açısında, siyasetin merkezindeki iktidarın söyleminde, evreni kuşatan dinin öğretileri hakimdi. Türkiye’deki muhafazakar görüş yine dinin evreni kuşattığını görmek istiyor. Bunun örneğini de geçmişte buluyor. Mimaride tarihselcilik bu genel yaklaşımın dışavurumlarından biri.
Aydınlanma Çağı sonrası dünya yeni bir düzen kurmak istedi. Çünkü bilim, dinin bazı öğretilerini sarsmıştı. Bunların yerini, laboratuvar araştırmasıyla ortaya konulan bulgular, ama aynı zamanda yanlışlanabilir teoriler de içeren varsayımlar aldı. Eskinin hiyerarşisi ortadan kalktı (ya da yerini başka hiyerarşiler aldı). Mimarlık alanındaki mühendislik hakimiyeti bilimin etkisini dışa vurur. Tasarımda işlevselci yaklaşım da bunun yan ürünüdür. Bu yaklaşımda artık yapı, malzeme ve işlev diğer her şeyin önüne geçmiştir. Çünkü bunlar ölçülebilir, oysa soru işareti doğuran geleneksel semboller tedirgin eder. Bilimsel düşüncede sembole tahammül edilmez. Çünkü “belirsizdir” ya da en azından çok anlamlıdır; her yana çekilebilir. İktidar veya toplum tarafından belli ideolojiler çerçevesinde iletişim aracı olarak kullanılabilir.
Aslında tarihten çekilip alınmış bir sembolik unsur cazip de olabilir. Césare Pelli’nin Malezya Kuala Lumpur’da inşa ettiği Petronas Towers yerel Budist tapınaklardan esinlenmiş muhteşem kulelerden oluşur. Eğer tarih sorunsallaştırılmamışsa bu tarz referanslar veya sembollerin çağrışımları sorunsuz olabilir. Bir “yerin” geçmişine, mimarisine, toplumuna verilen mesaj tanışıklık, sempati, güven gibi çağrışımlarda bulunabilir. Tabii bunları küreselci düzenin sermaye gruplarının mimari yatırımları aracılığıyla yerel toplulukları kazanmada bir araç olarak kullanma durumu da var. Ancak mimarlık çok çeşitli işlevlere kabuk oluşturur. Bunlar arasında mal ve hizmetlerin satışı yanında barınma ve kültür gibi daha az –ekonomik olarak- araçsal olanlar bulunur. Bunların üzerindeki yerel unsurlar veya semboller farklı değerlendirilebilir. Bir yandan da bunlar da maddi kazanımları ifade eder denilebilir. “Kültür endüstrisi” deyişi bunu adlandırır. Bir “homo economicus” olarak insanın aslında ekonomik etkiden kaçamadığı düşünüldüğünde bu tartışmanın pek anlamı da kalmaz. Bu nedenle, Petronas Towers’ın üzerindeki yerel yoruma bakış açımız önemli. Ben şahsen böylesine anıtsal ve etkileyici bir binada, çoğu zaman geçmişin tozlu raflarında bırakılan medeniyet unsurlarının yeniden yorumlanmasını “yerele hassasiyet oluşturma aracı” olarak görüp önemserim. Bunun nedeni de şu: Aydınların kendi yaşam biçimi, davranış ve eylemleriyle her zaman sorgulanabilir olan kurgusal bir ahlaktan devşirilmiş karamsar ve kötümser bakış açılarının her şeyi olumsuzluk ve nihilizm girdabına attığı bir dünya tarafından sınırlandırılmak istemem. Tarihe ve kültüre referansın her zaman olumlu bir etkisi bulunur. Petronas Towers örneğinde böyle bir gönderme, en azından küresel anonimliğin zincirlerine vurulmuş şehirli kuşakları Budist tapınağı üzerine düşündürür.
Türkiye’deki Selçuklu kamu mimarisi takıntısına gelince! Türkiye’nin çok özel bir durumu var. Türkiye, tek tük bireysel örnekler dışında, gelenekleri ile sağduyulu ve kompleksiz hemhal olan; onları araştırıp kimliğini kurmak amacıyla dönüştüren yaygın bir düşünce atmosferine sahip olamadı. Türkiye Cumhuriyeti’nin “Osmanlıya rağmen” kurulduğu yargısı Cumhuriyet öncesinin siyaseten dışlanmasını getirdi. Cumhuriyet aydınlarının kırsallık güzellemesi Roma’dan beri oluşmuş ve Osmanlı medeniyeti ile zenginleşmiş şehirleri, dolayısıyla kent medeniyetinin tarihini dışladı. Yeni bir toplum ve yeni bir kültür oluşturulmaya çalışıldı. Ben tarihte olanların “öyle olması gerektiği için olduğunu” düşünürüm. Çünkü her şeyin araştırmayla ortaya çıkartılabilecek bir nedeni vardır. Dolayısıyla bu konuda da “olması gereken olmuştur”.
Türkiye’ye özgü sanayisiz, belki “düşünsel”, asıl olarak da bürokratik modernitenin laiklik anlayışının sonuçta toplumda bir karşı devrim hareketi doğurması doğaldı. Bu hareket iktidarı ele geçirdiği zaman da rövanşist davrandı. Orta Çağı restore etmeye çalıştı. Tabii bu mümkün değil. Ancak oluşturulan mitler aracılığıyla siyasi güç devşirmek her zaman mümkün. Selçuklu mimarisi de böyle bir mit. Aslında modernistlerin ısrarcı “Le Corbusier miti”nden de pek farklı değil. Yani modernist bir mite karşı muhafazakar bir mit. Neredeyse bir siyasi söyleme karşı bir başka siyasi söylem! “Le Corbusier versus Selçuklu mimarisi” gibi bir şey! Tabii bunlar bu zamanda yanlış işler! Zaha Hadid, Frank Gehry, Daniel Liebeskind, Santiago Calatrava gibi dijital tasarım ve yeni yapı ve malzeme teknolojilerini birleştiren mimarların dünyasında “kutu mimarisi”ni (veya kübizmi) sürdürmek ne kadar geri kalmışlıksa, yerel geleneğe duyarlılık içinde son teknolojiyi kullanan Wang Shu, Tadao Ando, Kenzo Tange, Turgut Cansever, Alvar Aalto’ların dünyasında da Selçuklu mimarisi adı altında prototip projelere takılıp kalmak bir o kadar geri kalmışlık.
Kamu otoritesi için önemli olan “mimar isimleri” yaratmak olmalıydı. Siyasi otoritelerimiz “Selçuklu mimarisi istiyorum” diye değil, “geleneksel mimarimizi (Selçuklu olabilir!) en iyi şekilde yorumlayan mimarlar istiyorum” deyişiyle yola çıkabilseydi Ankara İl Emniyet Müdürlüğü binası gibi sönük projelerle karşılaşmazdık. Bu binanın yine bu dönemde yapılan İmam Hatip Liseleri veya başka kamu binalarından farkı yok. Aslında bir emniyet müdürlüğü binasının işlevine ve temsil ettiği kurumsal kimliğe uygun bir şekilde hem de yerel mimari gelenekten esinlenen yaratıcı cephe ve iç mekan çözümleri olabilir. Hatta bunlar yarışmalarla elde edilip daha sonra tip proje olarak da uygulanabilir. Böylece mimar sorumluluğunda olan bu projeler gerektiği zaman uyarlanabilir, denetlenebilir ve geliştirilebilir. Yanlış bir iş yapıldı. Yapan ve yaptıranı anonim, ne olduğu belli olmayan bir Selçuklu mimarisi ortaya çıkarıldı. Bunun nedeni, kişilerin öne çıkarılmamasını ve anonim olanı destekleyen devletçi yaklaşımlar olduğu gibi devletin belli başlı bir kültür politikası olmaması olmalı.
Devletin temsiliyet alanı olarak kamu binalarının birbirine benzerliği bir yere kadar hoş görülebilir. Ancak bugün inşa edilen Selçuklu mimarisi modeli denilen binalar Birinci Milli Mimarlık dönemi taş binalarının cam cepheli kopyaları olmanın ötesine geçemedi. Selçuklu mimarisi ile hiç bir ilgisi olmayan bir Selçuklu mimarisi icad edildi. Bu icad yaygınlaştı ve her yerde aynı şekilde inşa edilmeye başlandı. (Selçuklu mimarisinin temel özellikleri için yazdığım son makaleye bakılabilir: “Anadolu Selçuklu Mimarisi I-IV”, İnci Aslanoğlu İçin Bir Mimarlık Tarihi Dizimi, 2019)
Sadece eleştiren ve konuyu da orada bırakan bir yaklaşıma sahip değilim. Şimdi ne yapılabilir sorusunun sorulması gerekiyor! Yanıt: Bu yanlıştan dönülmelidir. Yakın geçmişte cami mimarisi için yapıldığı gibi Türkiye’nin kamu mimarisi için bir mimari proje yarışması açılmalıdır. Bu yarışma yerel mimariyi yeni teknolojilerle birleştiren projeleri özendirmelidir. Ancak bu tür yarışmaların her zaman “mimari tip” üretme riski bulunur. Bir yandan da nitelikli üretilmiş tip projeler günümüzde Selçuklu mimarisi savıyla ortaya çıkan niteliksiz örneklere yeğdir. Bu başka konu tabii! Yapılabilecek tip projeler özgün eserler veren iyi mimarların önünü de tıkamamalıdır. Aynı zamanda, merkezi konumdaki önemli kamu binalarının davetli veya davetsiz ayrı yarışmalarla elde edilmiş iyi projelerin ürünü olması mümkün olmalıdır. Her zaman söylediğimiz gibi “çoğulcu” yaklaşımlar, çeşitlilik ve açık görüşlülük insanları ve toplumları geliştirebilir. Bu yaklaşım tarzı aynı zamanda toplumu daha mutlu kılar.
Bu yazıyı daha uzun tutmanın pek bir anlamı yok. Söylemek istediğimi söyledim düşüncesindeyim. Konu hakkında daha önce yazdıklarıma da bakılabilir (https://metu.academia.edu/AliUzayPeker). Bu tarz yazıları devletin otoritelerinin okuması ve bilgilenmesi önemlidir. Biz hocalar düşünce ve yazı etkinliğimizi bir şeylerin daha iyiye gitmesi hedefiyle yapıyoruz. Ancak Türkiye’de, sağ olsun sol olsun yetki sahibi aktörler dünyayı kendi bakış açısından şekillendirmeye çalışıyor. Bunu yaparken de farklı düşünenler pek umurlarında olmuyor. Sonuçta, cemaatler oluşturan çeşitli toplulukların ve siyasi grupların başka gruplarla ortak girişimleri ve çözümleri bulunmuyor! İşimiz zor! Farklı olana, kendisine benzemeyene, karşıt görüşte olana yer açan; yan yana yaşamı ve demokrasiyi öneren yaklaşımların anlaşılması ve etkileyici olmasını umud ediyoruz. İsteriz ki kamu binalarını yaptıranlar yaratıcı tasarımcıların önünü açsın. Bu binalar bir yandan devlet temsiliyeti niteliği taşısın; yereli, geçmiş, bugün ve geleceği birleştirsin; çoğulcu bir yaklaşımı yansıtsın.
*Kaynak: https://www.aa.com.tr/tr/turkiye/ankara-emniyet-mudurlugu-binasinin-yapimi-tamamlandi/1522403
7 yorum
Avrupa’nın karanlık çağları, bizim akılcı ve aydınlık dönemlerimize denk gelir. Avrupa tarihi gelişimi ile bizimkini kıyaslayıp çıkarımlar yapmak çok tutarlı gelmiyor. Şu anki bahsettiğimiz özenilen Selçuklu Devleti dünyanın ilk üniversitelerini kuran bir devletti. İktidar aydınlık dönemi kucaklamak istiyor ama değindiğiniz gibi yöntemleri akla zarar. Burda aydınlık yaşadığımız çağlarda izlenen yöntemlerle şimdiki yöntemleri kıyasladığımızda da çelişmekteyiz. Osmanlı’da en iyi mimar baş mimardı çağa en iyi eserler verildi.. İyi olanın peşindeydi iktidar. Şu ansa ucuz olan GELENEKÇİLİK adı altında çoğaltılıyor. Üzücü.
Sayın Sm1 Şüphesiz bizim ortaçağımız Batı””nın ortaçağından daha aydınlık. Ancak Aydınlanma Çağı sanayi toplumunun başlangıcı (on sekizinci yüzyıl ve sonrası) için kullanılır. Modern sanayii de doğuran yeni fizik ve kimya kanunları. Bir yandan da sanayi ve bilim içiçe gelişti; yani bilim ve uygulaması. Bizde bilim bir aşamaya geldi ve İstanbul rasathanesi havaya uçuruldu. Neden? Çünkü yeni bilim ve sanayinin toplumsal düzeni sarsacağı öngörüldü. Eğer Avrupa””daki gelişim olmasaydı sıkıntı yoktu; ama öyle olmadı. Sonucunda Batı”da külliyen değişen bir yaşam biçimi ortaya çıktı ki buna modernite diyoruz. Mimaride historisizmi ortaçağın restorasyonuyla ilişkilendirmem geçmiş özleminin parçası olması, ayrıca modernitenin ifade biçimlerine bir tepki aracı olarak kullanılmasından dolayı. İktidarda modernitenin bir sonuç olduğu algısı bulunmuyor. Batı””yı bir monolitik yani bütün olarak görüyorlar. Moderniteyi rasathaneyi havaya uçurur gibi ortadan kaldırmak istiyorlar. Ancak onun içerdiği uygulama yani sanayinin (ki arkasında bilim var) dönüştürücü gücünü görmemezliğe geliyorlar veya ona reaksiyon gösteriyorlar (tabii modernitenin inanılmaz olumsuz veçheleri de var. Bu anlamda İslamcılık güçlü bir Batı karşıtı ideolojiye dönüşüyor). Bir yandan da atezim, agnostisizm ve deizm alıp başını gidiyor. Çünkü tepkiye de tepki var. Sonuç daha az dindar veya istenenden farklı dindar bir topluma evriliyor. Selçuklu mimarisi de böyle. Özü kaçırılmış durumda. Devlet bir temsiliyet arıyor ancak bunun araçlarını siyasi düşünceden bağımsız kurgulayamıyor. B. Taut””un DTCF binası yerel etkilerle dönemin küresel kavram ve teknolojisini birleştirir. Ancak o Taut””un binasıdır (Cansever””in TTK binası da öyle). Kısacası bir mimarın tasarımıdır. Bu noktaya gelmeleri gerekiyor. Ancak tasarımcının da ne yapılmak istendiğini, zamanları ve mekanları iyi anlaması gerekiyor. Bugüne kadar tasarımcılarımız yereli hep tarihselcilik olarak algılayıp dışlamış; üzerine pek düşünmemiş. İktidar ile mimarlar arasında karşılıklı güven tesis edilmesi gerekiyor. Bu konu daha çok su kaldırır.
Kamu binaları tasarımı yarışması daha 2018 yılında Çevre ve Şehircilik bakanlığı ve İlbank bünyesinde yapıldı. jüri heyeti 1.lik ödülü vermedi. o yarışmanın 1 yıl içinde yeni projelendirilen yapılara bir şekilde altlık teşkil ettiğini henüz göremedik. Bu arada hocam cami tasarımı fikir yarışmasına jürisi olduğunuz halde kolokyuma katılmamış olmanız bizleri üzdü. insanların size sorulacak soruları vardı.
Elif Hanım ben ödül verilmemesi diye bir şeyi kabul edemiyorum. Her yarışmada ödüller verilmelidir. Ödül vermeyen jüriler ödülü kendisine mi veriyor? Anlamıyorum! Uygulamaya konmadığına göre bu yarışmalar belki de boşuna yapılıyor. Ne diyebiliriz ki? Cami tasarımı fikir yarışması kollokyumunun öncesinde boynumda fıtık olduğu ortaya çıktı. Ağrıdan duramıyordum. Rapor almıştım. Ben de istedim ama katılamadım. Sorularınızı buradan sorabilirsiniz. Yanıtlarım.
Hocam cami tasarımı fikir yarışmasında 1.lik ödülleri ile ilgili itirazım yok birçok noktada hak ettiklerini düşünüyorum en azından şartnameye uygundular ve güney doğu coğrafyası ile ilişkili idiler. Ancak 2.lik ödülü alan projelerde bariz uyumsuzluklar vardı. bunların bir kısmını jürideki hocalara sergiyi gezerken birebirde sorduk. onlar kendilerine göre cevaplarını verdiler. ancak özellikle 1.kategori 2.lik ödülü alan projenin güneydoğu coğrafyası ve güneydoğu mimarlık tarihi ile alakası olmadığını düşünüyorum kaldı ki jüri raporunda da benzer bir eleştiri getirilmiş fakat maketi beğenilmeyen, tasarımı bölgeyle ve bölgenin tarihiyle uyuşmayan, iç mekanları özgün olmayan bir proje nasıl oluyor da 2. olabiliyor. Ve ödül almayan projeleri yok saysak bile mansiyon alan projelere jüri raporunda bu projeye göre daha az eleştiri getirildiği halde nasıl oluyor da bu proje 2. ödül olabiliyor?
Elif Hanım, ne yazık ki jürinin ortak kararıdır. Proje ve dereceler bazında yorum yapmam doğru olmaz. Ama şahsen cami gibi kökleri olan, sosyal içeriği zengin bir yapı türünde yerel mimarlığın yorumlanmasına önem veririm. Şu da bir gerçek ki yarışmalarda en iyiler derece alır. Dolayısıyla ödül alan bazı projeler zorunluluktan bütün kriterleri karşılayamayabiliyor; çünkü alternatifi olanlar daha az kriteri karşılıyor. Uzun tartışmalar yapılıyor ve karar veriliyor. Bu yarışmada öyle birinciliğe layık proje bulamadık gibi sonuçlara varmak yerine varolan projeler jürinin kriterlerine göre sıralanıp ödül almaya layık olanlar ödüllendirildi. Yani kafamızda ideal proje yoktu. Bu da bana kalırsa doğru olan yöntemdir. Tabii bir yandan da fikir yarışması olduğu için projeler iyileştirilebilir düşüncesi de etken oldu.
Dilerim bu sıkışmışlıktan çıkıp kendimizi tamamlayabiliriz. Gerçeklerimizi gösteren tarafsız yazınız için teşekkürler.