Bir film izledim ve yanlız olmadığımı tekrar anladım, teşekkürler Jacques Tati!
Beni tanıyanlar konu mimarlık ve “dayım” olunca durumun ne denli komik ve önemli olduğunu anlarlar…
1998 yılında mimarlık dünyasına gözlerimi açtığımdan beri mahalle hayatına dört elle sarılır buldum kendimi. İstanbul’un farklı semtlerinde ama mümkünse merkezdeki mahallelerde yaşamak için çabaladım. Çünkü ben hayat doluyum ve evimin duvarlarının dışındaki hayatı duymaya, zaman zaman da izlemeye bayılıyorum…
Kahraman mahallelerin “asil” güvenlikli sitelere karşı savaşı en sevdiğim konuların başında yer alıyor. Bu konuya bir de mimarlık ve Oscar da karışınca tadından yenmez oluyor benim için…
Bu yazıda size bahsedeceğim film 1950’lerin sonundan kalma bir Fransız komedisi. 1958 yılında En İyi Yabancı Film dalında bir Oscar kazanmış. Tati’nin bu şaheseri tam 120 dakikalık bir kahkaha tufanı. Dalga geçmeyin lütfen ama söylemeden geçemeyeceğim ki güldürürken de bol bol düşündürüyor.
Filmi hiçbir zaman öğrenmediğim, aklımın almadığı orijinal dilinde izleyince doğal olarak benim için The Sims kıvamına geldiğini de belirtmeden geçemeyeceğim.
Mon Oncle, kırık dökük bir bahçe duvarının iki yakasının hikayelerini kıyaslayarak bize sunuyor. 2. Dünya Savaşı sonrası modernizmin her alanda hayata girmesinin yankılarının en iyi örneklerinden mimariyi ana tema olarak seçiyor.
Duvarın bir yanında yeni kurulmuş bir yerleşke moderizmin tüm albenisiyle duruyor. Yüksek duvarlar ardında yeni yetme burjuva ailelerin ilk defa kendi hayatlarını yarattıkları bu konutlar enfes güzellikte. Her bir santimetrekaresi özel olarak tasarlanmış bu konutlar bir dekoru andırıyor ki gerçekten Villa Arpel, Henri Schmitt tarafından tasarlanmış mükemmel bir set.
Ev tefrişi, cephesi, malzemeleri ve peyzajıyla bir mimarın rüyası sanki. Peki mimarlar kendi zevkleri için mi yoksa insanların huzur içinde bir yaşam süreceği mekanlar mı tasarlar? Filmi ilginç kılan işte bu soru. Gösteriş meraklısı Apel Ailesi eve uyum sağlamak için her an terliyor.
Ev ailenin hayatında öyle bir kasılma veriyor ki adeta onlar evin sahibi değil de ev onların efendisi. Bunu evin gözlerinin belirdiği sahnede anlamak mümkün!
Filmde sorulan esas soru şu: Bilim ve teknoloji hayatı daha iyi hale getirir mi?
Dayı, diğer adıyla Mösyö Hulot’nun mutfakla mücadesi…
Bu yeşil koltuk keşke görünümünün mükemmeliğinden az da olsa ödün verip rahat olsaymış…
Filmin içerdiği hicivler arasında bir kadın hakları savunucusu olarak ilgimi çeken önemli bir husus mevcut. Evin direği Mösyö Arpel, çocukları Gérard, hatta köpek bile dışarıda dilediğinde sosyalleşebilirken evin hanımı konutu hiçbir zaman terk edemiyor. Tüm hayatını eve (dolayısıyla gösterişe) adamış durumda. Ancak “ahbapları” tarafından kısa ve soğuk ziyaretlerle insan ilişkilerini sürdürebiliyor. Sürekli toz alıp eşyaları düzeltiyor. Bir mimarın hayal bile edemeyeceği nitelikteki bu evsahibesi (genelde tam tersidir, kimse itiraz etmesin) tasarımı korumak için bütün gün oradan oraya koşturup mekanları gerçek işlevleriyle kullanmak için kendini ölesiye zorluyor.
Burada asıl vurgulanmak istenenin yanında bir altmetin de var. 2. Dünya Savaşı’nın ardından bir süre dünyada kadın kadına yaşandı. Kadın evden çıktı, ailesinin karnını doyurdu, her ihtiyaçlarını mertçe karşıladı. Buna karşılık kadınları eve döndürmek için 1960’larda özel politikalar uygulandı. Televizyondaki filmlerden gazete reklamlarına kadar her şey kadına ev hanımlığını özendirici nitelikteydi. Bu film Amerikan banliyö hayatına özenen yeni burjuva ailelerin hayatlarından bir kesit sunmuş oluyor bizlere…
Filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ettiğim için detaylara çok fazla girmek istemiyorum… (“Fışkiyeli” sahnelerden bahsetmek istemiyorum, anlayın işte!) Neyse gelelim duvarın öteki yakası olan kasabaya… Kasaba yıkık dökük klasik Fransız dokusuna sahip sokaklar ve bir meydandan oluşuyor. Yeni oluşturulmuş banliyönün aksine sterillikten çok uzak hatta özensiz. Ancak o kadar doğal ki Kadıköy’ün göbeğinde yaşadığım için kendime bir kez daha teşekkür etmemi sağladı.
Kasabada çok karmaşık bir sistem var. Buna rağmen bu sistem kendi içinde muazzam bir rasyonaliteye sahip!
Kasabada dolaşırken bambaşka bir konuya da dikkat etmeniz gerekiyor. Camlarda ömür geçiren teyzeler aslında bir anlamda göz bekçiliği yapıyor ve kasabadaki suç oranı banliyöye göre düşüyor…
Filmin bir başka unutulmaz yanı ise dayının yeni modern hayata kızkardeşi tarafından ısrarla sürüklenme çabaları. Filmdeki en komik sahneler ise bu temayı konu alıyor, Mösyö Hulot moderniteye uyum sağlıyamıyor. Oysa o komşularıyla kasabanın tam merkezinde çok mutlu ve rahat bir yaşama sahip…
Filmin sinematografisiyle ilgili bir başka cazibe ise duvarın iki yakası arasındaki renkler. Banliyö daha brutal ve içinde yaşayanlar gibi soluk yüzlü iken kasaba sımsıcak renklere bürünmüş. Bu kadar az diyaloğu barındıran bir film için zamanının en iyi ortam yaratma çabası denebilir.
Charly Chaplin’in Modern Times’ından sonra ortaya konulmuş en iyi sinema eserlerinden biri olan Mon Oncle’ı mutlaka izleyin. Hatta izlediyseniz tekrar izleyin yok olan mahalle kültürünün, TOKİ kabusuna karşı verdiğimiz savaşın ve bu yazının hatrına…
İyi seyirler!
Bu filmi bize izleten ve üzerinde düşünmemize yol gösteren Tansel Korkmaz’a teşekkürler…
3 yorum
Selin Biçer merhaba. paylaşımınızı keyifle okudum. Mon Oncle filmini izleyeceğim. Arkitera üyesiyim. Ege Üniversitesi 2011 Sosyoloji mezunuyum. ilgi alanım mimari yapılar. bu film çok yararlı olacak, teşekkür ederim. iyi çalışmalar dilerim. zübeyir balli
çook teşekür ederim 🙂
Selinciğim, yazına çok sevindim, bu film benim favorilerimden biri … herkesin mainstream’e uyması ne kadar komik olduğunu hatırlatıyor. Maalesef sözde isim yapmış ve ödül almış mimarların da ekseriyeti böyle eserler yaratıyor, yalnız buna işaret etmeye cesaret edilemiyor – veya bu durumlara karşı zaten kör duruma getirilmiş oluyor insanlar; bu işler eğitimde başlıyor zaten – öğrenciler acaba hakikaten kendi yolunu / tarzını bulmak için, zaman ve ilgi/destek bulabiliyor mu acaba üniversitelerde?
Sevgiler … Özlem