Demokrasi Parkı’ndan Bölge Parkı’na: Maçka Parkı’nın Değişmeyen Kaderi

İBB'nin Bölge Parkı'na dönüştüreceğini açıkladığı Maçka Parkı, Prost planından sonra hangi katliamlara maruz kaldı?

İstanbul’un başına gelen tuhaflıklar hakkında ilginç gözlemler yapmak, heyecanlı yazılar yazmak doğrusu hiç de zor değil. Dönemin Belediye Başkanı Nurettin Sözen, zavallı 2 numaralı (Maçka) parkımızı, “Demokrasi Parkı”na dönüştürülmek üzere İTÜ’lü hocalara emanet etmişti. Orada yapılanlar karşısında, biraz da YÖK sonrası Academia’ya olan kızgınlığım nedeniyle kalemimden adeta “kan damlıyor”.

Ne var ki bu yazım bugüne dek en çok onay alan, “rating” yapanlardan birisidir. İkiyüze yakın olumlu tepki alıp şaşkına dönmüştüm. Mail, cep telefonu filan olmamasına karşın, mektup ile, telefon ile.

Hatta Belediye bir toplantı düzenleyip tepki gösterenleri bir araya getirmiş, bizlerden alternatif öneriler istemişti. Elbette önerilerimizin bir kelimesini bile dinlemediler. Bu arada, ne yazık ki bu yazıya dayanamayan birçok “İTÜ’lü Hoca” da bana resmen küstü.

Günümüzde giderek ucundan köşesinden kongre, spor, sinema, garaj, konser diyerek durmadan “tırtıklanıp” özel- kamu sektörü arasında paylaşılan bu parkın o günlerini bile arıyoruz ya!

Hala muktedirler (hangi siyasal görüşten olursa olsun) kent mekânı üzerinde oyun oynamayı sürdürüyorlar.

Büyükada Cami Yarışması üzerinden de bu konuya değinmeyi düşünüyorum (az sonra!).

İşte 1992’deki yazım:

Demokrasi Parkı: İstanbul ve Biz Bunlara Müstahak mıyız?*

İstanbul’a nefes veren parklara neler ettik, neler etmekte­yiz? Maçka’daki Demokrasi Parkı’ndayız. Şimdi nefes­lerinizi tutunuz. Yokuş çıkılacağı için değil, görecek­leriniz karşısında ağzınızdan istenme­yen sözcükler dö­külmesin diye. Kı­saca; çağın sahte mitoslarıyla doldu­rulmuş, kişiliksiz, yozlaşmış ütopya Disneylandvari bir “kitsch- arabesk- saldırgan” yapaylık­lar silsilesi… Değil İstanbul’un merke­zine, hiçbir taşra or­tamına, kültür gettosuna, sömür­geye dahi yakıştıra­mayacağımız tür­den işlev ve biçim­ler.

Kent ve mimarlık tarihçilerinin ve bilgidar kentlilerin, İstan­bul’a anlamlı etkileri olduğu konusunda tartışmasız birleş­tiği (zaman zaman kimi yıkımlardan sorumlu tutarak eleştirseler de) tek konu belki de 1934 tarihli Prost planıdır. Plan, bu kent için bugüne dek yapılmış en kapsamlı plan olup epeyce bir bölümü de (hunharca) uygulanarak yaşama geç­miştir.

Dönemin güçlü yönetimi sayesinde kısmen uygulanabilen bu plan sonucunda, günümüze gerçekten anlamlı (evrensel an­lamda kent parçası diye de nitelendirilebilecek) birkaç düzenleme de kalmıştır doğrusu.

Örneğin, İstanbul suriçi arkeolojik bölge kavramı, eski Eminönü ve Tophane dü­zenlemesi, İstiklal Caddesi’nin arkadlı (şimdilerde Belediye “portik” diyor ne demekse?) düzeni, Taksim Meydanı, Elmadağ, Bağ­dat Caddesi, Boğaziçi “Korniş Yolu” (üst yol) ve benzerleri bu planın ürünleridir. Prost Planının bir değerlendirmesini artık yapmak gerektiğini bir yana bırakarak hikayeye girelim.

İşte o dönemlerden kentimize kalan iki açık “kentsel” ve “kamusal” mekandan biri, 1 no’lu park, (“Arkeolojik Park” yani Sultanahmet- Sarayburnu ki umarız daha bin yıllar süregidecek bir dokunulmazlığı vardır; dışında şimdilerde idari yapılar ile işgal edilen Vatan ve Millet Caddesi üçgeni arasındaki yok olmuş “Bir numaralı Park”) diğeri de bu birinciye atıf ile 2 no’lu di­ye adlandırılan Gümüşsuyu- Dolmabahçe- Maçka Parkı’dır.

2 no’lu park, kentimizin tek belirgin referans merkezi Tak­sim Meydanı ve platosunu, bir yandan Gümüşsuyu’ndan Dolmabahçe’ye bağlarken diğer yandan da kentin en gelişmiş, yere en sağlam basan doku­sunu ve sosyal açıdan “kentlileşmiş” bölgelerin (Elmadağ-Maçka) alt sınırlarını belirleye­rek Boğaziçi kıyısına kadar iner. İçinde Spor Sergi Sarayı, Açık Hava Tiyatrosu, Dolmabahçe Stadı (ki önceleri, “ıstabl-ı amire”yi -Hassa Ahırları- barındırırken, Cumhuriyetin ilk yıllarında Dolmabahçe Sarayı ile anlamlı bir alışve­riş, soru- yanıt düzeni içinde bir gençlik ve spor parkı olarak dü­şünülüp sonradan seyirlik fut­bola teslim olmuştur) gibi önemli kentsel referansları barındırır. Tam burada bu “stadyum”un değişen isimleri üzerinden de bir toplumsal tarih okuması yapılabileceğini de düşünelim ve geçelim.

Geçen 60 yıl içinde kentimiz, kentlimiz, plancı ve yöneticile­rimiz 3 no’lu diye adlandırabi­leceğimiz yeni bir kent parkı oluş­turmadılar, ama bu arada kent de nüfusunu 10 kez katladı. Bu konu, işin tartışma dışında bıraktığı­mız bir yönü.

İşin bir de “daha vahim”, “daha dehşet verici” gibi ünlem­lerle anılabilecek, ancak serinkanlı ve derinlemesine irdelenince çok açıklayıcı olabilecek di­ğer yönü var.

Bu parklara ve günümüzde artık adı bile hatırlanmayan bu 2 no’lu parka neler ettik, neler etmekteyiz?

Doğrusu eğer bugünlerde, 100 milyar harcanarak bu parktan geri kalan 21 hektar yeşil alanın “Demokrasi Parkı” adıyla “dinlenme ve bedensel-düşünsel eğitim” amaçlı olarak yeniden düzenlendiğini duyup, projelerine bir göz atıp, yerinde olan biteni gözlemlemek fırsatı oluşturabilirseniz gerçekten müthiş bir “düşünsel eğitim” de­neyimi yaşayacağınızı belirtme­liyim.

Ama önce konuyu kapsamlı bir çerçeveye oturtabilmek için, artık bir “periferi metropolü” olabilme çabalarındaki İstan­bul’da sürdürülen taşralaştırma operasyonlarını da hissederek daha keskin bir gözleme hazır­lanmak üzere geziye Taksim Meydanı’ndan başla­yalım diyorum.

Meydana, büyük bir sosyal temizlik operasyonuyla yeni açılan ihtişamlı Tarlabaşı Bulvarı’ndan girerek bu metropo­lün merkezinde kaderine terk edilmiş anıtsı Taksim-Maksem yapısı ar­kasında, istimlak artığı otopar­ka aracımızı park edelim.

Sonra bu alanı taçlandıran ve en yitik kasa­banıza bile mubah görmeyece­ğiniz teneke minareli caminin etrafını tavaf eyleyelim. Yetmiş yıldır Cumhuriyetimizin simgesi olmuş Taksim anıtının etrafını bir kafes gibi çevreleyen nostal­jik tramvay tellerinin altından ve konimsi (elbette kuru) mer­mer fıskiye kümbetlerinin arasından meydana (veya meydan denen tarlaya) ulaşalım. Tüm kentsel meydanlarımız gibi trafik, otobüsler ve bilumum gereksiz kulübe tarafından işgal edilmiş bu metropol merkezini aydınlatan trafik ışıkları, reklam pilonları ile turuncu “kentsimgesel” otobüslerimiz arasından sıyrılalım. The Marmara’nın gölgesinden çıkıp berhava olmuş Taksim Parkına ulaşalım. Burada parkeden arabaların egzozlarının ve hamburgerci bacalarından tüten dumanın arasından kendimize bir yol bulup Kadim İki Numaralı parkımıza yönelelim.

İşte, ana konumuz olan parkın içindeyiz artık. Rahmetli Prost Planı’na göre bu parktan Boğazı algılayacak ve kent merkezinden deniz kıyısına doğru açılabilecekmişiz.

Heyhat! Parkın henüz kapısında, bizleri belki de ülke­mizin en yüksek, en iri en saf beton blok’unu oluşturan Sheraton Towers beklemektedir. Altın­dan sessizce ve saygıyla geçmeliyiz bir an önce. Eh, ne de olsa, bir zaman­lar Mimarlar Odası ve Hocalar Komisyonu “Çevresel Etki De­ğerlendirmesi” veya denetimi yapmıyordu. Ne var ki 2 Numaralı Parkımıza ilk hançeri saplayan bu proje­ye imzasını atanlar da, bu tür denetleme komisyonlarında çevresever aslanlar kesilen ünlü ve unvanlı mimarlık hocalarımızdır.

Dolayısıyla onlara bir sözü­müz olamaz.

Artık buradan va­diye sarkıp biraz nefeslenelim.

Şimdi sağımıza doğru binbir “yapmayın” feryadına karşın vinçleri hala harıl harıl çalışan Gökkafes Kulesi’nin inşaatı, kar­şımızda, az solda parkın tam ortasında kentsel (ve belki ulu­sal) yazgımızın bir kilometre taşı olarak Hilton. “Siluette” Dolmabahçe Sarayı’nın tam tepe­sinde konuşlandırılmış parkı­mızı ve Boğazımızı katlettiği söylenen Japon yatırımı “Birleşik Mimar” gücümüzü simgeleyen camdan kalemiz Swiss Hotel. Bi­raz aşağıda ise gençlerimizin spor yapması için düşünülüp çağ dönüşümüyle bir futbol ta­pınağına dönüştürülen stadyu­mun yüksele yüksele göğe ulaş­mış anıtsal duvarları. Altında ise uluslararası konjonktürün bir başka göstergesi olarak Ro­men – Bulgar – Iran TIR’larının doldurduğu otopark.

Park denen yerin haline bakın.

Ama daha bitmedi.

Yürüyüşe devam ile 2 no’lu parkın bu katliamdan arta ka­lan son parçasına, Maçka’ya doğru uzanan yamacına ulaşı­yoruz. Şimdi nefeslerinizi tutu­nuz. Yokuş çıkılacağı için değil, görecekleriniz karşısında ağzı­nızdan istenmeyen sözcükler dökülmesin diye. Burası “bedensel- düşünsel eğitim amaçlı” De­mokrasi Parkı’nın şantiyesidir ki, bu parkın projeleri, ülke­mizin en saygın mimarlık okullarından birinin önde gelen (önde giden mi demeli?) ho­caları tarafından hazırlan­mıştır.

Projeleri ve uygulamaları, konsept ve tasarım düzeyi ile bi­çimsel mesajları, doğaya ettik­leri, bu en değerli kent parkının son kalmış kesimine getirdikleri şiddetli yaklaşımları ile gerçek­ten de kimilerinin perspektifinden kentsel demokrasinin sınırsız algılanışını vurgulamak açısın­dan ibret vericidir.

Zavallı kentimizin bu en değerli merkez parkı ki; dünyada benzerleri arasında New York Central Park, Paris Jardin de Luxembourg, Londra Regents Park, Roma Villa Borghese bahçeleri ile karşılaştırılabilir ve en azından onlara gösterilen özen ve titizliğe layık­tır; işte bu parkımız çağımızda insanı şaşkına çevirecek işlevler, biçimler, yapılar ile hızla donatılmaktadır.

Bunlardan bazılarını bura­da ilginize sunmak istiyorum. Umberto Eco’nun bir deyişiyle “Beşere özgü lisanın yoksul sözcükleri onları tarif etmekte yetersiz” kalsa da…

Parlak kırmızı yarım küre şapkalı ve maviş doğramalı be­yaz silindir gövdeli dev bir man­tar, bebek patiği veya fiyonklu kurdeleli bebek suratlı çiçeklik­ler, şemsiye şapkalı fıskiyeli ve bolca kaskadlı su ve ışık göste­rili havuzlar, elbette sahte ve sahte olmakla birlikte türlü çe­şitli arkaik, antik kolonad, neoklasik kemerli bir imitasyon su kemeri (?), bir miktar beto­narmeden mamul peri bacaları, İspanyol merdivenleri, İtalyan meydancıkları, kaç ağaca mal oldu­ğu bilinmez bir kat otoparkı, oyuncak tren, teleferik, kâh dairesel kâh üçgen kâh kareli pencereli postmodern (?) yapılar; dairesel, karesel, üçgensel, ışınsal havuzlar; örümcek ağı dokulu parmaklıklar…

İşte, 2 no’lu parktan geriye bırakılan parçaya, çağımız, kentimiz, yönetici, danışman, öğretim üyesi ve tasarımcılarımız bunları uygun görüyor.

Kısaca; çağın sahte mitoslarıyla doldurulmuş, kişiliksiz, yozlaşmış, ütopik Disneylandvari bir “kitsch-arabesk-saldırgan” yapaylıklar, kepazelikler silsilesi. Değil İstanbul’un merkezine, hiçbir taşra ortamına, kültür gettosuna, sömürgeye dahi yakıştı­ramayacağımız türden işlev ve biçimler.

Ne diyelim?

Ey Tanrım! İstanbul ve biz bunlara müstahak mıyız?

* Bu yazı 9 Kasım 1992 tarihinde Cumhuriyet Gazetesi’nde yayınlanmıştır.

Etiketler

Bir yanıt yazın