“Deneyim Şehri” Venedik

İzmir Serbest Mimarlar Derneği tarafından bu yıl 2.si düzenlenen “2018 Merhaba Öğrenci Bitirme Projesi Ödülleri”nde, “Zumbara” isimli projem ile 3 Eşdeğer Ödül’den birine layık görüldüm. Bu senenin ödülü ise parayla satın alınamayacak bir deneyim sunan 16.Venedik Mimarlık Bienali gezisi idi. Böylesi heyecan verici bir ödüle ek olarak, Prof. Dr. Deniz Güner hocamızın bize yol arkadaşlığı edeceği bilgisini almak ise adeta 2. bir ödül oldu bizlere.

16 Ağustos sabahı havaalanında uçağımızı beklerken Deniz hocamızın rotalarımızdan, Venedik’in coğrafi özelliklerinden ve geçmişinden kısaca bahsetmesiyle kültürel ve tarihi yolculuğa adım atmış olduk. Mimarlık ofisi One Works ve SAVE Engineering tarafından tasarlanan alışılmışın dışında kendi iskelesi olan (Alilaguna Feribot ve Su Taksileri Terminali) Marco Polo Havaalanı’na inişimizle birlikte, “yaşantının”  farklılaşmasıyla değişen mimariyi keşif sürecimiz de başlamış oldu.

Sular üzerine kurulu kanallar diyarında, bir turist olarak değişen yaşantıyı deneyimledim.  4 gün boyunca etrafta bireysel taşıt olarak araba yerine “gondol”ları görüp, toplu taşıt olarak da otobüs yerine “vaporetto”yu kullanarak günlük ulaşım alışkanlıklarımı değiştirirken, Türkiye’deki kahvaltı alışkanlığımı değiştirip bir Americano kahve ve kruvasan ile sabaha başlayıp, saat 5’i gösterdiğinde “Aperitivo” zamanı geldiğini anlayıp hayata kısa bir es vererek, Aperol Spritz’in keyfini çıkarma alışkanlığına ortak oldum. Pizza, deniz mahsullü spagetti, panna cotta’lı dondurma, tramisu, lazanya, mürekkep balıklı spagetti gibi farklı kültürel lezzetleri yerinde tattım.

Romantizmin başkentinde;  vaporetto büyük kanal üzerinde ilerlerken bir romantik bir izleyici oldum.  Bir zamanlar Vivaldi’nin meşhur 4 mevsim konçertosuna ilham veren şehri Fondaco Del Megio, San Simeone Piccolo Kilisesi, Doğa Tarihi Müzesi, San Stae Kilisesi, Santa Maria Della Salute Bazalikası gibi farklı dönem yapılarının önünden hızlıca geçerken zamana meydan okuyan bir yavaşlıkta izledim; San Giorgio Maggiore Çan Kulesi ise lagüne kuş bakışı bakabilmemi, adaları bütüncül olarak algılayıp, şehri total olarak hissetmemi sağladı.

Bu yaşayan “müze”adalarda, sokaklar arasında dolaşırken bir “flanöz” olarak kenti gözlemlemeye çalıştım. Yaya odaklı tasarlanmış, her seferinde farklı sokaklardan, farklı köprülerden geçtiğimiz, insana bir “labirent” içinde olduğu hissini uyandıran bu sıkışık şehirde, dapdar sokaklar arasında yürürken birden nefes aldıran meydanlara çıkışımız çok heyecan vericiydi.

Şehrin en büyük meydanı olan San Marco Meydanı ise, “meydan” kelimesinin tam karşılığını sundu: anlamı yaya hareketiyle, boyutu ve ölçeği etrafındaki binalarla tariflenmiş boşluk. Günün farklı saatlerinde deneyimleme şansımızın olduğu bu “karşılaşma alanında” gündüzleri alışveriş yapan, fotoğraf çeken/çekilen, bazen de geçip gidilen, sadece “seyirci” insan kalabalığıyla “hareketin kalbi” iken geceleri kafelerdeki klasik müzikle mest olan insanların “izleyici” olduğu bir toplanma noktasıydı burası.

Bellini, Tiziano, Tintoretto, Caravaggio’nun yaşadığı topraklara, bir sanatçı gözüyle bakıp Herkül Heykelini, Bartelomeo Heykelini, Scarpa’nın Kadın Direnişçi Anıtını, Guggenheim Müzesi içindeki Picasso, Max Ernst gibi ünlü ressamlarım resim ve heykellerini inceleyip anlamaya çalıştım.

“Hareketli tarihine şahitlik eden” bu şehirde, mimarlık tarihi dersine meraklı bir öğrenci kesilip Gotik tarzdaki Dükler Sarayı’nın renklerin zıt kullanımına hayran kalıp bitişiğindeki Venedik Hapishanesi ile arasındaki İç Çekme Köprüsü’ndeki mahkûmların zamanına gittim.  Spiral merdiveniyle dikkat çeken ve Venedik Rönesansı üslubundaki pencereleri ile o zamanın zenginliğini sergileyen gösterişli “Palazzo”lar arasından, ticaret amacıyla da kullanılan en eski köprülerinden Rialto Köprüsü’nden geçip, tarihte yolculuk yaparak eski zaman dilimi içindeki mimariyi daha iyi anlamlandırabildim. Her biri farklı bir mimari tarzda iki cepheye sahip Santa Maria Formasa Kilisesi beni 15.yy’dan alıp Palladio’nun 16.yy’da Rönesans zamanlarında yaptığı San Giorgio Maggiore Kilisesi’ne getirdi.

Koruma olgusunun  en güzel örneklerini sunan bu şehri, restoratör adayı bir öğrenci olarak incelemeye çalıştım. Scarpa’nın Olivetti Mağazası ile Querini Stampalia Vakfı Kütüphane ve Müzesini, OMA’nın yenileyerek alışveriş merkezi haline getirdiği Fondaco Dei Tedeschi’yi, Roberto Sordina’nın Cizvit manastırından dönüştürdüğü IUAV Üniversitesi yurt ve misafirhane binasını , Carlo Scarpa’nın IUAV Mimarlık Fakültesi giriş kapısı tasarımındaki incelikleri ve binadaki detayları keşfetmeye çalıştım. Bu yapılar çağdaş koruma yaklaşımları üzerine kafa yormamı sağlarken, Santa Croce Bölgesi’ndeki Angelo Scattolin’in tasarımı Palazzo Rio Novo (1957) ve C+S Architects’in LCV-Hukuk Mahkemesi Ofisleri Binası (2012) bana “tarihi doku içerisinde yeni yapı nasıl olur?” sorusuna cevap olacak örnekler oldu.

Deniz üzerinde yapı yapma sanatının ustalıklarını sergileyen kenti, sosyal, işlevsel ve biçimsel açıdan analiz etmeye çalışıp, bağlam üzerine kafa yoran, malzemeyi ve strüktürü düşünen bir mimar olarak inceledim yapıları. Yapıların suyla etkileşimi, tarihi bir lokantanın ahşap makas çatısı, MAP Studio’nun Piazzale Roma meydanında tasarladıkları tek ayakla taşınan tramvay durağı strüktürü (2015), Santiago Calatrava’nın Büyük Kanalı geçen Costituzione Köprüsü’nün (2008) formu ve uzun açıklığı geçme biçimi, malzeme seçimi ve strüktürel zorluklar üzerine düşünmemi sağladı.

Yeni mezun bir mimar olarak Venedik Mimarlık Bienal’ini gezmek ise elbette Venedik gezimizin en önemli parçasıydı. Kimi ülke pavyonlarının yaratıcı çözümler üzerine kurulu olduğunu, kimisinin tarihi, kimisinin politik bir durumla ilişkilendirdiği, kimisinin sosyal gerilimlere atıfta bunduğu, kimisinin alt metninde farkındalık oluşturmayı amaçladığı, kimisinin kavramsal bir olgu olarak yaklaştığını, kimisinin hareket kimisinin ölçek kimisinin bir mekân, kimisinin strüktür olarak ele aldığını görmek, aynı konu üzerine çok farklı yaklaşım ve sunum biçimlerini keşfetmek, bienalde en keyif aldığım noktaydı sanırım.

San Giorgio Maggiore adasındaki Vatikan Pavyonu için ünlü 10 mimar tarafından tasarlanan 11 farklı şapel tasarımı beni en etkileyen sergiydi. Arsenal’deki ana bienal binasındaki çeşitli enstalasyonların katılımcıyı içine dahil eden ve onunla anlam kazanması ya da şekillenmesi ise beni hem eğlendirdi hem de “sergi alanı nasıl olur” üzerine kafa yormamı sağladı. Giardini’deki pavyon binalarının her biri, içindeki ürünler kadar ilgi çekiciydi.  Farklı çizim, sunum ve maket teknikleri bir fikrin ifade edilişinde sınırının olmadığını gösterdi. Pavyonların hepsi çok şey kattı bana fakat ben kendi Altın Aslan Ödülü’mü “Serbest Mekân” temasını Berlin Duvarı üzerinden yorumlayışı, girer girmez karşılaşılan net yalın manzara, perspektifin ustaca kullanımı, geçirgenlik ve sonsuzluk hissi ile Almanya Pavyonu’na verdim.

Duyuları harekete geçiren bir karşılaşma, buluşma ve deneyimleme yeri, bir yaratım, empati, keşif ve özgürlük mekanı, bir paylaşım ve soyut /somut üretim platformu olarak Venedik Mimarlık Bienali’nin mimarlığın uluslararasılığını görebilme, anlayabilme ve altını doldurabilme, kendi yerimizi arama, farkındalık oluşturma, ilişkiler kurma ve üzerine düşünme adına kesinlikle bana birçok artısı oldu. Düzenli olarak takip etmem gerektiğini de böylece anlamış oldum.

Mimarlığın “render”cılıkla eşdeğer tutulduğu, bağlamsız ve birbirinin aynısı kutu binaların giderek attığı, kullanıcının önemsenmediği izlenimine kapılan bir yeni mezun olarak Venedik Mimarlık Bienali’nin ürünleri ve bakış açısı meslek aşkımı yeniden canlandırdı ve bana umut oldu diyebilirim.

Venedik, her meydanın ortasında mutlaka bir çeşmenin veya heykelin, her köşe başında binayı belirten bir izin, her duvarda bulunan yol tarifleyici tabelalarıyla aslında her yeri  “aynı” ama dikkatli bir flanözün gözünden kaçmayacak ayrıntılarla da her yeri “ayrı” bir şehir. Ayrıca her kanal manzarası üzerinde farklılaşan strüktür, doku, renk, malzeme ve korkuluklarıyla kendini bir obje gibi sergileyen köprüleriyle, şehrin çok yükselmeyen gabarisinde kendini belli eden yüksek çan kuleleriyle çok fotojenik ve özgün bir şehir.  Algımı açmamı ve duyularımın hepsini aktif bir şekilde kullanmamı sağlayan eşsiz bir şehir. “Dünün, bugünün ve yarının mimarlığı” arasında köprüler kuran şehir.

Mimarlık bugün anladığımız anlamda artık sadece “yapı yapma sanatı” değil ne yazık ki. Alışkanlıklar, yaşantı, kültür, temelinde “insan” olan, kullanıcı esaslı mimarlık “yerine özgü” kavramıyla değer kazanıyor.  Planlarıyla, yeşil alanlarıyla, kamusal-özel yapılarıyla ve boşluklarıyla “şehirler” enformel eğitimin ta kendisi aslında.

Biz mimarlık öğrencilerinin, yeni mezunların ve mimarların, şehirleri daha iyi anlayan, düşünen, tasarlayan ve üreten mimarlar olmamız için daha fazla duyularımızı kullanmaya, yani gezmeye, görmeye, hissetmeye ihtiyacımız var. Şehirleri gözlemlemeye, keşfetmeye gereksinimimiz var ki böylelikle ufkumuz açılsın, perspektifimiz genişlesin. Farklı bağlamların yarattığı farklı mimarileri fark ederek yeni farklılıklar ortaya koyabilelim, yaratıcılığımızın sınırlarını aşabilelim.

Bu bakımdan,  Samet firmasının sporluğundaki İzmir SMD’nin bu yılki, Venedik Mimarlık Bienali Excursion Ödülü çok anlamlıydı. Meslek yaşamımıza attığımız ilk adımda farklı bir kültürü tanımamıza fırsat verdikleri, dünya mimarlığında neler oluyor görmek, kendi yerimizi sorgulamak ve buna göre yolumuzu şekillendirmek adına bize unutulamayacak bir anı bıraktıkları için İzmirSMD’ye, anlatılarıyla yapıları dillendiren ve samimiyetiyle gezimizi keyifli kılan Deniz, Dürrin ve Metin hocalarıma, bu keşif sürecinde beni yalnız bırakmayan Mustafa ve İrem arkadaşlarıma çok teşekkür ederim.

Etiketler

Bir yanıt yazın