Şerif Süveydan bu yazısında, 6 Şubat 2024 tarihinde gerçekleşen depremin 15. ayında gelinen duruma dair izlenimlerini konu ediyor.
8 Mayıs’ta Antakya’da basına demeç veren Bakan Mehmet Özhaseki Hatay’da yürütülen çalışmanın kapsamını şu şekilde tarif ediyordu: “AFAD’ın bize bildirdiği hak sahipliği sayısı yaklaşık 155 bin civarında. 140 bin kadar konut, bir 15 bin kadar da iş yerini burada yapmak zorundayız ve vatandaşlarımıza, hak sahiplerine bunları vermek durumundayız. (…) Biz burada neredeyse 142 bin civarında inşaatın, bağımsız birimin ihalesini yaptık veyahut da ihale süreci devam ediyor. ”¹
Aynı gezide ihale süreci tamamlandığı söylenen yaklaşık 140 bin konutun bir kısmının tanıtımı da yapıldı. Valiliğin 23 Mart 2023’de resmi sitesinde yayınladığı yukarıdaki haritada yamalı bohça şeklinde görülen proje alanları içinde merkezde yer alan yarım daire şeklindeki ilk etap Türkiye Tasarım Vakfı’nın (TTV) öncülüğünde bir grup mimarla birlikte projelendirilmişti. Yaklaşık 7 bin bağımsız birimi içeren ve Pilot Proje Alanı olarak adlandırılan bölgedeki mimari tasarımlar 30 Nisan’da TTV’nin organize ettiği bir etkinlikte İstanbul’dan özel uçakla getirilen kalabalık bir gruba sunuldu. 8 Mayıs’ta Bakan’ın müjdelediği yeni binalar ise merkezdeki çekirdeğin hemen dışındaki geniş halkayı kapsıyordu. TOKİ ve Emlak Konut tarafından organize edilen başka bir mimarlar grubu (Sabri Paşayiğit Mimarlık ve İlke Mimarlık) on binlerce konuttan oluşan ikinci bölge için kısa tanıtım filmleri hazırlamıştı.² İlki kadar şaşaalı olmadığı için basında da çok az yer tutan bu ikinci lansman standart TOKİ bloklarını hatırlatması nedeniyle mimarlık çevrelerinde ufak bir infiale neden oldu. Meslek çevreleri dışında yankısı az olan bu tartışmada ikinci lansmandaki projelerin mimari ve kentsel tasarım kalitesi sorgulanıyordu. Yeni projeler TOKİ-land olarak isimlendirilmişti.
9 Mayıs’ta Mimarlar Odası İstanbul Büyükkent Şubesi 30 Nisan tarihindeki TTV’nin tanıtımına karşı zayıf bir muhalefet içeren bir basın bildirisini kamuoyu ile paylaştı. 8 Mayıs’ta kamuoyuna sunulan projeler değerlendirmeye dahil edilmemişti. Meslek Odası’nın anonim bildirisinde yazar(lar) planlamanın yasal ve meşru prosedürlere ilişkin yorumlarını yaptıktan sonra bizzat kendi üyelerinin mimari tasarımlarını değerlendiriyor, projelere “kritik” veriyordu.³ 13 Mayıs’ta bu sefer Mimarlar Odası Merkez Yönetim Kurulu merkezin dışındaki halkada ilan edilen inşaat ihalelerini de sert bir şekilde eleştiren “Hatay’da Bilimsel Şehircilik ve Planlama İlkelerine Aykırı İhaleler İptal Edilmelidir!” başlıklı bir bildiri yayınladı.⁴ Bakan Özhaseki ise basına verdiği demeçlerinde olası eleştirileri önceden savuşturmak için “ideolojik takıntılı olanlar hariç herkesin kendilerine duacı olduğunu” tekrar ediyordu.
6-20 Şubat depremlerinin ardından Hatay’ın master plan çalışmaları TTV ve Kentsel Yenileme Merkezi’nin (KEYM) koordinasyonunda Bünyamin Derman tarafından yürütülmüştü.⁵ Fakat bu çalışma yasal statüsü olan bir plan değildi. Depremlerden sonra ortaya çıkan karmaşa içinde gönüllülükle yürütüldüğü söylenen bu süreç iki Bakanlık’la yapılan fakat içeriği belirsiz bir protokole göre hazırlanmıştı. Yine de siyasiler ve bürokratların açık ve kapalı toplantılarda defalarca sunulan bu master plana yaklaşımı belirsizdi. Bu çalışma resmi planlara dönüşecek miydi? Peki belediyeler bu çalışmaya nasıl yaklaşıyordu? Bizzat orada yaşayan halk, kiracılar, mülk sahipleri plan sürecine nasıl bakıyordu? Muhtarlar ve temsil kabiliyeti kuşkulu sivil toplum temsilcileri haricinde planın sunduğu perspektif geniş kamuoyunda nasıl yankılanmıştı?
İçinde bulunduğumuz hal ve gidişata bakılırsa bu gibi sorulara cevap vermek pek kolay değil. Hangi meseleyi neresinden tutacağımızı kestirmenin bile güç olduğu tuhaf bir hengamenin içindeyiz. Öyle ki siyaset, planlama, kamu yararı, gönüllülük, katılım, mimar, mühendis, mülk sahibi, özetle akla gelen bütün kavramlar ve aktörler duygusal tonu yüklü bir curcuna içinde dönüp duruyor. Afet sonrası iyileşme çalışmaları geçmişte de pek çok tartışmaya sahne olmuştur mutlaka ama kavramların ve aktörlerin bu kadar birbirine karıştığı bir dönem belki de hiç yaşanmamıştır. Bu nedenle manzarayı berraklaştırmak için soru cevap formunda adım adım ilerlemek doğru olacak.
TTV, KEYM ile Bünyamin Derman ekibi tarafından hazırlanan master plan çalışması Hatay’ın bütününe yönelik özet öneriler sunan, fakat esas odağına Antakya’yı alan ve mekânsal kararların ağır bastığı “vizyon belgesi” olarak görülebilir. Fakat şehrin afet sonrasında yeniden ayağa kaldırılması ve iyileşmesi için etaplı ve katmanlı bir perspektif sunmaktan uzaktı. Daha çok yapı ölçeğindeki kararları odağına alan ve somut projeler öncesinde kavramsal bağlamı oluşturmayı amaçlayan bir okuma altlığı veya analiz çalışması olarak değerlendirilebilir. Oysa master plan’ın yapı nizamı dışında iktisadi ve sosyal stratejiler içermesi, idari kurumlar, sivil organizasyonlar ve şehirlilerin iş birliğini sağlayan bir meşruiyeti olması gerekir. Böyle bir süreç ancak farklı kesimlerin karar aşamalarına erişimine imkan tanıyan bir kurum tarafından yürütülebilir. Bu nedenle taslak halindeki bu çalışmanın belediye veya merkezi idare tarafından tesis edilecek bir planlama ofisi tarafından devralınması ve kapsamlı bir iyileşme programına dönüştürülmesi belki de en sağlıklı çözüm olacaktı. Ana kararları 2023 yaz aylarına kadar netleşen bu taslağın planlama çalışmasına dönüşmeden yapı adaları ölçeğinde mimari projelere düz ayak geçiş yapması kaçınılması gereken bir riskti. Bakanlığın Rezerv Alan kararı bu geçişin önündeki engelleri kaldırmayı amaçlayan yasal görünümlü bir düzenleme oldu.
Çünkü master plan kararları mimari proje altlığı işlevi göremez. Yapılı çevreye ilişkin kararlar içerdiğinde bile şehirdeki farklı grupların imkanlarını ve sınırlarını belirleyen bir nizam öngörür. Master plan mimari proje altlığı değildir. Regülasyon getirdiğinde bile içinde hareket imkanı sağlayan sınırları tanımlayan bir belgedir. Dolayısıyla şehirlilerin geniş bir kesiminin rızasını alması gerekir. Master plan kararlarını alan kurumun dışındaki bağımsız girişimcilerin şehir toprağı üzerindeki hareket sınırlarını ve esnekliklerini belirlemek öncelikli amaçtır. Türkiye’de şehirlerin resmi plan yapma süreçlerinde master plan adı verilen bir aşama olmadığı şehir plancıları tarafından vurgulanıyor, ancak bu spesifik koşullarda öncelikli konumuz bu değil. Antakya’nın yeniden ayağa kaldırılması için olağanüstü koşullarda yönetmeliklerde yer almayan master plan ve benzeri dokümanlarının hazırlanması gerekiyordu belki de. Ancak bu sürecin de özerk bir kamu kurumu tarafından idare edilmesi meşruiyet için gerekli koşuldur.
TTV’nin sunuşunda, siyasi ve bürokratların beyanlarında belirtildiği kadarıyla bu alandaki mülk sahipleri doğrudan hak sahibi olacak. Tanımlanan alan içinde 5.000 civarında konut ve 2.000 civarında işyeri var. Kentsel donatı yapıları bu listenin dışında. Projelerin 1 anahtara karşı 1 anahtar olacak şekilde hazırlandığı belirtiliyor. Örnek vermek gerekirse deprem öncesinde 1 adet konuta karşılık 1 adet konut verilecek, ancak bu konutun yeri ve büyüklüğü değişebilir.
Bildiğim kadarıyla mülk sahiplerinin ezici kısmının bu süreçlerden haberi bile yok. Mesleği veya ilgisi nedeniyle konuyu yakından takip edenler uzaktan izliyor, sunuşları dinleyebiliyor. Kiracılar gündeme bile alınmadı, mülk sahipleri de herhangi bir kararda meşru muhatap olarak alınmadılar.
Küçük bir kasaba büyüklüğündeki bu nüfusun yapısı ve şimdi kimin nerede yaşadığı hakkında herhangi bir araştırma yapıldı mı? Konuyu yakından takip eden biri olarak en azından ben bilmiyorum. Kimse onların somut taleplerini bilmiyor. Bu grupların herhangi bir organizasyonları yok. Kooperatif veya dernek şeklinde bile organize olmuş değiller. Kentsel dönüşüm uygulaması yapılan kaçak konutların olduğu bölgelerde mahalle dernekleri bu tür süreçlerin tarafı olurlar, ancak Antakya’da mülk sahiplerinin bu tür bir organizasyon içinde sürece dahil olması için gereken çağrı ve duyurular yapılmadı.
Çünkü benim tanıdıklarımın çoğu yorgun. Depremden sonra yaşanan karmaşa ve belirsizlik onları yorgun ve çaresiz bırakmış durumda. Ses çıkarsalar duyulacağından, ciddiye alınacağından umutları yok. Bir kısmı o felaket günlerine takılıp kalmayı istemediği için, bir kısmı başka bir ortamda şiddetli bir hayat mücadelesi sürdürdüğü için, bir kısmı devletimizin şefkatli ellerine kendilerini teslim etmenin en emin yol olduğunu düşündüğü için kendini gidişata bırakmış durumda. Maddi yoksunluk yaşayanları da olabilir, bunun da kapsamlı bir araştırmayla ortaya konması gerekir. Nedeni ne olursa olsun bu akıntıya kapılma ve sürüklenme halinin derinlikli bir kenti ortaya çıkaracak şehirlinin ortak iradesini yaratmaktan uzak olduğu söylenmeli. Normal koşullarda planlamanın bu tür çalışmaları içermesi beklenir. Toplumsal ilişkileri yeniden aktive etmenin, arada hoşa gitmeyen fikirler duyacak olsak da seslerin çoğalmasını sağlamanın yolları aranır. Planlama kimsenin aklına gelmeyen mucizevi tasarım fikirleri peşinde koşmaz, aksine güneşin altında hemen her kompleks problem için hemen akla gelen parlak ama geçersiz kolay çözümler olduğunu akılda tutmamız gerekir. Sonuçta bir mucize ortaya çıkacaksa bu ancak sürecin sonunda beklentilerin dışında ortak bir sonuç ürün olur.
Bu sorunun muhatabı ben olmamalıyım, ancak bu projenin sorumlusu olan kamu idaresinde bir cevap olmalı. Kentsel iyileşme projelerinde sadece mülk sahiplerini değil o bölgenin şehir hayatında, anılarında yeri olan kiracıların da dikkate alınması uygun olurdu, ancak mülk sahiplerinin bile süreç üzerinde bir etkisi yokken kiracıları kim düşünüyor olabilir?
Halka açık toplantılarda projeler sunuldu, bazı sivil toplum temsilcilerinden görüşü alındığı söylendi. Bu kadarı yeterli görülmüş olmalı. Esasen katılımcılık yakın dönemde sıkça dile getirildiği halde içeriği ve anlamı en belirsiz, en muğlak konulardan biri gibi görünüyor. Katılım sosyal medya çağının giderek daha fazla hakim kıldığı kanaatler aleminin icaplarına uygun olarak yüzer gezer kanaatlerin, estetik beğenilerin paylaşımından doğan bir konsensüs arayışı olarak görülüyor. Bir de tabii o şehirde yaşamayacak, o yaşam birimlerine gündelik emeği ve yatırımı ile katkı sunmayacak uzmanların masa başında tesis edeceği bir konsensüsü de rıza üretme mekanizmasının bir parçası olarak mutlaka dahil ediliyor. Tekrar düşünecek olursak, kimin hangi koşullarda sürece katılmasını kastediyoruz? Yaşamayacağımız, yükünü üstlenmeyeceğimiz birimler, kent parçaları hakkında kanaat belirtmeye neden bu kadar hevesliyiz? Planlama süreçlerinde katılım içi en fazla boşaltılmış, istismara en uygun konu başlıklarından biridir.
Katılımın en dolaysız formu kullanıcıların eylemleri ve mekânsal düzenleme üzerindeki aktif müdahalelilerini içerir. Geleneksel şehir en katılımcı modeldir. Feride Çiçekoğlu’nun 1973 tarihli master tezi Ankara’da konut bölgelerinde bu müdahalelerin örneklerini derleyen erken bir çalışmaydı.⁶ İkinci formu şehirlilerin yaşayacakları, çalışacakları, üretecekleri tekil birimleri belirleme tasarrufu ile şekillenir. Konut veya işyeri tercihleri ne tür organizasyonların devam edeceğini nelerin devam etmeyeceğini belirler. Üçüncü formu şehirde yaşayanların şehrin kamusal mekanlarına ilişkin kararlara katılımını içerir. İlk ikisi doğrudan üçüncüsü ise daha dolaylı süreçlerdir. Kamusal alanlara ilişkin kararlara katılım imkanı çoğu zaman bir temsil mekanizması mümkün olur, bazen de daha doğrudan bir tercih belirtme imkanı sunulabilir. Sivil toplum temsilinin bu süreçlerde izleyici rolü üzerine derinlikli bir şekilde düşünmek gerekiyor. Sivil toplum kamuoyu oluşturma aparatı haline gelmekten özenle kaçınmalıdır.
Bu konuda bürokratik makamlar yetkilendirilmiş bir gayrimenkul değerleme firmasının (GEDAŞ) deprem öncesindeki mülkün değerini tayin edeceğini, yeni mülklerin bedeli ile bu tayin edilen değerin kıyaslamasına göre ödeme şartlarının belirleneceğini belirtiyor. Şimdilik koşullar belli değil, kimse de bu konuyu açık müzakerenin konusu haline getirmiyor. Kimin hangi ödeme koşullarında yeni mülke sahip olacağını bilmiyoruz. Mülk sahipleri somut koşullarla karşılaştığında itiraz haklarının olup olmadığını, itiraz durumunda alternatif seçeneklerin neler olacağı da belirsiz. İnşaat maliyetinin nasıl finanse edileceğine ilişkin açık bir yol haritası da henüz ortaya konmadı. Sözgelimi deprem nedeniyle ödeme imkanını kaybeden, depremden önceki mülküne karşı aynı konumda daha küçük bir ev veya işyerine razı olabilecek biri için önerilen nedir? Farklı ihtiyaçları, beklentileri, niyetleri olan binlerce mülk sahibini neden tek ve sorgulanmaz bir otorite ile karşı karşıya bırakıyoruz?
Bildiğim kadarıyla alınmadı. Blok nizamı, büyüklüğü, ortaklık şekli sadece mimari bir mesele olarak düşünülemez. Şehrin ortalamasını oluşturan temel yapı bloklarının ekonomik, sosyal ve kültürel birer birim olarak değerlendirilmesi bize daha derinlikli bir bakış açısı sağlar. Plan esnekliği sadece mimari bir terim değil, o birimde yaşayacak, iş yapacak kişilerin talepleri ve ekonomik koşullarına dair tercih imkanları sunulması demektir. Organik şehirlerin dokusunu oluşturan, ekonomik ve sosyal yaşantının belirlediği adı konmamış sosyal bir uzlaşının ortaya çıkardığı bir birim vardır. Ortalama bir birim veya hane diyebiliriz buna. Habraken’den ilhamla⁷ sosyal bir uzlaşının sonucu olarak tanımlanabilecek bu birim veya hanenin tek hamlede belirlenmesi mümkün müdür? Bir de daha pratik sorunlar var tabii. Blokların içerdiği bağımsız bölüm sayısı arttıkça ortaya çıkacak bir işletme problemini de karşımızda bulacağımızı hesaba katıyor muyuz? Belki de bizim açımızdan sözünü etmeye değmeyecek ufak bir sorun bu, ancak bizzat orada yaşayacak olanlar bu konuya nasıl bakıyor? En azından beyan edilen tercihler nelerdir? Fikrimiz var mı? Özetle, herhangi birimizin tekil mimari bakış açılarına, spekülasyonlarına dayanarak karar verilecek bir konu değildir bu.
Garabet, berbat, çirkin ve benzeri sıfatları kompleks bir meseleye ilişkin sayısız küçük izlenimin düğümlendiği kısaltmalar olarak tanımlamak gerekir. En azından şehir ve yapılı çevreyi profesyonel seviyede düşünen ve anlamaya çalışan meslek insanları bu tür kısaltmalardan kaçınır, daha doğrusu kaçınması gerekir. Bu kompleks problem farklı seviyelerde düşünülmeli. Apartman 1960’lardan sonra giderek yaygınlaşan özel bir sosyal organizasyon biçimine denk düşen bir yapı, sosyal organizasyon ve iştirak modelidir. Başarıları ve başarısızlıkları vardır. Antakya özelinde bakılacak olursa çoğu sivil girişim tarafından inşa edilen geniş konut ve işyeri alanlarının asgari yapısal standartların altında kaldığı ve bu nedenle afetin ağır sonuçlara neden olduğunu tespit etmek güç değil. Ancak sadece inşai standartlar açısından bakacak olursak Antakya’da kamu tarafından inşa edilen binaların da afet sınavını geçemediğini belirtmek gerekir. Bu nedenle sorun sadece şehirlilere fatura edilemez. Apartmanların sunduğu mekânsal imkanlar ve yaşam kalitesi açısından katmanlı bir bakışa ihtiyacımız var ve henüz konuya bu seviyede serinkanlı bakacak durumda olmadığımız ileri sürülen savların kırılganlığından anlaşılıyor. Evet, dilerseniz sosyal medya diliyle söyleyelim, Modern Antakya “çirkin” bir şehirdi, peki modern Atina “güzel” mi? Pek çokları için “Avrupa’nın en çirkin başkenti” denen plansız gelişmiş Atina’yı oluşturan asal birim olarak “polykatoikias” nasıl değerlendirilebilir? Bu konuda Urbanist tarafından yayınlanan zihin açıcı bir videonun linkini buraya bırakıyorum.⁸ Şehri oluşturan yapı birimleri ve hanelerin hem inşai standartlarını hem mekânsal imkanlarını ve kalitelerini artırmak asli meselemizdir. Ancak standartların yükseltilmesi ve konut-işyeri üretim pazarının regüle edilmesi kolay çözümlerle mümkün olmaz. Bütün yapıların kamu-özel iş birliğindeki dev gayri-menkul tekelleri tarafından inşa edilmesi farklı katmanlarda sayısız yeni problem doğurur. Bunun sonuçlarını şehirlerimizin son 40 yıldaki dönüşümünden görebiliyor olmalıyız. Normal koşullarda mimarların ve plancıların bu konuyu gündeme alabilmesi ve efkar-ı umumiyenin hoşuna gitmeyecek bakış açılarını ciddiyetle tartışabilmesi gerekirdi.
Geleneksel Antakya evlerindeki avlu büyük ailenin mahrem alanıydı. Pencere açılmayan dar sokaklardan o avlulara ulaşmak için önce büyük bir demir kapıyı (geceleri kilitlenirdi) geçmeniz, ardından selamlık bölümüne de açılan dar ve tonozlu uzun bir holden geçerek ağır ahşap avlu kapısını açmanız gerekirdi. Anneannemin evinde avlu kapısının içeri bakan kısmına silindir şeklinde ağır bir taş iple asılıydı, kapıyı içe doğru ittiğinizde ağır taş hafifçe hareket eder ve ahşap kapı kanadına çarparak avludakilere birinin geldiğini haber verirdi. Bu tok çarpma sesi avludaki kadınlara üstlerine başlarına çekidüzen vermeleri için uyarı vazifesi görürdü. Özetle eski avlu son derece mahrem bir alandı. Büyük aileler eski geleneksel evlerden taşındıktan sonra avluyu çevreleyen odalara farklı ailelerin taşındığını ve yeni mülk sahiplerinin bu avluları yüksek duvarlarla böldüğüne tanık olduk. Bazen aynı avluya bakan kardeş aileler bile avluları duvarla bölmeyi tercih ediyordu. Avlu Antakya’nın geçmişinde hiçbir zaman yarı-kamusal bir alan olmadı. Belki sokak bu açıdan bir ortak kullanım alışkanlığı açısından daha aşina olunan bir örüntü olabilir. Çeper blok ve avlu yeni şehir nizamı için tercih edilebilir, ancak bu tercihin başarı veya başarısızlığını belirleyecek faktör Antakyalıların mekânsal kullanım alışkanlıkları ile ilgili olmayacaktır. Dolayısıyla yeni projelerin geleneksel avlu referansı üzerinden tartışılması da anlamlı değil.
Evet, böyle bir risk vardır mutlaka ama konu sadece mülksüzleşme değil, başka riskleri de mutlaka dile getirmek gerekiyor. Şu an Antakya’nın %85-90’u yok. Deprem nedeniyle yerleşik sosyal ve mekânsal ağ ilişkilerinin tahrip olduğu koşullarda yeni olan henüz yönünü ve dengesini bulmuş değil. Depremin ardından hoyrat bir şekilde yürütülen enkaz kaldırma süreci sadece tarihi bölgede değil modern Antakya’nın sokaklarını, kentsel peyzajını geri dönüşsüz şekilde yok etti. Şimdi bu devasa moloz çölünün ortasında yeninin filizlenmesi için ne yapılması gerektiğini düşünmek gerek. Şayet şehrin birkaç mahallesinin ihyasını konuşuyor olsaydık belki de sürecin bu şekilde yürütülmesinin riskleri daha düşük olabilirdi. Çünkü şehrin kalanı bu yeni parçayı zaman içinde bünyesine dahil etmeyi başarabilirdi. Oysa şimdi neredeyse şehir yok. Orada yeniden bir şehir hayatının filizlenmesi gerekiyor.
Bu ölçüde büyük bir afetin demografik bir dönüşüme neden olmaması imkansız, sadece deprem kayıpları bile demografik bir dönüşüm için yeterli nedendir. Burada asıl konu şehrin yeniden filizlenmesi için eskiden devralınan ve yeniden tesis edilecek ilişki ağlarının nasıl kurulacağı olmalı. Antakya’nın tarihi yüzyıllar boyunca pek çok demografik dönüşüme sahne olmuştu. 1939’daki Türkiye’ye katılma süreci bile demografik bir dönüşüme neden oldu. Tarihi bölgede insanlar değişse de mülkiyet dokusu, sosyal mekanı kullanma pratikleri, yazılı olmayan kullanım hakları Antakya’nın sosyal dokusu ve alışkanlıklarının devamını sağlamakta daima önemli bir işleve sahip oldu. Mert Nezih Rifaioğlu’nun doktora tezi bu konuda derinlikli bir bakış açısı sunmuştu.⁹ Benzer bir durum modern şehir için de başka bir bağlamda geçerlidir. Antakya’ya gelenler zaman içinde şehri dönüştürdü ama sonuçta Antakyalı oldular. Yeni Antakya’nın sakinleri de Antakyalı olacaklar mı?
Sahadan somut bir örnek verelim. Antakya’da enkaz kaldırma çalışmaları merkezi idare tarafından organize edildi. Tarihi bölgede tescilli binaların ve geleneksel dokuyu oluşturan binaların enkazının kaldırılma süreci yoğun tartışmalara neden olsa da aynı sürecin şehrin modern dokusundaki sonuçlarına aynı oranda dikkat çekilmedi. Aşağıdaki ilk görsel Google Maps’den alınmış 2020 Mayıs ayına ait bir sokak fotoğrafı var, ikincisi ise yaklaşık olarak aynı noktanın güncel durumunu gösteriyor. Sokak görünümlerinde biraz dolaşılırsa sayısız benzer örnekle karşılaşılacaktır. Eski şehir sokaklarında biraz gezildiğinde akla şu soru ister istemez takılıyor: enkaz kaldırma çalışmalarının sonucu bu mu olmalıydı? Soruyu başka şekilde soralım: sahada merkezi idare tarafından organize edilen bir tekel ve buradan ihale alan firmalara havale edilmiş bir süreç olmasaydı sonuç farklı olabilir miydi? Sadece merkezi idarenin bürokratlarına hesap veren, hakedişlerini de aynı makamlardan alan firmaların işvereni doğrudan mülk sahipleri veya sokak/mahalle organizasyonları olsaydı bu ölçüde hoyrat olabilirler miydi? O zaman enkaz bu kadar hızlı kaldırılmazdı deniyorsa eğer şunu söylemek lazım: enkaz 6 ay yerine 2-3 yılda kaldırılsa ne kaybederdik? İleride bu konunun muhasebesi mutlaka yapılacaktır.
Şehrin kalıntıları üzerinde yürütülen devasa enkaz kaldırma, inşaat ve gayrimenkul operasyonunun kamu-özel ortaklığındaki bir tekel tarafından yürütülmesi mimarlar ve plancılar tarafından çok az konu ediliyor. Oysa bu durum şehrin ekonomik canlanmasını da körelten, yeniden filizlenme imkanlarının üzerine beton döken acımasız bir süreç. “Halkımıza hizmet getiriyoruz” sloganı ile meşruiyet kazanan bu söylemin iktisadi ve sosyal sonuçlarını tahmin etmek güç. Mayıs başında görüştüğüm önemli bir firma sahibi bölgede çalıştıracak insan bulmakta zorlandığını, pek çok kişinin TOKİ ve Emlak Konut inşaatlarında bekçilik yapmayı tercih ettiğini söylemişti. Binlerce standart konutun inşa edildiği ve devasa kaynakların harcandığı inşaat işlerine yerel firmaların erişim imkanları neredeyse yok. Ulusal ölçekteki kamu-özel işbirlikleri -belki büyük ölçekli çimento ve demir tedarikçileri haricinde- yereldeki piyasaya çok az ihtiyaç duyuyor.
Kendi hayatlarımızda “başka türlüsü mümkün değildi” denilen pek çok durumda biraz düşünülerek başka imkanların pekala yaratılabildiğine mutlaka şahit olmuşuzdur.
İdari açıda bakıldığında her iki tarafta da şehirlilerin sürece dahil olmadığını söylemek gerek. Şeklen uyulması gereken bürokratik bir evrak meselesi değil bu, o şehirde yaşayacak, gücünü, umutlarını ve imkanlarını oraya seferber edecek kişilerin aktif eylemleriyle katılımından söz ediyoruz. Halkı salonlarda toplayıp çeşitli problemlere ilişkin kanaatlerini dillendirmelerine imkan tanımak bunun en asgari şeklidir. Bunun ötesine geçen metotları düşünmek ve denemek gereklidir. Her iki tarafta da uygulamanın bu tür bir hassasiyet içermediğini not edelim. Mülk sahiplerinin somut bir şekilde muhatap alınacaklarını bilerek masanın bir tarafında oturmaları sağlanmalıydı. Gecekondu alanlarının dönüşümünde bile sağlanan bu imkanın deprem nedeniyle ülkenin dört bir yanına savrulmuş insanlara da sağlanması gerekirdi. Yapılan tam aksi oldu, Riskli Alan ve Rezerv Alan gibi yasal statüsü bir şekilde kılıfına uydurulmuş olsa da meşruiyetten yoksun uygulamalarla, sahada yaratılan olağanüstü belirsizlik ve karmaşa ile direnme isteği olanlar bile ziyadesiyle yorularak bir direnç oluşturmalarının önüne geçildi. Planlı olmasa bile sahada somut sonuçları gören gözlerin en azından vaziyeti telafi etmek için sosyal destek imkanları sağlaması gerekirdi.
Bu koşullarda bir taraftaki projelerin kağıt üzerinde daha nitelikli durması sonuçtaki başarının teminatı olmayabilir. Zira bu tür çok faktörlü süreç idaresi gerektiren katmanlı problemlerde tıpkı Tolstoy’un meşhur formülünde (mutlu evlilikler birbirine benzer, mutsuz evliliklerinse …) söylendiği gibi her başarısızlığın kendine özgü bir nedeni vardır. Bazen pek çok pozitif faktörün yanında tek menfi faktör sonucu belirleyebilir. Başarılı sonuçlarsa yarattıkları mutlu ortam sayesinde birbirine benzer, tıpkı mutlu aileler gibi.
Mimari çözümlerin başarısı koşullar ve somut ihtiyaçlar karşısındaki direnci ile ölçülebilir. Soyut koşullarda başarı ölçütünden söz edemeyiz. Meseleyi bir “kanaat ve beğeni” tartışmasının ötesine taşımak gerekir. Mevcut koşullarda halkın önüne “TOKİ-land” versus “nitelikli tasarım” gibi iki seçenekle gidilirse ikinci grubun hayal ettiği sonucu alması güç görünüyor. Bu seçenekler içinde ilki galip geldiğinde tabii ki siyasetçilerin dar vizyonları ve çıkarcılıkları, bürokratların verimsiz ve niteliksiz iş bitiriciliği (haksız ithamlar değil) anılacak, faturanın bir kısmı da kent ve mimarlık kültüründen nasibini almamış halkın cahilliğine çıkarılacaktır. Şu mimarlar ve teknik insanların bulunduğu grup yerine bu daha nitelikli mimarlar ve teknik insanlar seçeneği sunulduğunda şimdiye kadar galip taraf daima siyasi otoritenin tercihi oldu. Bir asıl önceki sosyal koşullarda meselenin meslek çevreleri içinde bir tartışma sonucunda karara bağlanması belki mümkün olabilirdi. Ancak sosyal koşullar, okumuş kesimlerin ve uzmanların toplumsal pozisyonları geçmiş yüzyıla göre ziyadesiyle değişmiş görünüyor. Halka kendi toprağı üzerinde karar ve tercih hakkı tanıyan bir seçenek belki yerelde bir dalgalanma yaratabilir, diğer türlüsü meslek insanları ve uzmanlar arasındaki verimsiz bir ihtilaf olarak algılanacaktır. Ve bu koşullarda jeologların ekranlardaki tartışmalarından farklı bir etki yaratmasını beklemek iyimserlik olur.
Tabii ki sürecin asli sorumluluğu meslektaşlarımızda değildir. Soyut ahlaki tartışmaların ve temelsiz suçlamaların berisinde meselenin daha makul bir zemine taşınmasına ihtiyaç var. Mimari ve mühendislik projelerinin geliştirilmesi için 3 ana senaryodan bahsedilebilir:
1) Devletin işveren olduğu ve programı belirlediği binalar: sosyal konuttan kamu binalarına kadar çeşitli yapılar bu kapsamdadır. Sosyal konutlar veya lojmanlar için resmi kurumlar ve akademilerden de destek alarak ihtiyaç programının kıstaslarını belirleyecek şekilde kullanıcı profili araştırması yürütür. Kullanıcı belli bir sosyal modele ait jenerik bir kimliktir: memur ailesi, işçi konutu, sağlık görevlisi lojmanı, orman işletmesi çalışanları yaz kampı vb.
2) Bir gayrimenkul firmasının imar koşullarını kamu idaresi ile müzakere ederek imar hakkını belirlediği bir arsa üzerinde programı oluşturduğu, satmak veya kiralamak üzere yürüttüğü inşaat işleri. Bu model çeşitli ölçeklerde bildiğimiz bir gayrimenkul geliştirme operasyonudur. Gayrimenkul uzmanları bu sefer müşteri profili geliştirerek programı oluşturur. Türkiye’de 1980’ler sonrası gelişen ve giderek bütün proje süreçlerinin normunu belirleyen hakim yöntem budur.
3) Mülk sahiplerinin tek başlarına veya müşterek bir organizasyonla programı ve talebi oluşturduğu binalar. Tekil apartman ölçeğindeki mülk sahibi-yüklenici anlaşmasına dayanan girişimlerden kooperatif girişimlerine kadar geniş bir yelpazede üretilen binaların programı bu kapsamda geliştirilir.
Antakya’daki Proje Alanları (her iki tarafta da) için “müşteriler” bellidir, ancak süreç bu 3 modelden en çok ikinci maddeye uygun bir şekilde gelişmiş görünüyor. Projeler de gayrimenkul geliştirme modeline uygun bir profil sunuyor. Bence bu durum mimari projelerin nitelik tartışmasından ve seçilen ekiplerin kimliklerinden çok daha kritik önemdeki bir meseledir. Biz meslek ortamında henüz gayrimenkul geliştirme modelinin somut sonuçlarını sağlıklı olarak değerlendirebilmiş değiliz. Bu da hepimiz açısından düşündürücü bir durum.
Rezerv Alan ilan edilen bölgenin geneli için uygulanabilecek yöntemler geniş bir tartışmanın konusudur. İleride daha genişletilmek üzere iki seçeneği ihtimali burada not etmek yararlı olabilir.
1) Depremden sağ çıkan Antakyalıların yeri-yurdu bellidir, onların deprem sonrasında yeniden ihya sürecinde kararlara etki edebilmek için organizasyonlar veya kooperatifler şeklide örgütlenmeleri sağlanmalıdır. Halk toplantıları ile bilgilendirme veya muhtarlarla bir araya gelmenin etkili yöntemler olmadığı anlaşılmış olmalı. Bu insanların tercihleri ve kararları ile sahada etkin olmasının önünde bir engel bulunmuyor. Şimdiye kadar bir araya gelmemiş olmalarının nedeninden yukarıda kısaca bahsettik, mutlaka başka nedenler de vardır. Bu ülkede halk kararlara dahil olmasından en fazla çekinilen aktördür. Çeşitli nedenlerle aşağılanan, hep yanlış kararlar alan, cahil ve çıkarcı olmakla suçlanan, nedense asla yakınlarda değil daima uzaklarda bir yerlerde olan bu meçhul halk şehrin asıl sahibidir. Şehirlerimizde uzmanların, plancıların, mühendis ve mimarların aldıkları ve etki ettikleri kararlarla neden oldukları tahribatın çetelesini tutmaya kalksak sayfalar doldurabiliriz. Churchill’in kendi hikayesi için mizahi bir tonla söylediği gibi şehirlerin tarihini yine biz yazdığımız için henüz yeterince görünür hale gelmemiş olabilir.
2) Osmanlı Döneminden itibaren afet alanlarında modernizasyon ve inşaat standartlarını geliştirme çabaları yeni bir bakışla değerlendirilebilir. Özellikle İstanbul’da yangın yerlerinin imarı sürecinde yürütülen yeniden parselasyon, sokak ve yapı nizamı çalışmaları önemli bir referanstır. Kusursuz bir çözüm olmasa da (bu kadar farklı tarafın olduğu bir problem için kusursuz çözüm yoktur) şehrin yeniden canlanması bakımından defalarca test edilmiş ve başarılı sonuçlar almış bir çözüm yolu olduğu söylenebilir. Bugün tarihi İstanbul dediğimiz şehre kimliğini veren doku bu dönemin ürünüdür.¹⁰
Bu çözümler ancak kurumsal bir planlama ofisi tarafından gerçekleştirilebilir, herhangi bir sivil toplum örgütünün bu rolü üstlenmesi mümkün değildir zira yasal sorumlu kamudur.
İyi ama bunlar bu söylediklerin şu koşullarda ütopik öneriler değil mi?
Konuya ve koşullara nasıl baktığımıza bağlı. Bence asıl ütopik olan bizim şu an yürüttüğümüz süreçlerle olumlu sonuç almayı hayal etmemiz. Gülderen’de, Dikmece’de akıbeti belirsiz deprem siteleri üreterek, merkezde bütün inşaat işlerini dev bir tekele havale ederek sonuç alacağımızı hayal etmek ütopik olan. Olağanüstü bir kaynak israfıyla yürütülen bu operasyonların sonuçları ne olacak? 99 depreminin ardından inşa edilen deprem sitelerinin başarısını hakkıyla değerlendirdik mi?
Her yağmurda bütün ana arterleri sel altında kalan şehrin altyapısının yenilenmesinden başlanabilir mesela. Geçici barınma koşullarının iyileştirilmesi, şehir şebekesinin yenilenmesi, yol ağının altyapı ile birlikte ihyası, sağlık ve eğitim tesislerinin yenilenmesi, sosyal bağların yeniden filizlenmesini sağlayacak spor ve kültür mekanlarının geliştirilmesi, şehrin iktisadi ve ticari canlanmasını sağlayacak desteklerin ve tedbirlerin alınması akla gelen ilk maddelerdir.
Çünkü ancak açık ve şeffaf müzakere ile çalışan bir planlama ofisinin yasal ve yasaların kapsayamayacağı kadar geniş bir eylem alanı üzerinde karar alma meşruiyeti olabilir. Normal koşullarda bu kurumun işlevi belediye meclisi ve belediyenin diğer kurumları tarafından üstlenilir, ancak Antakya’nın özel şartlarından ötürü belediyeler işlevini kaybetmiş durumda. Afetin neden olduğu olağanüstü koşullar belediyelerin hem meşruiyetini hem de kapasitelerini felç ettiği için bir karar odağı haline gelemiyorlar. Bakanlıklar afet sonrası sürecin idaresi ve karar alma tasarrufunu bütünüyle yüklenmiş, Valilik ise bu koşullarda olağanüstü bir icra makamı haline gelmiş durumda. Kısa vadede kaçınılmaz gibi görünen bu uygulama yerel unsurların seslerinin duyulmasının önünde pratik bir engel haline gelmiş görünüyor. Tam da bu nedenle geçiş dönemini idare edecek, yerel idarenin kapasitesini yeniden kazanmasını sağlayacak, teknik ve siyasi yönleri olan kararların açık bir müzakere ortamında şekillenmesini sağlayacak aktif bir odağa ihtiyaç var. İşin tuhafı bu konuma aday bir ofis Hatay’da mevcut. Hatay Planlama Merkezi depremden sonra Hatay’daki nadir iyi gelişmelerden biri. Açık kaynaklı arşivle çalışan ve yayınlarını kamuoyu ile paylaşan bu yeni kurum, Türkiye’deki planlama çalışmaları açısından öncü bir yaklaşıma sahip. Bugüne kadar kurumun işlevini hakkıyla yerine getirememiş olmasının nedenlerini değerlendirmek lazım. Siyasi kutupların son derece keskin olduğu bir ortamda bütün planlama yetkisinin merkezi idareye devredilmiş olması, yerel ile merkezi idare arasındaki kopukluk, HPM’nin ortaya koyduğu verileri halkla buluşturacak ve bu veriler üzerinden yeni problem tarifleri ortaya koyacak siyasi aktörlerin eksikliği, HPM’nin halk için makul bir müzakere zemini oluşturamıyor olması, kurumun Hatay-Expo gibi erişim sorunları olan bir konumda yer alması ilk aşamada sayılabilecek bazı nedenler. Yerel seçimler de geride kaldığına göre yeni HBB idaresinin (Bakan Özhaseki’nin deyişiyle “ideolojik takıntılarını bir kenara bırakarak”) HPM’yi sahiplenmesi pozitif bir adım olurdu. Ardından HPM’nin şehir merkezinde toplumun bütün kesimlerinin yaya olarak ulaşabileceği bir konuma taşınması, aktif toplantı ve seminer salonları ile etkin bir sosyal buluşma noktası haline gelmesi sağlanabilir.
Destekçisi, takipçisi, katkı koyan aktörleri olabilirler, ancak yürütücüsü olamazlar. Herhangi bir sivil toplum organizasyonu inşaat sektörü içindeki konumu ve etkinliği ne olursa olsun kent toprağı üzerinde karar alma yetkisine sahip olamaz. Demokratik temsil kurumlarının aşındığı, kurumsal yapıların derinliği olmayan bir kabuk haline geldiği bir dönemden geçtiğimiz için bu konuyu anlamakta zorlanıyor olabiliriz. Belediyelerin bozuk sicilleri, etkin ve açık müzakere ortamını tesis edememiş olmaları, kapalı devre karar mekanizmaları nedeniyle çıkar ağlarına teslim olmuş olmaları meselenin esasını değiştirmiyor. Kısa vadeli olağanüstü koşulları dayatan çözümler daima daha büyük sorunlara gebedir.
Bu tür kompleks sistemlere müdahale konusundaki naif iştah çoğunlukla bilim ile teknik arasındaki farkı gözden kaçırmaktan kaynaklanıyor olsa gerek. Bilim gerçekliği anlamak için bir kuramsal model önerir, ancak çoğu zaman bu açıklayıcı model şu veya bu spesifik problem karşısında alınması gereken kararı belirleyecek bir reçete sunmaz. Çok faktörlü ve kompleks veçheleri olan bir problemle karşılaştığımızda aldığımız bir kararı yeterli gerekçelere dayandıramadığımız veya ikna kabiliyetimizden kuşkuya düştüğümüzde bilimi söylemsel bir meşruiyet aracı olarak kullanmayı tercih ediyoruz. Ancak bu taktik basit gerçeği değiştirmiyor -ve gördüğüm kadarıyla kimseyi de kandırmıyor. Kompleks ve sürece bağlı, çözümü ve o “doğru” kararı kimsenin bilemeyeceği sorunların esasen bir bilen tarafından teknik beceri ile kolayca çözülebileceği yanılgısı, teknik sorunların çözümsüz kalmasının temel nedenlerinden biri olabilir.
Yakın çevremizle ilgili sorunlar yakıcı olduğu ölçüde araya bir mesafe koymamızı zorlaştırdığı için belki de bu noktada bize uzak coğrafyalardaki hikayeleri incelemek ve karşılaştırmalar yapmak aydınlatıcı olacaktır. Mesela Hollanda’nın ünlü kanal ve su yönetim sisteminin tek başına bir mühendislik eseri ve teknik kararlar silsilesinin başarısı olduğu söylenebilir mi? Hollanda’nın yüzyıllar süren su ile mücadelesi, önerilen projelerin, başlanan ama sonradan vazgeçilen, tekrar başlanan ve koşullar nedeniyle yarım kalan, çok sonra başta benimsenen yöntem revize edilerek tekrar başlanan ve kısa vadede olumsuz ekolojik etkileri görülen uzun bir kronoloji¹¹ içinde izlendiğinde konunun sadece teknik bir mesele olmadığını da anlarız. Hollanda’nın su yönetim sistemi örneğinde bilimin ve tekniğin ilerlemesi ile giderek daha kusursuz ve mutlak başarılara ulaşıldığını söylemek sürecin tarifi bakımından eksik ve hatalı olacaktır. Daha ziyade teknik çözümler ve mühendislik projeleri karmaşıklaştıkça buna eşlik eden sosyal örgütlenme ve karar alma süreçlerinin de daha kompleks hale geldiğini tespit etmek gerekir. Afete karşı direnç kazanmak teknik başarıya paralel olarak sosyal organizasyon kapasitesindeki artışla mümkündür. Mevcut çözümler daima gelecekteki afetlerle sınanacaktır, geçmişteki afetlerle değil. Her mucizevi mühendislik çözümünün kendi sorunlarıyla birlikte geleceğini, bu yeni sorunları göğüsleyecek toplumun müzakere içinde karar aldığı takdirde ortak yeni problemlere karşı daha dirençli olacağını göz önünde bulundurmalıyız. Vaktiyle Amik Gölü’nün kurutulması kararını alanlar bu süreci DSİ öncülüğünde yürütülen bir mühendislik projesi olarak ele alacağına açık toplumsal bir müzakere içinde yürütmüş olsaydı sonrasındaki afetler karşısındaki toplumsal direnç farklı olur muydu? Bu soru bugün bizim için de geçerlidir.
Hayır, düşünmüyorum. Bu karmaşa içinde okunacağına bile pek ihtimal vermiyorum.
Tarihe not düşmek için yazıyorum.