Doğa Sanatıyla Doğadan esinlenerek tasarlamak: Global Nomadic Art Project, Türkiye

Mimarlık ve doğa ilişkisi hayli tartışmalı bir ilişki olagelmiştir. Tarih boyunca, mimarların doğayı farklı şekillerde tanımlayarak onu biçimsel, işlevsel, kompozisyonel anlamda tasarımlarına girdi ya da ilham olarak kullandıkları söylenebilir. Ya da birçok mimarın, kendi mimari düşüncelerini yapılandırmak adına doğayı araç olarak kullandıkları iddia edilebilir. Her ne kadar doğa ve mimarlık ilişkisi yeterince tartışmalı bir konu da olsa dahi, bu yazının konusu bu değil. Bu yazıda doğa ile kurduğu ilişki açısından mimari tasarıma farklı bir boyut kazandırabileceğine inandığım bir sanat dalından, doğa sanatından, bahsedeceğim.

Bu yazıyı yazmamın sebebi, çalışmaların bir kısmına katıldığım Global Nomadic Art Project’in “Doğanın İzinde” teması ile PORTIZMIR4 – 4. Uluslararası İzmir Güncel Sanat Trienali kapsamında, 4 Ekim-23 Ekim tarihleri arasında İzmir’de gerçekleştirdiği doğa sanatı çalışmaları oldu. Global Nomadic Art Project (GNAP), farklı ülkelerden doğa sanatçılarının farklı coğrafyalarda toplanarak o yer’de ve o an’da, doğanın, coğrafyanın, kültürün ve tarihin özelliklerinden ilham alarak doğal malzemelerle, doğaya armağan ettikleri sanat eserleriyle, tıpkı nomadlar (göçebeler) gibi iz bırakmadan yoluna devam ettikleri bir proje. İlk defa 2014 yılında toplanan grup, o yıldan beri Hindistan, Güney Afrika, İran’ı gezdikten sonra, 2017 yılında Bulgaristan, Romanya, Macaristan, Almanya, Fransa ve Litvanya’da gerçekleştirdi. 2017 Avrupa’nın son ayağını İzmir’de, göçebeliğin (nomadlığın) hakkını vererek İnciraltı, Bahçelerarası,  Bergama, Bornova, Kemalpaşa, Seferihisar, Tire ve Kapadokya’da doğal, kültürel etkileşimlerle anlık üretimler yaptı ve 23 Ekim 2017’de çalışma sürecinin fotoğraf, video ve objelerinin yer aldığı bir  sergiyle sonlandırdı.

Benim de doğanın içindeyken onunla keyifle oynadığım oyunlar çeşitlendikçe,  çeşitli yurt içi ve yurt dışı atölyeleriyle deneyimledikçe, mimarlık doktoram boyunca yer ve arazi üzerine yazıp çizdikçe GNAP, bir süredir takip ettiğim gruplardan birisi oluvermişti. GNAP Türkiye Toplaşmasıyla doğa sanatının mimari tasarıma olası katkıları üzerine tekrar düşünme fırsatı buldum.

Doğa sanatının doğayla kurduğu ilişki, mimarlığın doğa ile kurduğu ilişkiyle hem benzerlikler hem farklılıklar içeriyor. Doğa sanatı, ilhamını tamamıyle doğadan, bulunduğu araziden alan bir sanat dalı. YATOOinternational koordinatörü Jeon Won-gil bu ilişki ile ilgili harika bir tanımlama getiriyor: “Doğa sanatında, Sanatçı, doğaya sade bedeniyle gidip, duyarlı gözler ve kulaklarla, doğa ile konuşur ve doğa, kendi iç-doğasını açığa çıkarıncaya kadar bekler… doğa ve sanat, açık koşullarda var olur ve insanın sanat yapma arzusunun doğa tarafından itilip çekildiği bir denge noktasında doğa sanatı geçici olarak var olur“[1].  Sanatçı, araziye gelmeden önce zihninde uyanmış bazı fikirleri uygulamak ya da kendi sanat tarzını o araziye uydurma çabasından ziyade, arazi ve barındırdığı potansiyelleri keşfederek üretir. Bu noktada, doğa sanatının kendine has özelliklerinde biri ön plana çıkıyor: araziye özgü (site- specific) bir sanat biçimi olması. Bu noktada sanat objesinin yer’le kurduğu ilişkiye kısaca bir göz atmak faydalı olabilir. Sanat kuramcısı Robert Irwin[2], sanat objesinin arazi ile ilişki kurma biçimlerini  dört farklı şekilde sınıflandırmakta: (1) araziye baskın (Site dominant) sanat objesi kendi içeriğine odaklanır; (2) araziye uyarlanmış (Site adjusted), sanat objesi yapılır ve araziye uyarlanır; (3) Araziye özgü (Site specific) obje bir ya da birkaç özelliğiyle araziye entegre olur; (4) Araziyi koşullandıran (Site  conditioned/determined), arazinin çeşitli yönleri sistemik açıdan, objelerle ilişkiler açısından okunur.  Doğa sanatı, bu ilişki biçimlerinden araziye entegre olma yolunu tercih eder. Bunun sebebi de doğa sanatının ve arazi sanatının ortaya çıkışı ile ilişkili. Sanat objesinin bulunduğu alan ile kurduğu ilişkisini sorgulayan, arazi sanatı (land art), 1970’lerde yer’in birbirinden farklılaşmasını göz ardı eden modern sanata tepki olarak   doğmuştur. Bu akımın sanatçıları, “ölçek, topoğrafya, toprağın durumu, rengin ve ışığın geçiciliği gibi arazinin bir ya da birkaç spesifik özelliğine odaklanarak”[3], sanat objesinin arazi ile nasıl ilişki kurabileceğini araştırmaktaydılar. Doğa Sanatı ise, 1981 yılında Kore Doğa Sanatçıları Derneği (YATOO)’nin kurulmasıyla kurumsallaşmış, daha çok doğaya yönelmiş, her yer’in kendine özgü doğasını keşfetmeye ve doğayla üretmeye odaklanmıştır. Mimarlıkta ilk akla gelen örneklerden biri olarak Frank Lloyd Wright’in Şelale Evi (Fallingwater) de içinde bulunduğu arazideki kayalar ve onların formlarından etkilenerek tasarladığına göre araziye özgü bir yapı olduğu söylenebilir.


Lloyd Wright, Şelale Evi (Fallingwater). Fotoğraf: http://flightsandfrustration.com/visting-the-frank-lloyd-wright-falling-water-house/

Doğa sanatının mimari tasarıma ilham olabilecek yönlerinden biri de araziyle ilişkili keşif ve spontanlık. Her arazi, her doğa farklı bir karakter, farklı bir malzeme sunuyorsa,  doğa sanatında nasıl bir sanat objesi yapacağınızı önceden tasarlayamazsınız. GNAP koordinatörü Eung-Woo Ri’nin söylediği gibi, “bu, spontan bir deneyimdir. Her an eşsiz ve ne yaratacağınızı bilmediğiniz sürprizler  çıkarır karşınıza”. Önceden kurgu ya da plan yapılamaz. Bu noktada, yine doğal ve yerel malzemlerle tasarım yapan ekolojik mimarlık yada verneküler mimarlık örnekleriyle arasında ciddi bir fark var. Ekolojik mimarlıkta yapıyı yapacağınız coğrafyaya göre malzemenizi önceden belirlersiniz, planlarınızı çizer, ne kadar hangi malzemeden kullanacağınıza, yapının sonuçta neye benzeyeceğine, inşaatın kaç günde tamamlanacağına  dair programınızı yaparsınız. Ya da bir sanat eserini oluşturmaya başladığınızda aklınızda ya bir fikir, ya bir form ya da çalışacağınız malzemeye dair bir fikriniz olabilir. Ancak doğa sanatında süreç araziyle, doğayla ilk yüzleşme ile başlar. Araziye gidildiği andan itibaren deneyimsel bir araştırma başlar. arazide bulunan malzemeler araştırılır, malzemenin özellikleri keşfedilir ve bu özelliklerin ortaya çıkarabileceği tasarım potansiyelleri araştırılır. Dolayısıyla, tasarım fikri de spontandır. Önceden belirlenen fikirler adapte edilemez. Doğada gördüğünüz bir obje, bir biçim, bir canlı bir anda ilhamınız olur ve onunla birlikte bir tasarım ortaya çıkar. Bir reçine görürsünüz ve bir anda etrafınızda gördüğünüz yaprakları reçineyle birbirlerine yapıştırarak bir form elde ederken buluverirsiniz kendinizi.  GNAP Türkiye’ye katılan sanatçılar da, İzmir Bahçelerarası’nda eserlerini üretirken arazideki mandalinalar, narlar, ağaç dalları, kuru yapraklar, kargılar bir anda farklı bir dile bürünmüşlerdi. Arazi, mandalina bahçeleri, nar ağaçları, yüksek kargı kümeleri, çeşit çeşit ağaçları ve hayvanları ile hayli çeşitli malzeme olanağı sunmaktaydı.

  

  
Bahçelerarası’ndaki sanatçı üretimlerinden. 2. Fotoğraf: Ahunur Özkarahan.

Doğa sanatının, doğayla kurduğu ilişkide en temel farklılıklarından bir diğeri ise, sürece odaklanması ve tasarım objesinin doğadaki herşey gibi geçici olduğunu kabul etmesi. Doğa sanatı, eseri sabit görmez. “Eser, kendi kendine tamamlanmış olsa da bir tohum gibi büyümeye, evrilmeye, ve dönüşmeye açıktır” [4]. Hatta üretildikten sonra bile doğa sanatıyla üretilen obje doğadan koparılmaz, yeniden doğaya döner. Bu konuda en sevdiğim benzetme şu: “Doğa sanatı hareket eden bir trenin spesifik bir noktasını işaretlemek gibidir. Treni durdurmadan noktayı işaretlemek için trenle birlikte hareket etmelisiniz”[5]. Trenle birlikte hareket etme eylemini GNAP sanatçılarının birçoğunda gözlemledim. Yerde, yerinde üretilen objeler her an rüzgarla uçabilecek yapraklar, her an bir hayvan tarafından yenilebilecek otlar (keza Sevgi Avcı’nın bir eserinin başına gelmişti), çürüyecek meyveler ya da dikkatsiz bir insan tarafından yıkılabilecek yapılardı. Birkaç gün sonra bu eserleri fotoğraflama şansım olsaydı ilk günlerinkinden çok daha farklı gözükecekleri kesindi. Sanatçılardan Onur Fındık‘ın kerpiçten yaptığı eserlerde özellikle gözlemlenen bir tavırdır bu. Onur daha önce çalıştığı ve eğitim aldığı 9 Eylül Üniversitesi’nin bahçesinde kil ve samanı karıştırak ede ettiği kerpiçten eserler yapmış, ancak bir kısmı zamanla daha çok sağlamlaşırken bir kısmı da zaman içinde yıkılmışlar. Fakat yıkılan eserin kerpiç tuğlaları başka bir eserin yapımında kullanılmış, yaşamaya devam etmiş. Mimarlık alanında, sürekli olarak durağanlık ve statik o kadar önemli ki bunun alternatifi düşünmek bile çerçeve dışı. Mimarlığın objesi kalmak için yapılır, durağan olmak üzere inşa edilir. Oysa ki doğanın yapıya etkilerini geçtim, ülkemizde kentsel tasarım diye bir yıkma-yapma eylemi var; onu bile görmezden geliyoruz. Tasarımda sonuç odaklı yaklaşımlar yerine, doğa sanatındaki gibi sürecin kendisinin tasarımın kendisi olduğu bir kurgu, yeni tasarım anlayışlarına katalizör olabilecek gibi gözüküyor.


Sevgi Avcı’nın ertesi gün bir kısmı yenilen eseri (ilk resim). 2. Fotoğraf: Patika Art Group


Onur fındık’ın Kuşcenneti’nde arazideki kilden yaptığı eser. Fotoğraflar: Rıdvan İnce


Eung-Woo Ri’nin Kapadokya’daki performatif çalışması. Fotoğraf: Patika Art Group

Sanatçıyı doğanın arkasına koyan doğa sanatı mütevazi bir tavır da takınmakta. Doğa sanatıyla ilgilli olarak Güney Afrika’daki GNAP buluşmasının çağrı metninde  doğa sanatının “gelişim adına geliştirilmiş şiddet araçları yerine, sanatçıları, doğayla kurulabilecek şiddetsiz iletişim yöntemlerini, doğa ve insanlık arasında barış dolu bir ilişkinin nasıl yeniden kurulabileceğini araştırmaya yönlendirdiğini”[6] iddia etmekte.  Özellikle GNAP Türkiye sanatçılarından Paul Donker Duyvis‘in “Generation Generous” isimli performansları bu konuya vurgu yapıyordu[7].  GNAP Türkiye’de çoğu sanatçı kendi bedenini eserle entegre etmekteydi. Bunun arkasında yatan düşünce, insan ve doğa arasında bir ayrım yapmamaktı. Çünkü, sanatçı, egosunu arka plana atıp “doğayı ortaya koyacak minimal aktiviteleri gerçekleştirmekteydi”[8]. Ancak, doğa sanatında da doğaya bir müdahalede bulunmakta. Belki de bu noktada müdaheleyi kabul edip, doğanın kendi dinamiklerini anlamak, tasarım ve doğa arasındaki çizginin farkına varmak ve tasarımın doğayı ne ölçüde araçsallaştırdığını anlamak yeterli. Tüm bu deneyimler bana mimarlık adına şunları sorduruyor: acaba mimarlık disiplinin, yapma-inşa etme konusundaki mesleki vizyonu ve mimarlık objesinin sabit kalma-durağanlık  gereklilliğini aşması mümkün olabilir mi?  Kısaca mimarlık kendini yıkıp yeniden üretebilir mi?


Karen Macher Nesta ve Paul Donker Duyvis‘in beden-doğa performansları. 1. Fotoğraf: Patika Art Group, 2. Fotoğraf: Ahunur Özkarahan 


[1] Jeon Won-gil, “Between Nature and Art”, International Nature Art Seminar 2015, http://yatooi.com/57789.

[2] Robert Irwin, 1985. “Being and Circumstance: Notes Towards Confidential Art”, içinde Kristine Stiles ve Peter Selz (ed), Theories and Documents of Contemporaray Art: a sourcebook of artists writings, (Berkeley: University of California Press).

[3] Anita Berrizbeitia, ”Re-placing Process,” in Large Parks, ed. Julia Czerniak and George Hargreaves, (New York: Princeton Architectural Press, 2007): 175-197.

[4] Jeon Won-gil, “Between Nature and Art”, International Nature Art Seminar 2015, http://yatooi.com/57789.

[5] Jeon Won-gil, “Between Nature and Art”, International Nature Art Seminar 2015, http://yatooi.com/57789.

[7] Paul Donker Duyvis’in Generation Generous isimli Kapadokya’daki performansı için bakınız. https://www.youtube.com/watch?v=h3ZUJoheYyA&feature=youtu.be

[8] Jeon Won-gil, “Between Nature and Art”, International Nature Art Seminar 2015, http://yatooi.com/57789

Etiketler

Bir yanıt yazın