Dostum Gürhan Tümer ve Bizim O Cesaretli Yalnızlığımız

Gürhan Tümer öldü. Bilim ve edebiyat alanlarındaki en iyi dostumdu. Korkularını itiraf edebilecek kadar cesaretli bir insandı. Kendisini kalabalıkların içinde ne kadar yalnız hissettiğini söyleyebilecek kadar yalansız bir insan. Bir mimarın işkenceevi tasarlayıp tasarlayamayacağı tartışmasını ortaya atabilecek kadar sorgulayıcı bir insan. Beden, zihin ve ruhun bütünleşik çerçevesinde, zamanı devreden çıkaran bir algıyla kavradığı mimarlığın ölmüş olabileceğini düşünebilecek kadar şüpheci bir insan.

Kendi yarattığı duvarlar da dahil olmak üzere yeryüzünün devasa duvarlarla kaplı olduğunu erkenden görmüştü. En büyük düşü, mekânsal dünyada ve sözün, yazının, emeğin dünyasında yürünebilecek gerçek “patikalar” arayanların karşısına çıkan duvarların üzerinde yarıklar açabilmekti. Bu düşünü yazı ve eğitim kanalıyla gerçekleştirmeyi seçti; üstelik bunu önemli bir oranda da başardı. Yakınında ve uzağındaki bazı yolcuların yollarını kolaylaştırmış olduğunu içten içe bilse de, bilim ve edebiyat alanları için önemli bir değer olan şüpheci, sorgulayıcı, mükemmelliyetçi kişiliği yüzünden bundan hiçbir zaman emin olamadı.

Mekân, zaman ve insan ilişkisini farklı bir boyutta ele alan mimarlık yazıları gibi edebiyat yapıtlarında da korku, yalnızlık, çaresizlik, açgözlülük, ikiyüzlülük, hırs gibi insana özgü haller olanca çıplaklığıyla boy gösterdi. Bilim ve edebiyat alanlarında her geçen gün daha da yükselen sahte soylulukların bu ortamları içten içe kemiren varlıklarına karşıydı. Muhalif tavrını çığırtkan sloganlarla ortaya koymak yerine derin bir farkındalık geliştirdiği sahtelikleri ironik cümlelerle sergilemeyi seçti. Yazılarında sıklıkla vurguladığı görkemli yalnızlığı, yeryüzündeki kötülüklerin yüzüne bakmaya ve onların acıtıcı gerçekliğini herkese anlatmaya karar vermişlere özgü “cesaretli bir yalnızlık”tı.

Bencil olmak istemeyen bir insanın yazması ve sorular sorması gerektiğine inanıyor; düşündüklerini mutlak bir gerçeklik dahilinde yazıya dökemediği için acı çekiyordu. Öyle ki “Kimseye Yardımcı Olamayan Bir İnsan Olarak Portrem” başlıklı denemesinde, ellisini aşmış, korkuları ve kuşkuları olan, yaşamın anlamını sorgulayan; ama bir sonuca varamayan bir yazar olarak “Tayland’daki çocuklar, Fransa’daki domuzlar, Afrika’daki açlar, Türkiye’deki, Şili’deki depremzedeler, İzmir-Ankara yolunda ezilen köpekler, Konya’da, Elazığ’da kocalarından dayak yiyen kadınlar, İstanbul’da parasını kaptıran emekliler, Paris’te intihar eden ressamlar, Bükreş’te işkence gören mahkumlar, Dublin’de, Mersin’de aşk cinayetine kurban gidenler, Amerika’da yanan ormanlar, Moskova’da donan evsizler” için gerçek bir yardımda bulunamamanın kendisine hissettirdiği derin çaresizliği dile getirdi. İnsan ve mekâna ilişkin bir diğer çaresizlik halini zaman boyutuyla ilişkilendiriyordu. Hollanda’nın Den Haag kentinin Scheveningen kasabasındaki kum üzerinde üretilen bina modellerini konu eden “Kumdan Binalar” başlıklı yazısında, Boğaziçi’nin güzelim yalılarının, görkemli Artemis Tapınağı’nın, sapasağlam Galeri des Machines’in kumdan binalar gibi yok olduğunu ifade ederek, dünyadaki tüm binaların bir anlamda “kumun üzerine ve kumdan yapılmış” olduğuna işaret etti. Mimarlık dergisinde yıllar boyu bir dizi olarak yayımladığı “Mea Architectura Mea Culpa” yazılarında olduğu gibi, “Bir Başka Mimarlık”, ile “Ve Mimarlık” kitaplarında da, edebi, felsefi, dinsel kitapların içinde mimarlığın nasıl anlatıldığını ve hayatın kıyısında kalmış ya da çirkin görüldükleri için horlanmış mimarlıkları dünyaya ilişkin güçlü sorgularla birlikte sergiledi. Bilim ve edebiyat alanlarındaki inşa edilmiş tarihlerin, ezberlenmiş kuramların, duvarların ardında kurulmuş ve mutlak bir gerçeklik haline getirilmiş kanonların, kutsanmış binaların ve ikonların üzerine göz ardı edilemeyecek kadar derin sorular koydu.

Gürhan Tümer öldü. Korkularını itiraf edebilecek kadar cesaretli bir insandı. Acı çekmekten ve ölümden ne kadar çok korktuğunu söyleyebilecek kadar yalansız bir insan. Dünyayı değiştirmek istediğini anlattığı kitabına “Hiçbir Şey Yapmamak” adını verebilecek kadar paradoksların peşinde bir insan. Marcus Aurelius ile özdeşlik kurarak “Bir stoacı olmak istiyorum onun gibi; her şeyi olduğu gibi kabullenmek, hiçbir şeyden yakınmamak, her acıya katlanmak, ölümün çok doğal bir şey olduğunu düşünüp ondan korkmamak; böylece, iç huzuruna, ruhsal dinginliğe kavuşmak istiyorum. Bir bilge olmak istiyorum özetle. Çok çabalıyorum bunun için. Kıyısından köşesinden başarır gibi oluyorum. Sonra yine aklım karışıyor. Tam stoacı olduğumu, bilge olduğumu sanırken, bir de bakıyorum ki, korkmaktayım; acı çekmekten ve ölümden müthiş korkmaktayım.” diye yazabilmiş bir insan. Tüm bunları yazmış olduğu için yayımlanmadan önce içindeki öyküleri okumuş olduğu “Mekân Hikâyeleri” adlı kitabımdaki “Hikâye Evi”* isimli öyküyü kendisine armağan ettiğimi ben bunu ona söylemediğim halde anlayabilmiş bir insan.

O bu dünyadan gittiği için yeryüzündeki yalnızlığımız daha da büyüdü. Bizim o cesaretli yalnızlığımız…

* Hilaye Evi isimli öyküyü ilgili dosyalar bölümünde bulabilirsiniz.

Etiketler

1 Yorum

  • seda-inal says:

    Üniversite 1.sınıfta bir grup biz çömezleri mimarlık havuzuna atan kişidir. Çırpınırken, suda öğrendik kavramları, hayalleri, insan ölçeğini, mekan ruhunu..Hepimizin başı sağolsun, mekanı cennet olsun. O , bıyıklarının arkasından utangaç gülüşünü hiç unutmayacağım saygıdeğer hocam.. Hep karşına bir tane bile dikili binanın olmadığı gerçeğini çıkardılar. Ama asıl gerçek, fiziksel olarak algıladıklarımızın çok ötesinde, bunu anlayamadılar…

Bir yanıt yazın