Yaşam elden gidiyordu. Tam bir cinnet haliydi. Ortalık ayağa kalkmıştı. Yapılacak başka hiç bir şey de kalmamıştı. Dünya o ana kilitlendi. Herkes televizyonları, cep telefonları başında bu günü bekliyordu. Birleşmiş Milletler özel ve çok acil bir oturumda toplandı. Karar açıklanacaktı. Üye ülkelerle, bilim insanlarıyla, uzmanlarla yıllarca yapılan çalışmaların sonuçları onaylanacaktı. Nefesler tutuldu, kameraların önünde genel sekreter kürsüye çıktı. “İnsanlığın geleceği için” diye başladı…
Bütün dünyaya ve oturuma katılan ülkelere oy birliği ile gezegenin her yerinde uygulanacak ortak bir karar alındığını duyurdu ve devam etti. “Ülke ve coğrafya gözetmeksizin gezegenimizin her bir bölgesi, bütün yeryüzü hiç bir şekilde dokunulamayacak sit alanı ilan edilmiştir. Dünya yüzündeki istisnasız her yere yeni bina yapma yasağı getirilmiştir. Dağlar, ovalar, vadiler, ormanlar, kentler, turistik yerler, deniz kenarları da dahil. Bu yasakla ilgili yeni kurallar konulmuştur. Yasak, devletler arası koordine edilecek bir ağ içinde, Birleşmiş Milletler Komiseri’nin ve ona bağlı alt birimlerin kontrolunda gerçekleşecektir. Her şey ana merkezden yönetilecek, her ülkede denetimi sağlayan yerel birimlerle eşgüdüm halinde çalışılacaktır. Uzun yıllar sürecek bu yapı yapma yasağı ile ilgili kontrol noktaları olacaktır. Her şey kurulmasına karar verilen Mimarlık Polisi’nin denetiminde yapılacaktır.” diyerek konu ile ilgili diğer detaylara geçti.
Bunun anlamı mimarlığın sonuydu. Bırakın mahallenizdeki bir köşe başında ya da ülkenizin herhangi bir yerinde bina inşa edilmesini, bu dünyadaki her bir ülkede bina yapma sürecinin bitişiydi. Delice bir karardı. Demokrasi darmadağın olmuştu. Ama öte yandan belki de bambaşka bir demokrasinin, bambaşka bir yaşam mimarlığının, bina yapılmayan ama dünyayı kurtarmayı amaç edinen bir mimarlığın yeni baştan kurulması ve hemen hayata geçirilmesi, bunun yepyeni kurallarıyla yeniden düşünülmesi ve de yepyeni bir mimarlık eğitimiydi. Mimarlık adına var olan her şeyin alt üst olmasıydı. Mimarlık artık bina inşa etmemek olacaktı. Bu dünyayı yüzyıllarca sürecek bir çabayla kurtarma çabasıydı, özlemiydi. Bütün yapılan yanlışları düzelterek belki de yeni baştan yaratma hatta yepyeni bir dünya kurma, tekrar yeşili geri kazanma, yaşamı tehdit eden her yıl rekorlar kırıp doruklara çıkan sıcaklıkları, değişen iklimi, eriyen buzullları, taşkınları, doğanın tepkisini, felaketleri durdurma, azaltma hayaliydi. Son bir umuttu.
Uzun yıllar, uzun yüzyıllar içinde aklımıza gelecek her yer, binalarla, gökdelenlerle dev konstrüksiyonlarla doldurulmuştu. Bize nefes veren doğa yok edilmişti. Bütün ülkeler sınır tanımaksızın bir uçtan bir uca adeta betona, çeliğe, cama, plastik elyaflı ve yeni teknolojilerle üretilen malzemelere gömülmüştü. Kentler, kasabalar, köyler, aradaki bomboş alanlar, ovalar, deniz kenarları ve hatta dağlar ve dağların tepeleri, okyanustaki bakir adalar ve hatta göller ve hatta denizlerin büyük bölümü ve neredeyse her yer. İnsanlar nefes alamaz, sokaklar ışık alamaz hale gelmişti. İnsanlık kaderini bekler haldeydi. Hükümetler, politikacılar, belediyeler, özel sektördekiler, mimarlar, mimarlık okulları, ofisler, ofislere iş getirenler, medya, bundan para kazananlar bu resmin sadece bir kısmı görünen parçaları olmuştu. Ekonomiler bina yapmaya endekslenmişti. Geleceğe yönelik reçeteler, doların ve diğer büyük para birimlerinin bütün dünyayı etkileyen inişleri, çıkışları, hisselerin aşağı yukarı dalgalanmaları, petrol ya da doğal gaz satışlarına bağımlılık, bitmez tükenmez ihaleler, projeler, yarışmalar, bireylerden devletlere ana hedef olan hep büyüme ve ne pahasına olursa olsun para kazanma hırsı, bunların arkasındaki fondu.
Gezegenimiz öyle bir durumdaydı ki, anlatılamaz. Çağın ileri sistem ve malzemeleriyle ve dev oranlarıyla inşa edilen, beton ve çelik dağları ile gökdelenler, kuleler her yeri kaplamıştı. Ölçeksiz dev yığınların yanında ya da onlarla içi içe, aynen altmışlarda ya da yetmişlerin başlarında çoğu gerçekleşmeyen hayal ürünü olan metobolist projeler, uzun yıllar sonra çok daha yoğun ve çok daha çılgın halleri ve ölçekleriyle kentleri, doğanın ve denizlerin her yanını sarmıştı. İnsanlar böyle bir dünyada kafeslerde yaşayan böceklere dönüşmüştü. Bilim kurgu filmlerinde gördüğümüz gibi taksilerin yerini gökyüzünde ya da dev konstrüksiyonların arasında uçan hızlı küçük uçaklar, türlü türlü uçan dairelere benzeyen formlarıyla yerde de giden hava araçları almıştı. Her evin garajında birkaç tane bunlardan olur, onlar kullanılırdı. Tabii ki akıllı aletlerdi. Kendilerinin şöförleriydiler. Bu dev bina konstrüksiyonlarına genellikle yukarıdan girilir şanslı olanlar biraz gökyüzü görür dev kalabalık ise adeta kafeslerin içinde olurdu. Çok katlı yollar bu yığınlara girer çıkardı. Buldukları her yere yayılan o döneme özgü gecekonduların yanında, dar gelirliler ya da parasızlar için köstebekler gibi yerin kaç kat altına inilmişti. Zamanın teknolojileri ile yaşama birimlerinin olduğu dehlizler, labirentler yapılmıştı. Bu yeraltı kentleri adeta modern mezarlıklar gibiydi. Yaşam kalitesi açısından yer üstü, yeraltı dünyalarında ve gecekondularda yaşayanlar arasındaki uçurum çok büyümüştü. Problemler çok artmıştı. Dünya nüfusu şimdiye göre kim bilir kaç kere katlanmıştı. Kısacası altıyla, üstüyle en küçüğünden en büyüğüne kentler, burun buruna yaşanan dev hapishanelere dönüşmüştü.
Tarım herkesin küçük bahçelerinde, balkon ve teraslarında ürettikleri dışında bitmişti. Bırakın ekolojik ya da doğal beslenmeyi, gıda marketleri yok olmuş yemekler ayak üstü haplarla, burundan ağızdan alınan spreylerle idare edilir hale gelmişti. Artık alınan uyarıcılarla ya da özel tedavilerle, uyumadan ya da çok az uyuyarak yaşamak da mümkündü. Dünya insanların bitmek tükenmez koşuşturmalara, çalışmalara kendilerini adadıkları suni bir makineydi artık. Etrafımızdaki her işi yapan robotlar da işin çabasıydı ve irili ufaklı her yeri kaplamışlardı. Mimarlar ve diğer tasarımcılar da akıllı robotların okumalarıyla artık bütün düşündükleri, hayal ettikleri tasarımları kısa sürede önlerinde buluyorlardı. Eskiz neredeyse anında projelere dönüşüyordu. Binalar da yeni teknolojilerle, robotların yardımıyla çok kolay ve çok sayıda inşa ediliyordu. Yapay zeka neredeyse normal zekanın ikizi olmuştu. Aklımız ve düşüncelerimiz onlarınkilerle adeta bağlanmıştı. Her şey biliniyor, kontrol ediliyordu. Her şey her şeyin içindeydi. Robot ve insan dünyası hem fiziksel, hem de kafa olarak yapay zeka ile adeta birbirine karışmıştı. İnsan olup da robot tarafı da olan kişiler ya da tam tersi olanlar, klonlama ya da kopyalamayla üretilenler de gün geçtikçe artıyordu. Nano teknoloji ise yaşama, malzemelere, makinelere, binalara her seviyede başka olasılıklar açmıştı. Ama sanki herkes, robotuyla, insanıyla, klonlarıyla her yerdeydi, hep birlikteydi. Özel hayat diye bir şey neredeyse yoktu, neredeyse ne duygular kalmıştı, ne de sevgi. İleri teknolojilerle bugüne göre çok daha uzun yaşatılan insanlar yürüyememekten, egzersiz yapamamaktan, suni beslenmekten ağırlıklarının iki üç katına çıkmıştı.
Ülkeler, onları yönetenler de artık çaresizdi. Farklı gezegenlerde yıllardır aranan yaşam umudu ve göç ileride çok küçük bir azınlık için geçerli olabilirdi. Bu bütün dünyanın kaderiyle baş başa kalıp, giderek adım adım yok olması demekti. Birleşmiş Milletler kararı o gün son bir umut olarak hep birlikte, neredeyse oy birliğiyle kabul edildi. Gezegenin her yerinde uygulanacak ortak karar resmen yürürlüğe girdi. Herkes biliyordu ki bu değişim kolay olmayacak hatta uzun yıllar alacak, gelecek jenerasyonların feda yılları, yüzyılları olacaktı. Bu kurulu ekonomik düzenin, bina, proje yapmaya dayalı devlet planlarının, farklı ölçeklerde bütün sistemin alt üst olmasıydı. Zaten bütün bu değişimlerin arasında yıllardır krizde olan mimarlık dünyası birbirine girdi, mimarlar ayağa kalktı, çoğu mimarlık fakültesi, ofisler kapandı, kapatıldı. Kalanlar ise bu değişime uzun yıllar alışamadı. Zaten yıllar içinde darmadağın olmuş endüstriler, ekonomiler tamamen çökme noktasına geldi, hükümetler devrildi, askeri ve siyasal paktlar, eski ve yeni birliktelikler paramparça oldu. Bu dünya yüzündeki tüm silahların tamamen yasaklandığı hiç bir ülkenin artık başkasına her ne sebeple olursa olsun saldırmadığı, elinde deposunda ne varsa yok edildiği, bütün nükleer silahlar ve santrallar de dahil sıfırlandığı uzun yıllar öncesinde alınan kararın ardından alınan başka bir ortak kabul ediş ve devrim gibi alınan bir karardı. Önce en gelişmiş ateşli silahlar, nükleer santraller, bombalar, uçaklar, jetler, hızlı trenler sustu. Binaların etraflarındaki dev iskeleler, gökdelenleri diken iş makineleri, vinçler, yüksek kule kaldıraçlar, vızır vızır yük taşıyan kamyonlar, dampelli kamyonlar, robotlar hepsi durdu. Ne ülkelerin programlarında olan mega projeler, uydu kentler, yerleşmeler, kanal yapımları, baraj inşaatları ne de dev santral inşa etme yarışı kalmıştı. Bu internet çağının ötesinde bambaşka teknolojilerle başka çağlara geçen dünya yeniden dev bir köy haline geldi. Ne mimarlık, ne de mimar kalmıştı. Robotlarla birlikte taş devrine dönmüştük.
Bir yanda savaşlar, harcanılan trilyon dolarlar, artık gündelik yaşamda sıradan olaylar gibi hayatımıza giren dehşet verici görüntüleri, televizyonlarda uzaktan izlediğimiz sınırlar arası stratejiler, algı operasyonları, kavgalar, bombalamalar, her yıl kaybedilen ve sakat kalan milyonlar, her bir savaşın arkasından gelen alan temizliği, sonra yeniden inşa etmeler, bundan kazanılan, birilerinin cebine giren dolarlar, bir yanda da dünyanın büyük çoğunluğu açlık sınırında yaşayıp ayakta durmaya çalışırken bir avuç zenginin de piramidin en ucunda yer alması, gücü ellerinde tutmaları, payın en büyüğünün sahibi olmaları, adeta her şeye karar vermeleri, siyasi iktidarları, devlet düzenleri, günlük yaşamları etkilemeleri, hepimizin zengin olma hayali, konforlu yaşam istemesi, hem ülkeler hem de bireyler olarak her ne pahasına olursa olsun bu düzendeki tüketim endüstürisinin kuralları içinde yaşaması, yaşamaya zorlanması, eskiyi fırlatıp atması ve her şeyi yeniden yeniden alması, modanın insanlara adeta dayattıkları, eskinin her zaman yok edilmesi, bütün ofislerin, bütün ekonomilerin, bütün projelerin bu tüketim düzeni içinde oyunun kurallarına ortak olmaları, arabalarımızdan giysilerimize, oturduğumuz evlerimizden, günlük yaşamımıza hatta geleceğimize kadar her şeyin bununla yakından ilişkili olması, binaların en büyüğünü, en konforlusunu, gökdelenlerin en yükseğini, havalimanlarının bile en görkemlisini yapma hayalimiz, gezegenimizin adeta paranın etrafında dönmesi ve paranın din, milliyet, ülke tanımaması adeta önüne gelen her şeyi, insan yaşamını bir sel gibi aslında dümdüz etmesi, yok etmesi bu dramatik serüvenin acı özetiydi. Bunu hak etmiştik.
Her şeye sıfırdan başlayacak, artık elde avuçta olan ile yetinecek, bulduklarımızı değerlendirecektik. Ülke ekonomilerin darmadağın olduğu yılların ardından gelen her ülkenin kabul ettiği yaptırımlardı. Her şeye yeniden, en baştan başlama zamanıydı. Ülke çapında ve her bireyin harcamalarının çok dikkatle ve kontrol altında yapılacağına da işaretti. Metre karelerce konforlu yaşamların, dev dairelerin, villaların, yaşam şekillerinin, harcamaların, dev ışıklandırmaların, her türlü adımların büyük bir network kontrolü altında olduğu bu zaman, herkes için artık yeniden değerlendirme zamanıydı. Mimarlık var olan mekanların değerlendirilmesine, insanların çok daha ekonomik yaşamasına, etraftaki büyük fazlalıkların hızla yıkılıp yaşayanlar için boş alanlar yaratılmasına, tekrar yeşil bir dünya seferberliğine, kaybedilenlerin kazanılmasına yönelik ilkeler araştırmalar üzerine kurulacaktı. Özetle önce kafamızdakileri sonra da dünyayı kendi ellerimizle adım adım yeniden yıkacak ve yeniden adım adım başka bir anlayışla kuracaktık. Ve kim bilir kaç yıl, kaç yüzyıl sürecek yıkım devri başladı.
Hikayenin sonunda anladığım bizim bildiğimiz, öğrendiğimiz, üzerine titrediğimiz mimarlığın sonunun artık geldiğiydi, her yeri tıklım tıklım dolduran, ofisleri projelere boğan, bina yapmaya dayalı, paraya bağımlı mimarlığın bittiğiydi. Dahası proje fikrinin giderek yok olmasıydı. Proje her şeyi programlamanın ötesine geçti ve yaşamın ta kendisi oldu, olmuştur diyebilirim. Artık tek bir proje vardı. O da dünyamızı kurtarmaktı. Aradan neler olduğunu bilmediğimiz uzun yıllar daha geçti. İnsanların aklına giren robotlar, ya da robotların aklına giren insanlar, klonlanmış, kopyalanmış olanlar ne oldu ? Tam anlamıyla bir kaostu. Rüyadaydım, döndüm durdum sanki kan ter içinde uyanmaya çalıştım. Gerçek miydi, hayal miydi, her şey iç içe girmişti, ayıramadım. Bütün dünya başımıza yıkılıyor sandım. Kabus desem bir türlü, umut desem bir başka türlü, her şey karmakarışık olmuştu.
Uyanmışım… Yeni bir gün başlıyordu. Hämeentie yoluna bakan pencereden erken sabahın gelişini izledim. Sörnainen tarafında kıpkızıl bir gökyüzü her yeri kaplamıştı. Karşımda, biraz sağa doğru, yol kenarında hala ışıklı reklam lambası yanan Koko Jazz Evi’nin ve ara yolda arkasındaki küçük semt Kilise’nin neredeyse biribirine bitişik, şimdi ıslak teras olan çatılar parlıyordu. Onların gerisinde etrafı saran 6 – 7 katlı, sıra sıra biribirine bitişik apartmanların oluşturduğu kent peyzajının koyu silüeti dikkatimi çekti. Arkadaki koyuluk, üzerinde kimsenin olmadığı dev bir sahneyi sarmıştı sanki. Silüetteki çatıların sağ tarafında, tepede kentin ve ülkenin en büyük ibadethanesi olan Beyaz Katedral’in kubbesi ve altındaki yukarıdan aşağı dikdörtgen pencereleri ile biblo bir heykel gibi uzakta duruyordu. Ona bakarken, o koyu siluetin önünde, kızıl sabahın saydığım aktörleri ile birlikte sanki birden bire bütün dekorlar değişti. Kilise, Koko, dizi dizi, bitişik apartmanlar, caddenin iki yanına yeni yapılacak bisiklet yolları ve ortadaki tramvay durakları ile ilgili hala inşaatı bir yandan süren delik deşik Hämeentie yolu, oralarda biraz önce köpekleri ile dolaşan bir kaç kişi aniden kaybolup gitti. Bu defa Tampere Mimarlık Okulunda birkaç yıldır yaptığımız stüdyomuzun bu yılki “Kağıttan Kentler”i ortaya geldi. Dikdörtgen cam atölyemizde uzun geçiş yolunun iki yanında enlemesine sıralanan uzun masaların arasındaki komşu yerleşmeleri hatırladım. Çalışmalarını stüdyonun tavanlarındaki metal ızgaralara asan ve kentleri atölyenin bir başından bir başına yerlere seren, öğrenciler ve sohbetlerimiz bir görüntüye geldi. Stüdyodaki dev kağıt enstalasyonların, yukarıdan sarkan ahşap parçalarla, bir uçtan bir uca asılı iplerle tasarlanan kent heykellerinin arasına girip çıkan öğrenciler birbirinden farklı koreografilerle hikayelerini sergiliyorlardı. Kentin görünen, görünmeyen problemlerine dokunarak jürinin önünde rollerini oynuyorlardı. Günün sonunda stüdyoyu bu yıl birlikte yürüttüğümüz Anna (Koskinen) ve jürideki Panu (Lehtovuori) ve diğerleri ile bu oyuna katılmak keyifliydi.
Biraz önce Hämeentie’de gördüğüm kim bilir kimler tarafından tasarlanmış, robotların olmadığı dönemden kaç yıl önce pafta pafta binbir emekle çizilmiş, adım adım inşa edilmiş, çoğu beton ya da taş kutunun, bu atmosferde bana asık yüzlü hissi veren binaların arasında, arkada Senato meydanına açılan beyaz Katedralin buradan görünen tepesinin önünde keşke “Kentler kağıttan olsa ya da kağıttan olsaydı” diye düşündüm bir an için…. “Her şey ne kadar da kolay olurdu” demişim. Mimarlığı, bitmek tükenmek bilmeyen inşa etme halini ve para hırsı adına bu dünyada yapılan çılgınlıkları ve kabus dolu anları, yok edilenleri düşününce…….. *,**, ***