Elips, Parabol, Hiperbol Kenti; ya da Ay’da Bir Antalyalı

Aspendos Tiyatrosu

Soyadı bizzat Atatürk tarafından verilmiş, Türk Dil Kurumu’na Başyazman olarak atanan Agop Dilaçar (soyadına dikkat), 1971 yılında Türk Dil Kurumu tarafından ikinci baskısı yapılan bir geometri kitabına yazdığı önsözde şu ifadeyi kullanır:

Bu kitabı Atatürk, ölümünden bir buçuk yıl kadar önce, III. Türk Dil Kurultayı’ndan hemen sonra 1936-1937 yılı kış aylarında Dolmabahçe Sarayı’nda kendi eliyle yazmıştır

Atatürk ve geometri… Atatürk’ün pek az bilinen bu ilgisinin köklü bir nedeni olmalı.Yine Dilaçar’a göre, 44 sayfalık bu kitabın yazılış nedeni Atatürk’ün Türkçe matematik terimlerini üreterek dilimize kazandırma isteği olarak ileri sürülüyor. Aşağıda bazı örnekleri verilen, Osmanlıca kelimelere karşı Atatürk’ün önerdiği kelimeler Dilaçar’ı doğrulamaktadır.

Buz’du-boyut, amud-dikey, dılı-kenar, faraziye-varsayı, hattı munassıf-açıortay, kutur-çap, kavis-yay, kaide-taban, kaim zaviyeli müselles-dikey üçgen, mekan-uzay, muhit-i daire-çember, mümas-teğet, mustatil-dikdörtgen, muhammes-beşgen, mecmu-toplam, mahrut-koni, müselles-i mütesaviyü’ssakeyn-ikizkenar üçgen, murabba-kare, muhit-çevre, nispet-oran, satıh-yüzey, şakuli-düşey, zaviye-açı

Bu ilgi ve isteğin kökü çok daha derinlerde bir nedeni olmalı!

Tıpkı bir ormanın sadece ağaçlar ve kuşlardan oluşmadığı gibi kentlerde sadece binalar ve insanlardan oluşmaz. Her ikisi de kendilerini var eden sayısız bileşenin toplamından çok daha fazlasını içerir çok daha fazlasını ifade eder. Ormanı ya da içinde yaşadığımız kenti tanımak, anlayabilmek ve de sevebilmek onları oluşturan bileşenlerin toplamından fazlasını bilmeyi, anlamayı gerekli kılar. Ormana verilecek zararı kesilecek ağaç sayısı ile eşdeğer hale indirgememiz, üzerinde ağaç yok diye bir alanın orman niteliğini yitirmiş olduğunu ileri sürmemiz, tüm biyolojik ve ekolojik zenginliğine karşın makilik alanları ormandan saymayışımız ile kentleri cadde, sokak bina yığını olarak algılayıp rüzgarı, kuşu, ağacı dışlayışımız, kentleri bir ortak yaşama alanı olarak değil rant alanı olarak görüşümüz arasında aslında bir fark yok. Ormanı ne kadar biliyor ve tanıyorsak içinde yaşamakta olduğumuz ve olacağımız kentlerimizi de o kadar biliyor ve tanıyoruz. Bilmek ve tanımak sevme ve sahip çıkmanın rahmidir.

Bu bağlamda Antalya’yı ne kadar biliyor, tanıyor, seviyor ve sahip çıkıyoruz? Örneğin, MÖ 262 yılında Perge’de doğan ve bu nedenle Pergeli Apollonius olarak bilinen ünlü geometrici size tanıdık geliyor mu?

Ay’da bir Antalyalı

Koni kesitleriyle ilgili çalışmaları nedeniyle “geometrinin altın çağının son temsilcisi” olarak ünlenen Pergeli Apollonius yaşadığı dönemde Antalya (Attelia), ünlü Bergama Kralı 2. Attalos tarafından henüz kurulmamış olduğundan Antalyalı Apollonius, hemşerimiz Apollonius olarak da kabul edilebilir.

Mısır’ın İskenderiye kentine giderek, Öklid’ten sonra gelen matematikçilerden dersler alan, bir ara Bergama’ya uzanıp orada matematikçi Odemus ve Bergama Kralı 1. Attalos ile bilimsel çalışmalarda bulunan ve MÖ 190 yılında İskenderiye’de yaşamını yitiren hemşerimizin ölümünden yaklaşık 2200 yıl sonra da kendinden söz ettirebiliyor olması son derece önemli.

Matematik dünyası analitik geometri özelliklerinin hemen hemen tamamını hemşerimiz Apollonius’a borçludur. Dairesel tabanlı ve tepesinin her iki tarafından sonsuza kadar uzatılmış bir koninin bir düzlemle kesilmesi durumunda, eğitimimizin belirli aşamalarında hepimizin canını sıkmış olan; eğri, doğru, çember, hiperbol, elips veya parabol elde edileceğini ilk kez Apollonius göstermiştir. Apollonius çalıştığı bu konu üzerinde “Koniler” (Conics) adlı sekiz ciltlik bir eser kaleme almıştır. İlk dört cilt yazılmış oldukları orijinal dildeki kopyalarıyla günümüze kadar korunabilmiştir. Hemşerimiz Apollonius Antalya’nın kurucusu 2. Attalos’un büyük babası 1. Attalos’a ithaf ettiği son dört cildin ilk üçü ise ancak Arapça çevirileriyle günümüze kadar gelebilmiştir. Son cilt ya yazılmamıştır ya da kayıptır. İlk yedi cildin İbnil Heysem tarafından Arapçaya tercüme edilmiş el yazmaları halen Süleymaniye Kütüphanesi’nde korunmaktadır. Pergel ve cetvel yardımıyla üç çembere teğet çizme, Apollonius problemi olarak bilinir. Ayrıca Apollonius, π (pi) sayısı konusunda Arşimet’in hesaplamalarından çok daha uygun bir hesaplama yöntemi de geliştirmiştir.

Abartmadan ve “Matematiğin Aydınlık Dünyası” adlı kitabın yazarı Sayın Sinan Sertöz’ün ifadesiyle, insanlığın uzay macerası Pergeli Apollonius hemşerimizin yukarıda sözü edilen çalışmalarıyla başlamıştır. Bu çalışmalar, kendinden yaklaşık 1800 yıl sonra yaşamış olan Kepler’in 1605 yılında açıkladığı gezegenlerin hareketi yasasına ilham vermiş, temelini oluşturmuştur. Kepler, gezegenlerin hareketleriyle ilgili çalışmaları sırasında Mars’ın yörüngesini incelerken “bütün gezegenler, odaklarından birinde Güneş’in bulunduğu elips biçimli yörüngeler üzerinde hareket eder” biçiminde formüle ettiği, kendi adıyla anılan ilk yasayı oluşturmuştur. Kepler’in bulguları gezegenler sistemiyle ilgili kuvvet ve çekim yasalarının saptanmasını olası kılarak dünyayı evrenin merkezi olmaktan çıkaran Kopernik’in kuramını desteklemiş, haklı çıkarmıştır. Diğer yandan, kuramın tam olarak yerine oturması için öncelikle sistem olasılığının gözlem yolu ile doğrulanması da gerekmiştir. Bu konu üzerinde çalışan Galile, gezegenlerin hızları ile güneşe olan uzaklıkları arasındaki ilişkileri inceleyerek, yer çekimi yasalarını belirlemeye çalışmıştır. Eğer hemşerimiz Apollonius ve onun çalışmalarından etkilenen Kepler, Kopernik ve Galile gibi geometriciler, astronomlar olmasaydı, Newton çekim yasalarını belki de hiç bulamayacaktı. Yani, Kepler’in gezegenlerin yörüngeleri hakkındaki ince ve ustalıklı hesaplamaları, Newton’un çekim yasalarına kadar uzanan çetin bir bilimsel sürecin ilhamını vermiş, alt yapısını oluşturmuştur.

Aya bir Türk astronot gönderme konusundaki bastırılmış özlemimiz geçenlerde Sayın Cumhurbaşkanımız tarafından, bir rica biçiminde de olsa, dile getirilmişti. Farkında olmasak da, ay ile ilgili çalışmalar da yapmış olan hemşerimiz Apollonius’un adı; onun çalışmalarından yararlanmış, kadirşinas kişi ve kurumlar tarafından ay üzerindeki kraterlerden birine verilmiştir. Bir başka anlatımla hemşerimiz Apollonius’un adı dünya sınırlarını aşıp Ay’a kadar ulaşmış. Bize ulaşamamış olması ne denli düşündürücü ve hüzün verici, değil mi?

Yaşanılan kente ya da ülkeye, o kentin ya da ülkenin değerleri eklemlenemediğinde kentler kent, ülkeler ülke olmaktan uzaklaşır, ev sahibi, yurt sahibi olma kararlılığının yerini “kiracı” vurdumduymazlığı alır.

Olağanüstü yetenek ve yaratıcı güce sahip, dahi geometrici hemşerimiz Apollonius bazı gerçekleri yüzlerce yıl öncesinden sezmiş ve kendinden sonra gelenlerin hizmetine sunarak farklı bir dünya tasarımına yol açmıştır. Geçtiğimiz yüzyılın olağanüstü yeteneğe ve yaratıcı güce sahip, devlet kurmuş, örnek olmuş bir liderin, Atatürk’ün; son günlerinde, tıpkı hemşerimiz Apollonius gibi, kendi elleriyle bir geometri kitabı yazmaya kalkışması basit bir tesadüf olabilir mi?

Dahiler arasındaki özel ve kişisel iletişim aradan geçen binlerce yıla karşın canlı kalabiliyor. Önderimiz Atatürk ile hemşerimiz Apollonius arsında bu tür bir ilişki olmalı. 2. Attalos’un “yeryüzü cenneti” olarak seçilen bir coğrafyada adını verdiği günümüz Antalya kentini kurması ve aradan 2200 yılı aşkın bir zaman geçtikten sonra, bir ziyareti sırasında Atatürk’ün “kuşkusuz Antalya dünyanın en güzel kentlerin biridir” demesi yurt kuranların coğrafi dehalarının da kanıtı olarak görülemez mi?

Antalya’da var “Expo”da yok

Tesadüfe bakın! Ülkemizin ilk “Expo” deneyimi “Expo 2016” botanik ve çocuk temasıyla Antalya’da ve Perge antik kentinin bitişiğinde gerçekleştiriliyor. Ay’da var olan Apollonius Expo’da yok! Kadim hemşerimiz Apollonius’un dünya literatürüne kazandırdığı elips, parabol, hiperbol gibi kavramları hatırlatacak bir ize ne Antalya içinde ne de Expo 2016 alanında rastlamak mümkün.


Herodes Atticus Tiyatrosu

Antalya gibi dünyanın en büyük traverten platosunun güneydoğu kıyısında yalıyarlarla çevrili bir tepe üzerinde kurulu Perge’nin kuş uçuşu 25 km doğusunda neredeyse sadece tiyatrosuyla tanınan Aspendos antik kenti var. Bu tiyatro dünyanın en iyi korunmuş tiyatrolarından biri olarak biliniyor ve Atatürk’ün tavsiyesine uygun olarak, 20 yıldır Aspendos Uluslararası Opera ve Bale Festivali’ne ev sahipliği yapıyor. Muhteşem bir yapı olan Aspendos tiyatrosu bu sanatsal kullanıma ve en çok ziyaret edilen antik yapı olma ününe karşın, niteliklerine uygun bir restorasyon geçirememiştir.


Merida (İspanya) Tiyatrosu

Niteliklerine uygun restorasyondan neyi kastettiğimi açıklamak için, her ikisinde de benzer etkinlikler izlediğim Aspendos Tiyatrosu ile Atina Parthenonu Herodes Atticus Tiyatrosu’nu basit bir örnek vererek karşılaştıracağım. Birinde etkinliğe tuvaletler ve smokinlerle gidebiliyorsunuz diğerinde şortunuz ve piknik sepetinizle.


Verona Arena Amfi Tiyatrosu

Farklı ülke ve kentlerde nitelikli sanatsal etkinlikler için kullanılan çok sayıda antik tiyatro var. İspanya’nın Merida kentindeki Roma Tiyatrosu, İtalya’nın Verona kentindeki Arena Amfi Tiyatrosu, Yunanistan’ın Mora yarımadasındaki Epidourus Tiyatrosu bunlardan bazıları.


Epidauros Tiyatrosu

Kullanım ve fiziki durumundan bağımsız olarak, Aspendos Tiyatrosu’nun tanınıyor ve biliniyor olması önemli. Ya Perge Tiyatrosu için ne düşünürsünüz? En azından 20 yıldır ziyarete, dolayısıyla da ilgi ve ihtimama kapalı olan Perge Tiyatrosu’ndan söz ediyorum. Aspendos Tiyatrosu’nun önemini göz ardı etmeden, Perge Tiyatrosu’nun mimari açıdan Aspendos Tiyatrosu’ndan çok daha özgün ve değerli olduğunu iddia edersem ne düşünürsünüz? Altını çiziyorum: Aspendos iyi korunmuş bir tiyatrodur, Perge Tiyatrosu mimari anlamda muhteşem bir tiyatrodur. 

Antalya Arkeoloji Müzesi’nde bir zamanlar Perge Tiyatrosu sahne binasını süslemekte olan muhteşem heykellerin sergilendiği özel bir salon vardı. Tiyatronun sahne binası, etekleri Diyonizos’un doğumu ve seyahatlerini resmeden dünyanın en iyi korunmuş derin firizleri ile süslüdür. İç mekanları tümüyle mermer olan bu tiyatro şehre 15 km, Expo 2016 alanına 5 km uzaklıktadır. Gerek 5 giriş-çıkış kapısı gibi yapısal, gerekse benzeri olmayan süsleme ayrıntılarıyla Perge Tiyatrosu, değeri anlaşılamamış bir mimari şaheserdir.

Yetmedi. Perge Tiyatrosu’nun hemen önünde, Anadolu’nun Afrodisyas’tan sonra en iyi korunmuş 10.000 kişi kapasiteli stadyumu bulunmaktadır.  Sütunlarla bezeli, ortasından su kanalı geçen kuzey-güney yönlü ana cadesi ile Antalya kentine (palmiye ağaçlarıyla Atatürk Bulvarı) ilham veren Perge Antik kentinin diğer önemli nitelikleri bir yana, sadece bu iki anıtsal yapının nitelikli restorasyonu ve kullanıma açılması, Antalya kentine ve Antalyalılara olduğu kadar ülkemize de derinlikli kültürel ufuklar kazandırabilirdi. Müze ve ören yeri ziyaratçi sayılarının azalmasına paralel olarak kişi başı turizm gelirlerinin sürekli azalma eğiliminde olması, bu değerlere verdiğimiz önem ile yakından ilişkili olmalı.


Perge Tiyatrosu Diyonizos Frizleri

Yahya Kemal üstadın dediği gibi, eğer insan alemde hayal ettiği müddetçe yaşıyorsa, gelin bir hayal kuralım. Bir günün kuşluk vakti restorasyonu tamamlanmış stadyumda 2000 sene öncesinin spor yarışmaları ya da araba yarışlarının heyecanını yaşadıktan sonra, restore edilmiş sahne binası Antalya Müzesi’nde sergilen heykellerin replikalarıyla süslenmiş ve belki de üzeri uygun bir tasarım ve malzeme ile örtülmüş muhteşem Perge Tiyatrosu’nda Frig yapımı çifte kaval resitali izliyoruz. Yani en azından son 2000 seneyi birkaç saatlik süre içinde yaşayabiliyor, farkına varmasak da günümüzle ilişkilendirebiliyoruz. Bu Antalya gibi yılda 15 milyon yerli ve yabancı ziyaretçiye ev sahipliği yapan bir kent için düş olmamalı.

Ama öyle.

Üstelik bu konularda en cılızından bir kamuoyu oluştuma çalışması, bir mimari inceleme, kültürel öneri bile yok görünürlerde. Bir hemşehrisinin adını (bizim haberimiz olmadan) Ay’da bir kratere yazdırmış bir kent için ne kadar hüzün verici.Acaba “Kadın Yarı” gibi doğal olduğu kadar kültürel bir değere “beton şelale”, “demir gezi yolu” monte edebilme yaratıcılığının ardında da aynı kültürel kopukluğu mu aramak gerekir?

Acaba kentlerimizde yerleşik, kararlı bir ev sahibi gibi değil de; tedirgin, göçebe bir kiracı gibi yaşamakta oluşumuzun bununla bir ilişkisi olabilir mi?

Etiketler

Bir yanıt yazın