Bunca yıllık prensiplerimi bir kenara bırakıp, kamuyla iş yapmanın bedelini ödediğimi düşünüyorum. Üstelik, neden ülkemizde çok uzun yıllardır doğru dürüst yapı yapılmadığının cevabını bir kere daha aldığıma da memnunum.
Günümüzden yaklaşık 500 yıl önce ünlü düşünür Francis Bacon “büyülü sarayları çabucak yaratmayı şairlere bırakın, daha kolaydır” demektedir. Mimarlık eğitimi almış bir kişi olarak bizim işimiz sözcüklerle oynamak değil, insanların içinde dolaşmaktan ve onu kullanmaktan mutluluk duyacağı yapılar yapmak olmalıdır. Pek çok mesleğin temelini, görmek oluşturur; yaptığı işte başarılı olmak isteyenler bakmaktan, görmeye geçmek zorundadırlar. Görmek, geliştirilmesi gereken bir duygudur. Uzun yıllar aynı şeye bakarsınız, sık sık önünden geçersiniz, ancak onu görmezsiniz. Eğer bir problemle karşılaşmışsanız, yaptığınız işin gereği olarak onu aramıyorsanız, yanı başınızda da olsa gerekmediği için onu görmezsiniz. Bu nedenle insanlığın en önemli özelliği olan merak duygusunu geliştirmek, bizi çok alakadar etmese de merak edip araştırmak pek çok şeyi görmemize ve bu nedenle öğrenmemize, bilgi dağarcığımızı genişletmemizi sağlar.
Ülkemizde yapılan yeni yapıların, hem mimari hem de yapı olarak kalitesizliği hepimiz için büyük bir üzüntü kaynağıdır. Bence bunun altında yatan en önemli neden merak duygumuzun olmaması ve buna bağlı olarak da görmeyi ve öğrenmeyi toplumca unutmamızdır. Pek çok meslektaşımın araştırmak, bu ülkede binlerce yılda oluşmuş olan kültürleri ve onların yarattığı örnekleri görmek ve onlardan ders almak yerine, yeteri kadar bilmedikleri ve tanımadıkları kültürlerin dergi ve kitaplarda yayınlanan örneklerine bakarak, içeriğini özümsemeden kopya örnekler yapmaya çalışmalarının getirdiği olumsuzluklar hepimizi sıkıntıya sokmaktadır.
Önce kendimizi tanımalı ve öğrenmeliyiz, mimarlık mesleği için bunun en iyi yolu rölöve yapmaktır. Proje çizmek, iyi proje düzenlemek elbette önemlidir, ancak amaç proje yapmak değil, yapı yapmaktır. Mimarlar yalnızca proje çizmezler, mimarlar yapı yaparlar, yapı yapmalıdırlar. En iyi projelerin bile uygulandığı zaman, yani gerçeğe dönüştüğü zaman çoğu kişiyi rahatsız ettiğini bilmekteyiz. Gerçek olan, içinde insanların yaşadığı, mutlu oldukları, geleceğe kalacak yapılardır. İşte bunun için geçmişi görmeyi ve onu geleceğe taşımayı öğrenmemiz gerekiyor. Geçmişte şehirlerimiz nasıl oluştu, geçmiş dönemlerin anıtsal ve sivil yapıları nasıl yapılıyordu? Zaman zaman bazı anlamsız taşlamalarla da karşılaşsam, yine de öğrenmenin öncelikle yapmaktan geçtiğini savunurum. Rasmussen’in dediği gibi mimarın işi zordur, o, oyuncuları sıradan insanlar olan bir oyunun rejisörüdür. Her ne kadar teorik olarak istediği oyuncuları seçme şansı varsa da, geçmişte de gördüğümüz gibi pek çok faktör ona, istediği oyuncular ile bu oyunu oynamasına, istediği yapıyı yapmasına imkan vermez. Ülkemizde XX. yüzyılın başlarından itibaren oluşan karmaşa yapı yapma sanatının büyük oranda unutulmasına yol açmıştır. Betonarmenin yaygın olarak kullanılmaya başlandığı ülkemizde, geleneksel yapı malzemelerini tanıyan, onları geçmişte olduğu gibi kendi yeteneklerini katarak hayata geçiren usta sayısı neredeyse yok denecek kadar azdır. Bu bizim öncelikle geleneksel yapı formlarını, estetik anlayışı, orantı denilen kavramı unutmamıza yol açmıştır. Geçmiş mimarinin yarattığı sivil mimarlık örneklerini günümüzde muhafaza etmek oldukça zor bir konudur; yaygın olarak kullanılmayan, yalnızca nostaljik olarak beğenilen, sahibi kendimiz olduğumuz zaman şikayet ettiğimiz… Ancak başkasının mülkü olan korunması gerekli yapıların muhafaza edilmesini istemenin çağdaş bir insan için başarı değil, başarısızlık olduğunu düşünürüm. Geçmiş kültürümüzün yarattığı şehirlerimizi ve onu oluşturan geleneksel konut yapılarımızı geleceğe aktarmak istiyorsak, öncelikle bu yapıların çağdaş kullanım olanakları ile kullanılabilirliğini sağlamak mecburiyetinde olduğumuzu unutmamalıyız. Bu nedenle onu yaşanabilir hale getirmeye çalışan her türlü girişime destek vermeliyiz. Bu problemi yok farz ederek veya bürokrasinin oluşturduğu emir verme ve yasaklama anlayışı ile çözmemiz mümkün değildir.
İşte anlatmaya çalıştığım bu nedenlerle bir örnek olması amacı ile gerçekleştirdiğimiz Antalya Kaleiçi Akdeniz Medeniyetleri Araştırma Enstitüsü binalarını gezen Eskişehir Büyükşehir Belediye Başkanı Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen Haziran 2000’de beni telefonla aradı. Çok iltifatkar sözler söyledi:”…ben pek kimseyi aramam, takdir hislerimi sözlerle ifade etmem, ancak bu yapılar gerçekten olağanüstü. Sinan’cığım seni kutlarım, bunca yıldır bana restorasyon diye portakal sandığı yapmayı yutturmuşlar…” dedi. Hemen akabinde “…ne olur bize yardım et. Eskişehir’de de benzer bir Enstitü kuralım. Odunpazarı’nda bir örnek yapalım…” dedi. Ben de çok sevindim ve heyecanlandım. “Hoca, elimden ne gelirse yaparım, merak etme” dedim ve kısa bir süre sonra Eskişehir’e giderek kendisini ziyaret ettim. Odunpazarı’na gittik. Akarbaşı Mahallesi’nde Atatürk Bulvarı’ndan [Seyitgazi Caddesi] cephe alan ve Belediye tarafından kamulaştırılmış üç yapı adasında böylesi bir projenin gerçekleştirilebileceğine karar verdik. İki, üç kere tüm büro Eskişehir’e gittik, rölöveler yaptık, literatür araştırmalarına giriştik ve üç ay sonra Eskişehir’e bir armağan olarak avan proje niteliğinde bir proje sunduk. Yılmaz Hoca büromuza kadar gelerek projeyi aldı. Hiç unutmam, hepimiz öylesine heyecanlanmıştık ki, sarılıp birbirimizi kutlarken, Hoca’nın gözlüğü bile kırıldı. Eskişehir’e dönen Hoca bu projeyi önüne gelene göstermeye başladı, beni de pek çok kişi aradı ve kutladı: “Aman nasıl oldu da birinin aklına geldi. Belki bu sefer Odunpazarı kurtulur” dediler.
Kısa süre sonra bu projenin uygulamaya konulmasına karar verildi. Yılmaz Büyükerşen bana uygulama projelerini çizmemi teklif etti. Ben de ona, bunca yıldır kamuya armağan dışında iş yapmadığımı, bu işi Eskişehir’de kurulacak bir büro eliyle yapmanın doğru olacağını, bu projenin, Odunpazarı’nı göz önüne alırsak çok küçük bir bölüm olduğunu, Eskişehir’de konuyu bilen eleman azlığını göz önüne alarak insan yetiştirmenin çok daha önemli olduğunu anlatmaya çalıştım. Sonuçta o beni ikna etmiş olmalı ki altı ay sonra armağan olarak çizdiğimiz avan projenin uygulama projelerinin yapım işi ihaleye çıktı. 29 Mart 2001 tarih ve 0859 sayılı Encümen Kararı ile yapım işi tarafımıza ihale edildi. 1 Nisan 2001 günü Eskişehir Büyükşehir Belediyesi ile sözleşme yaptık. Arazinin haritalarını yaptırdık, anılan alanda bulunan üç adet korunması gerekli sivil mimarlık örneğinin rölövelerini hazırladık. Her ne kadar Eskişehir evleri hakkında bir fikrimiz oluşmuşsa da, bunun uygulama projesi için yetersiz kaldığını görerek, neredeyse her hafta sonu Eskişehir’e gittik, Odunpazarı evlerinin özelliklerini tespit ettik, rölöveler yaptık. Bir fikir projesi olarak düzenlediğimiz avan projeyi, hem mülkiyet sınırları hem sokak profilleri hem de arazi eğimlerini göz önüne alarak yeniden çizdik ve 8 Haziran 2001 günü Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Fen İşleri Daire Başkanlığı’na 20 pafta 1/200 ölçekli Mimari Proje, 14 pafta 1/200 ölçekli Statik Proje, Mekanik Tesisat Öneri Raporu, Elektrik Tesisatı Öneri raporu olarak teslim ettik. Yılmaz Büyükerşen bize şaka yapmış olmalı ki bu tarihten sonra işe rüfailer karıştı. “Hoca bize şaka yapmış olmalı” dedim, o zaman aklıma gelmemişti ama, daha sonra gördüm ki sözleşmenin tarihi 1 Nisan, insan istese yapamaz. Sen yılın bunca günü dururken gel 1 Nisan’da sözleşme yap! Önce, telif haklarımızın devri istendi, “olmaz” dedim. “Ben bunca yıldır, tüm yaptığım yapıların telif haklarını kimseye devretmedim. Her yaptığım yapının günahı da, sevabı da benimdir. Olmaz öyle şey” dedim ve beklemeye başladık. 16 Ağustos’ta bir yazı yazdık, “ne oldu projeleri onaylamadınız, bize herhangi bir haber vermediniz? 1/100 ölçekli Kati Proje çalışmalarına devam ediyoruz, değiştirmemizi istediğiniz herhangi bir şey var mı?” dedik ve Eskişehir sefamız başladı; gittik, geldik herhangi bir ilerleme yok. 27 Kasım 2001’de bir yazı daha yazdık. “Anlaşılan bu işten hayır yok, gelin bu sözleşmeyi fesih edelim de bari teminatımızı kurtaralım” dedik. Eskişehir’deki ilgililer de bunu beklermiş, 11 Aralık’ta aramızdaki sözleşmeyi fesih ettik ve kendimizi kurtardık. Olayların bu hale gelmesinden ötürü kendim dışında kimseyi suçlamıyorum, bunca yıllık prensiplerimi bir kenara bırakıp, kamuyla iş yapmanın bedelini ödediğimi düşünüyorum. Üstelik, neden ülkemizde çok uzun yıllardır doğru dürüst yapı yapılmadığının cevabını bir kere daha aldığıma da memnunum. Kamuyu temsil eden insanların, “ben yaparım, yalnızca ben yapmalıyım” anlayışının getirdiği büyük olma rolünün burada da devreye girdiğini düşünüyorum. Velhasıl ne oldu ise oldu ama bizim iyi niyetle başladığımız ve bir armağan olarak düşündüğümüz bu konu bizi üzen bir işe dönüştü.
Eskişehir’i kötü bir anı olarak unutmaya çalıştığımızı düşünürken, Sevgili Dostum Mimar İbrahim Yaşar Dedelek bizi arayarak kutladı:”Sizin binalar çok güzel oluyor” dedi. “Ne binası, biz bina filan yapmıyoruz, o projeden vazgeçildi” dedim. “Binalar yapılıyor, gelin de bakın…” dedi.
Bizim hazırladığımız avan proje Eskişehir’de uygulandı. Yapıların üstüne asılan tabelada Eskişehir Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreter Yardımcısı Erkan Uçkan Danışman olarak görülüyordu. Ebru Taneri de mimar. Şimdi meslek etiği açısından bizim hazırladığımız ve üzerinde imzamız olan bir projeyi kendi yetenekleri doğrusunda değiştirdiklerini ileri sürerek uygulamaya koyan bu iki meslek mensubunu mu kınamalıyız? Yoksa bu yapıları “ben yaptım” demek için bu insanları kullanan Prof.Dr. Yılmaz Büyükerşen’i mi? Karar sizin, ben herhangi bir yargıya varmak istemiyorum. Önce yargıya başvurmak istedim, sonra uğraşmaya değmeyeceğini düşündüm, çünkü karşıma Eskişehir Büyükşehir Belediyesi çıkacaktı. Kamuya saygım, buna mani oldu. Oturdum, yapı yapmaktan sonra en iyi bildiğim işi yapmaya karar verdim, gelecekte genç meslektaşlarıma örnek olsun diye bu işin hikâyesini yazdım. Ayrıca gerçekten mesleğine saygı duyan ve onu uygulamaya çalışan meslektaşlarım ile bir araya gelerek bir sivil toplum örgütü çatısı altında birleşmeye karar verdik. Bundan böyle kendi haklarımı olmasa bile genç meslektaşlarımın haklarını çok daha etkin bir şekilde koruyacağım, herkesin onlara, onların emeklerine ve onların yaptıklarına saygı duyması için çalışacağım.
4 yorum
İçerisinde tartışmaya değer çok önemli noktaların olduğu bu yazıda asıl konu ister istemez mimari avan projelerin hak olarak korunması kısmına geliyor. Bahsedilen sivil toplum örgütü’nü merak ettim ve açıkçası bu konuda ciddi önlemlerin alınması gerektiğini düşünüyorum.
Müteahhitler özellikle genç ofislere avan proje çalıştırıp, bilabedel proje çıktılarını alıp, hatta bazen dwg’lerini (mühendislikleri çalıştıracağım gibi türlü bahanelerle) isteyip, daha tecrübeli mimarlık ofislerine götürüp uygulama projelerini çizdirebiliyor. Bunları yapan müteahhit hiç utanmazken mimar da meslek etiği kavramından bihaber işi kabul ediyor ve sonrasında kendi projesi olarak övünüyor.
Bildiğim kadarıyla odadan avan proje onaylatıldığı takdirde, hak sahibi olunabiliyor ama çok basit noktaları değiştirerek, biz aynı projeyi kullanmadık diyebilme durumları var.
Sinan Bey biz genç meslektaşlarınız olarak Narmanlı’da neler olup bittiğini de çok merak ediyoruz. Arkitera için bir de “Narmanlı’nın Hikayesi”ni yazarsanız çok seviniriz.
Umarım ameliyata girdiğiniz doktor hastaya ve hasta yakınlarına ameliyatın ne için olduğunu, çıkınca ne değişiklikler olacağını açıkça belirtmiştir. “Benim tecrubelerime güvenin, radikal bir karın ameliyatı yapacağım ve çok memnun kalacaksınız” dememiştir.
Sosyal medya sorgulatıyor ve kaliteyi düşürebiliyor yorumunuza kesinlikle katılmıyorum. Gerisine saygı duyuyorum.