Yarın Film Ekimi başlıyor. Film festivalleriyle birlikte yitirdiğimiz mekanlar da hafızada canlanıyor.
Üniversite yıllarının en eğlenceli anılarıydı film festivallerini takip etmek. Özellikle Film Ekimi, zamanlama nedeniyle de en sık takip ettiklerimizden biriydi. Ekim ayında okul yeni başlamış olur, çoğu ders ekilip ne olursa olsun o filmler izlenirdi. Biletleri almak için Emek Sineması’nın önünde uzun kuyruklar oluşur, sıranın o dar sokaktan İstiklal’e taştığını gördüğümüzde umutlarımız tükenirdi. Zaten Lale Kartlı ayrıcalıklılar çoğu filmin biletlerini çoktan tüketmiş olur, daracık sokakta beklerken de önümüzdeki birkaç bilet fazla aldı mı bize yer kalmayacak diye endişelenir, yine de azmedip birkaç filme bilet bulurduk.
Şimdi tüm bunları düşünürken Emek Sineması’nın yerinde olmadığını bilmek üzücü. Orada film izlemeyi bırakın, bilet kuyruğuna girmek bile ne çok anı biriktirmiş hafızamda. Aslında tam da bu nedenle bir mekana sırf tarihi özelliği veya ünlü bir mimarın elinden çıkmış olması nedeniyle değil; insanlarda bıraktığı izler itibariyle de değer verilmesi gerektiğinden yanayım. Emek Sineması’ndan bahsederken de amacım, “Bir tarihi sinema daha artık hayatımızda değil, vah vah!” demekten öte o mekanda yaşanmış anıları diri tutmak, bir mekanı yaşatan şeyin bina değil kollektif bellek olduğunu bir kez daha hatırlatmak.
Kapılarını 1924’te açan Emek Sineması birçok film gösterimine, festivallere evsahipliği yapmış olan İstanbul’un en eski sinema salonlarından biriydi. Sinemanın içinde bulunduğu Serkildoryan binası korunması gerekli kültür varlığı olarak tescil edildikten sonra yapının restorasyonu için 1992’de ihale açılmıştı. Bu ihaleyi kazanan Kamer İnşaat, yapının mülkiyetini elinde bulunduran Emekli Sandığı ile yaptığı protokole göre binayı 25 yıllığına kiraladı. Kamer İnşaat, 1999’da Serkildoryan binasını otele dönüştüren bir proje sunmuş ancak koruma ilkelerine uygun olmadığı için proje iptal edilmişti. 2000’lerde el değiştiren şirket 2009’da yeni bir proje hazırlamış ve bu projeye göre Serkildoryan binasının yerinde bir AVM inşa edilecek, Emek Sineması ise yeni binanın en üst katına taşınacaktı.
Proje duyulur duyulmaz protestolar başlamıştı. 2010’da büyüyerek devam eden Emek Sineması protestoları Emek’in yerinde korunması gerektiğini söylüyordu. Büyük bir kent muhalefetini de doğuran Emek Sineması’na sahip çıkmak isteyenler protestolar sırasında polis tarafından gaza boğuldu, hiçbir şey olmamış gibi Kamer İnşaat da Grand Pera projesini ballandıra ballandıra halka sundu. Tabii yeni projenin destekçileri de yok değildi. Pofuduk koltuklarda film izlemenin tadına varmak isteyenler artık bu mekanın “çağın gereklerini karşılayamadığı” için yıkılıp yerine “modern” bir sinema salonunun yapılmasını savunuyorlardı. Sonunda Emek Sineması tüm protestolara rağmen geçtiğimiz sene mayıs ayında yıkıldı.
2010’dan itibaren Emek Sineması’nın yıkılmaması için çaba harcayan gruplardan biri Emek Bizim platformuydu. O mekanı putlaştırmak veya romantikleştirerek korumanın ötesinde farklı bir şeye dikkat çekiyorlardı: Mekanın, kentin kollektif kültürel hafızasında önemli bir yere sahip olduğu ve bu mekan üzerinde mülkiyeti elinde bulunduranların değil, kullanıcılarının söz sahibi olduğuna. Begüm Özden Fırat da zihin açıcı makalesinde tam da bu nedenle Emek Sineması’nı bir kentsel müşterek alan olarak değerlendirir. Dahası, Emek Sineması protestolarında sinemanın kendisine referans veren yaratıcı eylem pratiklerini de “romantik, nostaljik bir geçmişin sahiplenilmesi yerine farklı bir siyasi ve toplumsal tahayyülü mümkün kılan bir örgütlenme aracı” olarak ortaya koyar.
Peki Emek Sineması yıkıldı, mücadele sona mı erdi? Bence hayır. Emek Sineması bina olarak yok ama hafızası bizimle. Hafızayı diri tutmak, anıları sürekli paylaşmak da o mekanı koruma yöntemlerinden bir tanesi. Emek Sineması’nın başına gelenler Beyoğlu’nda süregiden dönüşümün sadece bir örneği. Geride Şan Sineması, Majik Sineması ve daha birçoklarını bıraktık. Daha fazlasını yitirmemek için kollektif belleği diri tutmak mücadelelerden belki de en önemli olanı.