Oyunculuk, görüntü, ışık, tasarım, kurgu, ses… Bir filmi izlerken bunlardan herhangi birinin varlığı ya da gerçekliği aklınızı kurcalamamış ise, film yapımcıları bunu kendileri için büyük bir başarı olarak sayar. Zira modern anlamda sinema, yaratıcılarından olabildiğince dikkat çekmemeyi, hatta görünmez olmayı ister. Özellikle set tasarımı konusu için aşılması beklenen en büyük engel de bu noktada ortaya çıkar. Tasarımcı kendisine sorar: Film stüdyosunda eski bir hangarın içine inşa ettiğimiz bu ofisi, nasıl olur da şehrin göbeğinde yer alıyormuş gibi gösteririm?
Şehir merkezinde birkaç sahne çekilir; stüdyoda yer alan sette bazı sahneler çekilir. İki farklı mekan, filmin akışı içerisinde yan yana gelir ve seyircinin gözünde bir bütün olarak görünür. Peki ama nasıl? Cevap kimi zaman epey basit, kimi zaman ise sorunun kendisi kadar çetrefillidir.
Bazı tasarımcılar sorunu ortaya çıkmadan çözme yanlısıdır ve bu noktada iki mekanın da (çoğu zaman ofis ve şehir örneğinde olduğu gibi iç ve dış) aynı konumda bulunmasını savunur. Film setlerinin bir stüdyoda değil de dışarıda, yapılı ya da doğal çevre ile iç içe inşa edilmesini gerektiren bu yaklaşım, kendi içinde pek çok avantaj ve dezavantajı beraberinde getirir. Günümüzün en önemli yapım tasarımcılarından olan Jack Fisk, bir röportajında bunu şöyle savunur: “Stüdyonun konforu dışında tasarlamak, benim için her zaman daha keyif verici olmuştur. Mekanın gerçekliği, özellikle doğası, havası ve tüm bunların tahmin edilemezliği, sürece fiziksel ve de zihinsel pek çok engeli beraberinde getirebileceği gibi tasarımın kalbinde kendine oldukça özgün bir yer de edinebilir.”
The Revenant (2015)
Elde edilmek istenen, seyirciyi kandırabilecek inandırıcılıkta olan bir mekan tasarlamak ise; hiçbir konuda hileye başvurmaya gerek kalmadan gerçek (?) malzemelerle gerçek (?) bir mekana film seti inşa etmek neden mümkün olmasın? Fakat şu noktayı atlamamak gerekir: Stüdyo, her ne kadar özgünlüğü öldürdüğü düşünülse de tüm film ekibine işlerini rahatlıkla yapacakları ve yaratıcılıklarını tam kapasite ortaya koyabilecekleri bir ortam sağlar. Aynı röportajda Fisk, 2015 yapımı The Revenant filmine dair şu anısını da paylaşır: “İnşa ettiğimiz bütün setler, Kanada’da bir dağın yamacına konuşlanmıştı ve kışın ortasıydı. Yönetmen dahil tüm ekip prova için sete geldiğinde çok geçmeden yanıma gelip bu soğukta çekim yapmanın imkanız olduğunu, her şeyin tekrardan stüdyoda inşa edilmesi gerektiğini söylediler. Fakat mekanın gerçekliğinin provalar üzerindeki etkisi o kadar açıktı ki! Oyuncuların ve etraftaki hayvanların soğuk havaya olan tepkilerindeki inandırıcılığı ve çaresizliği hiçbir stüdyoda bu güzellikte yakalamak mümkün değildi.”
Fisk’in The Revenant özelinde tariflediği bu durumun pek de sıkça rastlanmadığını söylemek yanlış olmaz. Zira yapım sürecinde özellikle bütçe ve izinler konusunda karşılaşılan pek çok engel, tasarımcıları üzerinde çalıştıkları film mekanlarını genellikle iki grupta incelemeye itmektedir: stüdyoda inşa edilmesi gereken setler, yani taklit mekanlar ve çoğunlukla dış çekimler için kullanılan gerçek mekanlar.
The Shape of Water (2017)
Hal bu olunca, gerçek ve taklit mekanların film içerisindeki etkileşimlerine ve de birbirlerini nasıl besleyeceklerine ayrı bir parantez açmak gerekir. Avustralyalı yapım tasarımcısı Felicity Abbott konuya ilişkin bir yazısında şunu der: “Genel anlamda renk ve dokunun devamlılığı epeyce önemli. İnşa edeceğimiz sette bu iki olguyu devamlılık adına olabildiğince etkili kullanmaya özen gösteririm. Eğer gerçek mekanda çokça ilgimi çeken herhangi bir renk ve ya desen/doku varsa, bunlar stüdyodaki taklit mekanlarda da görülmeli ki, seyirci iki mekanı birbirine bağlayarak bir bütünmüşçesine algılayabilsin.” The Shape of Water (2017)’ın tasarımcısı Paul Austerberry ise bu noktaya ilişkin kütle, oran ve detay konusuna değinir: “Seyirciyi gördüğü apartman dairesinin bir film stüdyosunda değil de, az evvel dışını gördüğü bir binanın içinde yer aldığına inandırmalısınız. Pencere doğramalarının, kapı detaylarının, ölçeğin vs. iki mekanda da eşleşiyor olması önemli.”
The Fall (2006)
Bahsi geçen inandırıcılığı ve mekanlar arası devamlılığı fiziksel olanın yanında, düşünsel ve soyut kavramlar ile de yakalamak pekala mümkün. Zira The Fall (2006), kullandığı iç ve dış mekanları düşvari bir yaklaşımla başaralı bir biçimde birbirine bağlamış bir filmdir. Filmde karakterler Pekin’de bulunan Yazlık Saray’a girer, fakat mekanın içi Aya Sofya’dır. Renk, doku, desen, mimari gibi noktalar hiçbir biçimde eşleşmez, fakat filmin ana konsepti olan “peri masalı” olgusu, tam da bu türden tezatlıklardan beslenir. Dolayısıyla ton ya da atmosfer gibi soyut etmenler arasındaki tutarlılık da gerçek ve taklit mekanın arasındaki paralelliğin sağlanmasında olmazsa olmazdır.
Alice in Wonderland (2010)
Eğer koşullar el veriyorsa, bir filmin tamamını stüdyoda, her etmenin tamamen kontrol altında olduğu bir çevrede tasarlamak ve çekmek de mümkündür. Günümüz teknolojisi, kullanılan görsel efektler sayesinde koca bir evreni yeşil bir arka plana sığdırmaya olanak sağlamaktadır. Dijital ve reelin her geçen gün daha da iç içe girdiği bu yıllarda bazı film yapımcıları, hakiki olanın beraberinde getirdiği hiçbir külfete katlanmaksızın, hikayelerini tamamen dijital imajlarla bezedikleri mecralarda anlatmayı tercih ederler. Ortaya çıkan ürünün geçerliliği ise, -görsel inandırıcılığı bir yana- hala tartışılmaktadır. Zira Fisk başta olmak üzere çoğu tasarımcının da savunduğu gibi özgünlük, gerçek mekanlar ve barındırdıkları spontane enerjiyle büyük oranda ilişkilidir.
The Florida Project (2017)