İslamiyetle kurdukları bağ nedeniyle "resmi tarihimizi" Selçuklu ve Osmanlı ile sınırlamaya çalışanlar, İstanbul'a da, Türkiye'ye de, tarihe de çok büyük bir vefasızlık ediyor.
2015 yılının ocak ayı, toplumun hangi kesiminden ya da hangi görüşten olursa olsun, çok sayıda insan tarafından uzun yıllar hatırlanacak gibi görünüyor. Bunda fotoğrafların payı ise gerçekten büyük. Çünkü adına fotoğraf dediğimiz şey, bir yanıyla da görsel belleğimizi oluşturup, onu yasal yollardan kayda alıyor.
Fotoğrafların ilki, Cumhurbaşkanlığı’nın merdivenlerinde çekilmişti ve tarihteki 16 türk topluluğunun savaşçılarını göstermekteydi. Dekor, renkli kostümler, figüranlar, hepsi bir yana, sanırım fotoğrafı gören herkes uzun süre yalnızca bir tek yere, yalnızca bir tek insanın kafasına odaklandı, içindekileri biraz olsun görebilmek umuduyla. Ama ne yazık ki fotoğrafların böyle bir becerisi yoktu. Yalnızca görüntüyü kaydedebildik hafızalarımıza ve merak ettiğimiz konunun ipuçlarını yazılanlarda, çizilenlerde, söylenenlerde aradık.
İkinci fotoğrafta, eski devlet bakanı Egemen Bağış’ı yüce divan oylamasında görmek mümkün oldu. Bu fotoğrafta ise gözlerimiz iki odak noktası arasında dolaştı durdu. Belli belirsiz bir gülüşle bir adet yüz ve üzerine kitap dahi yazılabilecek bir el. Bu iki odağın aynı bedende yer alması hiç kimse için şaşırtıcı olmadı. Ama fotoğraftaki görüntü ve beden dili, orijinalinden çok daha etkili ve sarsıcı bir şekilde toplumsal bellekte kayda alınmış oldu.
Sonra Suudi Arabistan kralının ölümünden duyulan “resmi üzüntüyü” gördük başka bir fotoğrafta. Ve buna ilişkin yazılar okuduk bolca. Hayattayken bütün müslümanların kutsalı olan Kabe’nin çevresindeki devasa yapıları yapmaktan geri durmayan bir anlayışın, hayat bittiğinde çöldeki kum tanelerine dönüşme arzusuna tanık olduk. Dünyada mekan, ahirette iman denilen şey de zaten böyle bir şey olsa gerekti, değil mi.
Diğerleri gibi bugüne ait olmayan, tam 22 yıl önce çekilmiş bir diğer fotoğraf ise yeniden gündeme geldi, her yıl olduğu gibi. Gazeteci-yazar Uğur Mumcu’nun ölümüne neden olan suikastın sonrasında arabasının durumunu gösteriyordu. Bu fotoğraf bir yanıyla diğerlerinden farklıydı. Fotoğrafta görünenlerden sizi uzaklaştırıp, fotoğrafta görünmeyenleri düşünmeye zorluyordu çünkü. Olayın 22 yıldır hala aydınlatılamamış olması nedeniyle, ve olay sonrasında Mehmet Ağar’ın söylediklerini de hatırlayarak, bu fotoğrafın ülkemizdeki siyasetin, güvenlik kuvvetlerinin ve yargının “namusunu” temsil ettiğini söylemek mümkündür.
Hiç kuşku yok ki bu fotoğraf, artık geri dönüşü olamayacak ölçüde bir kesinlik içermektedir. Ama yine de her yıl aynı fotoğrafa tekrar tekrar bakıp, enkaz arasında ülkemizin geleceği için bir umut aramaya devam ederiz.
Eminim ki güncel olan ilk üç fotoğraf da, 22 yıl önce çekilmiş son fotoğraf da uzun yıllar hatırlanmaya ve toplumun kimi kesimlerinin bir şeyleri hatırlamasına, kimi kesimlerinin ise bir şeyleri unutmamasına aracılık edecekler. Çünkü zaman, fotoğrafların tamamı için çoktan durmuştur.
Bu fotoğraflar ise bize yıllar sonra bile hatırlamak ile unutmamak arasında farkı anlatacaktır. Biliriz ki bu ülkede bazı şeyler kolayca unutulurken, bazı şeyler asla unutulmayacaktır.
Son günlerde söz konusu fotoğraflar için öyle çok şey yazıldı ki, bu nedenle yazının sonraki bölümünde kaçınması zor tekrarlara değil, fotoğraf kavramının bendeki karşılığına yer vermeyi tercih edeceğim.
Hala dün gibi hatırlarım; ilk maaşımla anneme, babama ve kardeşime bazı küçük hediyeler almıştım. Kendime ise bir olta takımı ve bir de bas çek fotoğraf makinası. Hani şu içine 36’lık film takılan cinsten. İkisini de uzunca bir süre keyifle kullandım.
Çocukluğu kıyı kasabalarında geçmiş birçok insan gibi ben de oltayla balık yakalamayı severim. Fotoğrafçılık ise, hala dilediğimce öğrenme fırsatı bulamadığım bir alan olsa da, öteden beri benim için hep hakkı verilememiş bir merak ve heves konusu olmuştur.
Yolumun günün birinde Roland Barthes’ın Camera Lucida adlı başyapıtı ile kesişmiş olmasını ise hep büyük bir şans olarak görmüşümdür.
Birçok kaynakta fotoğrafın sözcük anlamı için yapılan açıklamalar, “ışık” ve “çizmek” kavramlarına atıfta bulunuyor ve ışıkla bir şeyler çizmeyi çağrıştırıyor. Kim bilir, bugüne kadar tanıdığım bütün tasarımcıların içinde bir miktar “fotoğrafçı” bulunması, belki de bu yüzdendir.
Kişisel olarak, bu konuda “bir şeyi sevmek” ile “bir şeyi iyi yapmak” arasındaki belirgin farkı temsil ettiğime inanırım. Yani hiçbir zaman iyi bir fotoğrafçı olmasam da, yine de fotoğraf çekmeyi severim.
Bu konuda köpeklerden büyük cesaret aldığımı da belirtmeliyim. Çünkü köpeklerin bir ağaca kendi kokularını bırakması için en iyi, en güçlü, en iyi havlayan, en hızlı koşan, ya da “en” ile tanımlı bir şey olması gerekmez. Köpek olmaları yeterlidir.
Sonuçta bizler de sonsuz zamanın üzerine bir iz bırakırız ve küçük küçük çentikler atarız fotoğraflarımızla. Ve o çentiklerin, yaşamlarımızın bir “anına” izdüşümleri vardır her zaman.
“An” dediğimiz şeyin ise, çok kesin ve net olduğuna hiç kuşku yok. Kimi zaman “sevdiğimizin gözyaşları kadar keskin” olurlar; kimi zaman “hiç göremeyen birinin düşleri kadar ışıltılı”.
Fotoğrafa dönüşmüş anlar ise ölümsüzlüklerini ilan ederler sessizce. Çekilen şey her neyse, o anki durumunun artık kalıcı bir görsel ifadesi vardır ve fotoğrafı çekenin zamana bıraktığı izi görürsünüz orada. Dahası, çektiğiniz anda farketmediğiniz bazı şeyleri bile, sonraki zamanlarda keşfetmenize olanak sağlarlar. Zaman, her şey gibi bizleri de değiştirir çünkü.
Bir kitabı yıllar sonra okumak kadar, çekilmiş fotoğraflara yıllar sonra bakmak da yeni keşiflere zemin hazırlar. Hiç kuşku yok ki, “zaman” denilen şey bizler için asla durmayacaktır; ama fotoğraflar için böyle bir hoşgörüsü her zaman olacaktır.
Örneğin, geçenlerde fotoğraflara göz atarken yeniden karşıma çıkmıştı, 12 yıl önce Barselona’da çekilmiş fotoğraflardan oluşturduğum bir fotoroman. Adına o zamanlar “Ceymis Bont Kimi Öptü” demiştim. Bu vesileyle “bir yeri ya da bir dönemi fotoğraflarla hatırlamak” konusunun güncel bir örneği oldu yıllar sonra. Ve farkettim ki, üzerinden hayli zaman geçmiş olsa da, Barselona bugüne kadar yurt dışında gördüğüm yerler arasında hala en iyi hatırlayabildiğim yerlerin başında geliyor.
Öyle sanıyorum ki bir yeri unutmamanın büyülü formülü, öncelikle orada “size özel” bir şeyler keşfetmekle başlıyor, gerçek (ya da absürd) bir “öykü” içine yerleştirmekle güçleniyor, ve dostlarla paylaşıldığında “kalıcı” hale geliyor.
Fotoğraflarınız ise “unutmamanın” ve “size özel öyküleri kalıcı hale getirmenin” aracı haline dönüşüveriyor.
Bir de çeken kişi ve dar bir çevrenin dışında unutulmaya mahkum fotoğraflar var elbette. Ne yazık ki çekilen bütün fotoğrafların çok ezici bir çoğunluğu gibi.
Ocak ayı içinde, 10 yıldır İstanbul’da yaşayan Ankaralı bir turist olarak, bir geziye katılmıştık. Arkadaşlarımızla dehlizlerdeki İstanbul’un erişilebildiğimiz bölümlerini gezdik ve bambaşka bir dünya ile karşılaştık.
Gezdiğimiz yerleri ne tek tek hatırlayabilmem, ne de onlarla ilgili eksiksiz bilgiler aktarabilmem pek mümkün görünmüyor. Zaten bunu konunun uzmanlarına bırakmakta büyük yarar var.
Yalnızca, dolaşırken çektiğim bir tek fotoğraf kaldı aklımda. Hiç kuşku yok ki bu fotoğraf yılın unutulmaz fotoğrafları arasında yer almayacak. Hatta kaç kişinin dikkatini çeker, ya da bir anlam ifade eder, doğrusu ondan da pek emin değilim.
Ama yine de dünya üzerindeki başka bir yerde, buradakine benzer bir fotoğrafın pek kolay çekilebileceğini zannetmiyorum. Çünkü hiçbir uygar memlekette tarih bu kadar kolayca, hoyratça ve defalarca tahrip edilmez.
Fotoğraftaki yer, bugün Sultanahmet Camii’nin bulunduğu meydanın bitiminde yer alıyor. Bu yapı ise, 400 metre uzunluğu bulunan tarihi Hipodrom yapısının bitim ve dönüş noktasındaki Sphendona.
11 Mayıs 330 tarihinde Nea Roma’nın (yani o zamanki adı Konstantinopolis olan kentin) açılış törenleri bu Hipodrom’da yapılmış.
O tarihte ise ne Osmanlı’dan, ne Selçuklu’dan, ne de İslamiyet’ten söz edilebilir. Çünkü henüz hiçbiri tarihin sahnesine çıkmamışlar. Ama aynı yerde, kendisinden önceki bütün uygarlıklardan izler taşıyan koskoca bir kent var.
Sphendona’nın üzerinde yer alan “çağdaş” yapı ise Sultanahmet Endüstri Meslek Lisesi. Fotoğrafların zamana bıraktığı iz gibi, tarihin tam tepesine bırakıyor izini, zamansız ve gereksiz bir güç gösterisi gibi.
Bu Meslek Lisesi’nin hangi dönemde, kimler tarafından ve neden “tam da buraya” yaptırıldığını merak bile edemiyorum. Çünkü benzer örnekler öylesine çok ki bu şehirde ve bu ülkenin her tarafında; bunları araştırmak, tespit etmek, soruşturmak, şüphelileri bulmak, yargılamak, suçlulara caydırıcı cezalar vermek, yapılan hatalı uygulamaları düzeltmek, tarihi eserleri güncel hayatın bir parçası olarak korumak vs diye özetlenebilecek bir süreci baştan sona yürütebilmek neredeyse olanaksız.
Bu yüzden yalnızca büyük bir üzüntü duyuyorum. Ve belki biraz da suçluluk duygusu, sonraki kuşaklara karşı… Bu vandallığı engelleyemediğimiz için.
Gezinin bitiminde insan çok daha iyi anlıyor ki, İslamiyetle kurdukları bağ nedeniyle “resmi tarihimizi” Selçuklu ve Osmanlı ile sınırlamaya çalışanlar, İstanbul’a da, Türkiye’ye de, tarihe de çok büyük bir vefasızlık ediyor. Bilgiyi, bilimi, tarihi ve kültürü güncel hırslarıyla özensizce kirleterek yok ediyor.
Ve tarih kavramı, artan teknik ve ekonomik olanaklarla hak ettiği gerçek değeri bulmak yerine, saray ziyaretçilerine sunulan sahte, taraflı ve ucuz bir dekor olmaya doğru hızla evriliyor.