Kanımca 13. İstanbul Bienali’nin beş mekânından daha bir parlayanı, çok katmanlı ve bir o kadar mütevazı Galata Rum İlköğretim Okulu üzerine bahusus iki -üç,dört- kelam etmek istiyorum.
Kanımca 13. İstanbul Bienali’nin beş mekanından daha bir parlayanı, çok katmanlı ve bir o kadar mütevazı Galata Rum İlköğretim Okulu üzerine bahusus iki -üç, dört- kelam etmek istiyorum. (Sergi kitap-çık-ında “Galata Rum İlköğretim Okulu” olarak geçen mekân, broşür ve internet sitesinde “Galata Özel Rum İlköğretim Okulu” ismiyle geçiyor; hangisinin kullanılması daha doğru olur bilemesem de, “kamusallık” üzerine bar-bar/ bas-bas bağırır iken mekânına “özel” eklemesine elim/dilim varmadığından kitapçığa sadık kalacağım.)
Caddenin bitişik nizamına sıkışan/sığışan heybeti ile on dokuzuncu yüzyıl binası henüz girişten izleyiciyi etkisi altına alarak hazırlıksız yakalıyor; Lutz Bacher’in Gökyüzünün El Kitabı/The Celestial Handbook’undan bir sayfanın “koluna girmesi” ile hamle yapmış bulunan izleyici, “izleyişine” başlıyor. Değişen duyumlar ile değişen mekân/yeni mekân hissinin bir nevi isimlendiricisi Bacher’in sayfaları, işler -hatta mekânlar- arası umulmadık köşelerde belirivererek bir “tanıdık” hissiyatı yaratıyor; rahatlatıyor, hatta sevindiriyor -belki bilgisayar oyunlarındaki “check-point”ler gibi, ve bir süre sonra kendisi arayışın nesnesine dönüşüyor -bütünden bağımsız fakat parçalara bağımlı bir arayış sayfalarınki- ya da kanıksanıyor; binanın kendisi gibi/ile bağlayıcı bir karakter kazanıyor. (Wang Qingsong’un her bir “-Takip-”/“Follow-”u da es’ler arası boşlukta “beklenmedik” olmayan, işaret/sign kimliğinde- düşey bağlantılar kuruyor.)
İşlerin geneli, birbiri ve yapının kendisi girift bir ilişki halinde; neoklasik koridorlar odalara ve odalar merdivenlere açılırken sergideki işler de birbirleri üzerine açılımlarla yeni algılar oluşturuyor, böylece süreç izleyici için katmanlardan oluşan, neredeyse labirentsi, eşzamanlı yatay ve düşey bir yola dönüşüyor. Oda-hücreler ya da barok çerçevelerde durağan ve didaktik anlatılardan sıyrılarak “beyaz küp”lerini kıran sergiyi keyifli hale getiren de bu ilişkileri “yol” boyunca çöz(ümle)mek ya da yeniden kurgulamak oluyor; bir üçüncü bilinmez olarak da izleyici, kendi kurgusuna eklemleniyor. İnci Eviner’in Ortak Eylem Aygıtı: Bir Etüt’ündeki gibi yer yer konum değiştirerek “izlenici” ye dön(üş)en izleyici panoptik algının iki kıyısına da kayabilir; tüm süreci baştan deneyimleyebilir ya da kendisini dışarıda bırakabilir. Ki, kimi zaman da izleyici(yi) seçimsiz dışarıda bırak(ıl)ıyor, bu yer değiştiren pasifleşme hali mekânda yukarı hareketle birlikte tırmanarak, serginin belki de ana gerilim-kuvvetini oluşturuyor.
Gerilimin arttığı dördüncü kat çok güçlü ve farklı bir izlem vaadinde; Elmgreen & Dragset günlükleri -ne karşılık- Cordiano & Espina evi. İkisi de durağan mekânlarında oldukça davetkar, konforlu ve (belki de bu yüzden) kişisellikleri neredeyse rahatsız edici; kamusal ile kişisel ilişkisi ile sözü edilebilir ise sınırları bu noktada düşündürüyor -bir an için; hemen ardından detay-ların- farkıyla algı bozuluyor. Kendisini davetsiz bir misafir konumda bulan izleyici, yeni algıda mekânda var olmalı mıdır/var olabilir mi ya da mekân üzerinde nasıl/ne nitelikte hak iddia etmektedir ki hazcı-röntgenci ya da pazar sabahları evlere sızan davetsiz bir program sunucusu ciddiyetsizliğine bürünmek bir çıkış/kaçış iken bir başkası, en kolayı, da tam ortada, iki mekânın bağlayıcısı müdür/otorite karakterinin “ait mekân”ında (adeta) “kapı gibi” duruyor. Mekânlar-eklemlenme üzerinden dâhil olma-dışarıda olma sorunsalına kentin karışımı istemsiz: kapıdaki afili tabelanın bir noktası eksik r’si uzadıkça uzayan koridorda, şehrin “Külahlı” hayaletleri beliriyor; Mahir Yavuz ve Orkan Telkan’ın kent ile ilk bire-bir yüzleştirmesi izleyiciyi terastaki kurguya hazırlarken “topu bırakıcı” aktarımların da öncüsü oluyor.
Çatırdamalar başlamışken aktarımların kendi başına bir bütün halinde toplandığı kat(man)/mekân olan teras, (bienal temaları, tartışmaları ve kent gündemi de düşünüldüğünde) bir nevi sonsöz, biraz acımasız, biraz didaktik, çokça dökümantarist; “pano”laşmış işler izleyiciyi pasifize -ya da paralize- ediyor, o noktaya dek “es”ler (Bertille Bak’ın, yanıbaşından “Müdür”e kafa tutan şahane video işi ya da Nathan Coley’in işindeki naif kadraj gibi) koyabilmiş/edinebilmiş izleyicinin eli kolu -anlatılar neticesinde de basireti- bağlanıyor. Gören göz kendini kısa kısa bakarken Mülksüzleştirme Ağları’nın üzerine Galata (Kulesi) biniyor, zaten mekân (Galata “Özel” Rum İlköğretim Okulu) bizzat “bizim mülksüzleştirebildiklerimizden” değil miydi (evelallah) -serginin (ya da bienalin kendisi) “mülksüzleştirmenin” daniska ağı belki de derken Urras korkusu, balkona seğirttiriyor. Kapıdan “içeri” girme ile başlayan süreç burada yeniden “dışarı” taşıyor, zaten geriye kalan da ancak “dışarı çıkmak” oluyor, tabii bu bir çıkış ise; tüm süreç ve anlatılar böylece “kente karışırken” şehrin saati işliyor, uroboros hiç durmadı.
—
Ek-söz(ler);
-bakınız, görsel-
“Bienalin ardından” kendimi romantik bir “şehirle yüzleşme” ye (ötekileşme.) hazırlamışken bu gerçekten iyi geldi.
“Eskinin enkazı üzerine yeni kentsel dünyayı yapmak için şiddet gerekir.” diye Kent Hakkı’nda söyleyen David Harvey’i tam olarak bu kruvaziyerli, şantiyeli, betonarmeye inat Getronagan Kiliseli -ve bienalin mekânından çekilmiş olan- kadrajdan sevgi ile anıyorum.
Ve Kent Hakkı’ndan dem vurmuşken, teras müthiş etkileyiciydi -fakat; üzerine konuşulabilecek eser miktarda ütopik (ya da distopik) durum-olay-tasarı-fikir, “yanlış yere yapılan” 3. Köprü, tam olarak “Kentsel dönüşümün gözde semtlerinden” sıfatı ile sözü edilen Fikirtepe, 3. Havalimanı, “yeşil vadi” kararı ile çıkıp Silikon Vadisi ve nihayetinde yapı vadisine evrilen Cendere Vadisi, rengarenk afişlerinde kafeteryalarda mutlulukla “kapuçino ile uzlaşmakta olan” (Sharon Zukin’e selamlar) hanımefendilerin boy gösterdiği Tarlabaşı 360, Rodin’den bile öte “yıllardır yerine daha iyi ne yapılabilirdi diye düşünülüp bulunamayan” Zorlu Center, ismi yeten “Mashattan” ve daha onlarcası ile hepsinin -ve bütününün- sosyal kırılma noktaları var iken “şehrin barbarlıklarından bir demet” tadında kalmasaydı ne iyi olurdu diye düşünüyorum. Gözlerim bir birleşim/kesişim arar iken Mülksüzleştirme Ağları bu bağlamda (müşterek yapısı ile de) tüm işleri -ve kavramları- kucaklayarak muazzam bir konuma oturuyor, kendisinin varlığından ve ilerleyişinden mutluluk duyuyorum.
Ve son bir ekleme; İnci Eviner’in “okul”unda bir ay boyunca güzel insanlar güzel işler ürettiler ve büyük emek verdiler, en azından isimlerini bilmek istedim bir izleyici olarak, ve düşeyden sıyrılıp kırılsa, yayılsa, yayımlansa, ürese ve dönüşse diye bir an düşündüm.
–
“13. İstanbul Bienali yazarlık atölyesi katılımcıları Bienal üzerine düşünüyor.”
blog linki için; acikelestiri.tumblr.com