Rekorları altüst eden, "Gangnam Style" fırtınasının sonuna yetişmiştim. Kore'de her köşebaşındaki reklamlarda, televizyonlarda hala hep o vardı. Bütün ilahları açık ara gerisinde bırakıp YouTube'da iki milyar izleyiciye ulaşan Psy'nün imajı her yerdeydi.
Sıradan bir turist olarak değil de, insan uzun süre kalacağı, hiç bilmediği yeni bir yere gidip, hiç bilmediği bir kültürle yüz yüze geldiğinde önce şaşırıyor. Hatta giderek şok geçiriyor. Bunu daha önce birkaç kez yaşadıysanız gelen rüzgarla aslında sizi nelerin beklediğini işin başında çok iyi anlıyorsunuz. Üstüne üstlük gidilen yer bütün alıştığınız yerlerden çok daha farklı, yaşadığınız kültürlerin çok dışında bambaşka bir ortam ise. Hele orada yanlızsanız, kafadaki bütün parametreler de alt üst oluyor, iş daha da karmaşıklaşıyor. Ama yine de biraz çevreye, insanlara, onların alışkanlıklarına, kültürlerine alışınca, gizler birer birer çözülmeye başlıyor. Dostlar edinince, üstüne üstlük bize mekanı nerede olursanız olsun bulmayı öğreten mimarlıkla ve yaşlısı, genci mimarlığın öğrencileri ve gönüllüleri ile birlikte olunca, sanki hiç bilinmeyen o mekanlarda yıllarca yaşamış gibi giderek kültürün bir parçası olmaya bile başlıyorsunuz, hep orada yaşayacakmış gibi. “Gangnam Style” ve yaratıcısı bile imajı ve müzikleri ile yaşamınızın bir yerinde yer alıyor, farkında olmadan günlük hayatın bir parçası haline geliyor. Aslında Kore kültürünü tanıyınca Psy’nün melodisi ve videolarındaki ünlü dansı aracılığı ile yapmak istediği sentezi, adeta orada burada yaşamın köşelerinde yer alan sıradan aktörlerin karekteristik özelliklerini nasıl abarttığını, günlük yaşamı, oradaki kültürü nasıl karikatür haline getirdiğini, sevseniz de sevmeseniz de o akıllara kazından melodisinin neden bu kadar ilgi çektiğini de belki insan anlıyabiliyor, hemen Gangnam Style hitinin arkasından piyasaya sürdüğü ‘Centilmen’ gibi.
Düşünün ki ülkeniz elli beş, altmış yıl önce bir savaş geçirmiş. Hem de öyle böyle bir savaş değil. Her yer perişan olmuş, yakılmış, yıkılmış. Çok şeyler de kaybedilmiş. Ülke yarıdan bölünmüş. Elde ne var ne yok neredeyse gitmiş. Ve bu kardeşi kardeşe kırdıran o uğursuz savaşdan sonra bir sabah uyandığınızda adeta yepyeni bir yaşama başlamışsınız. Bütün ülke birlikte yeniden başarmak adına yola çıkmış, her bakımdan. Sanki her şeyin üzerine dev bir eskiz kağıdı konmuş, yolları, binaları evleri, her yeri yeniden planlamak adına. Her yer yeni bir dünya adına, gelen giden yardımlarla, insanların özverileri ile büyük bir şantiye alanına dönmüş. Mimarlık da, eğitimi de bu savaşın alan temizliğinden sonra, almış yürümüş o dönemin kendine özgü kuralları içinde. İşte şimdi gördüğüm bu yüksek blokların bu düşey kentlerin ve onlara adeta kontrast dağ yamaçlarının ya da kentlerdeki yüksek blokların aralarında umulmadık anlarda karşımıza çıkan savaş sonrası Sanbokdoro evlerinin arkasında bu hüzünlü ama bir tarafında da Güney Koreliler’e göre gururlu bir hikaye var. İki güçlü komşuları, Çin ve Japonya arasında yeniden yaratılan bu coğrafyada yaşayan Güney Koreliler de, farklı dinlerin mabetlerinin, inançlarının olduğu, insanların inançlar adına biribirine gerçekten saygı duyduğu, onu zenginlik saydığı, adeta doğunun Akdenizlileri diye tanımlanacak bir ulus.
İşte bir atmosferde, sanki zirvelerinden yukarıya doğru çekilmiş bir çok dağın ve aralarında yerleşmelerin yer aldığı Busan Kentindeki bir tepenin yukarılarına doğru yer bulan Dong Eui Üniversitesi kampüsündeki mimarlık fakültesinde yeni dönemin başlama vuruşunu yapıyoruz. 1. sınıflarda ve 5. yani Diploma sınıfındaki proje hocalığı gibi iki ana görevim var. Gider gitmez bölüm olarak oradaki okulların belli periyotlarda içlerinde bazı yabancı konuklarında olduğu yetkili bir jüri tarafından yeterliliklerinin değerlendirildiği, orada yapılan eğitimin değerlendirildiği, adeta eğitimdeki her şeyin farklı açılardan didik didik edildiği uzun bir sınav geçiriyoruz. Mimarlık okulu 5 yıl sonra tekrarlanmak üzere başarılı oluyor, sınavdan yüzünün akıyla geçiyor. Her şeyin ötesinde bu süreç daha işin başında benim oradaki okulun profilini anlamama da çok yararlı oluyor, sanıyorum.
Ama mimarlık adına ilk anda yapılanları göz ucu ile gördükten sonra her ne hikmetse, bir soru farklı yönleri ile kafamda dolaşıp duruyor. Neredeyim? Nerede Koreliler’in kendilerine özgü projeleri? Nasıl olur da kıtaların birinin taa kenarında, batıdaki mimariden çok uzaklarda, kişilikleri, davranışları, mizaçları, geçmişleri, kültürleri, oturup kalkmaları, yeme içmeleri, uymaları, hatta selamlaşmaları çok farklı insanların yaşadığı bu özel ülkede Güney Kore’de bile mimarlık ve öğretileri ve sonuçları ile batıdakine benzer olur? Bu zenginlik, nasıl bir kenara çekilir de herkesin benzer yoluna girilir. Bu projeleri, bu sonuçları üç aşağı beş yukarı İstanbulda, Helsinki de ya da İngilteredeki, ya da Amerika’daki bir mimarlık okulunun koridorlarında, sergilerinde göremez miyim? Tabii çok şey Korece ama bölümün mütevazi kütüphanesinde gittiğimde orada da her yerdeki benzer yayınlar, benzer aktörler ve hemen hemen aynı dergiler bulunuyor. Bu dergilerin de çoğunlukla sanki hep birlikte sözleşmişcesine yayınladığı aynı binalarla, dikkatleri çektiği aynı uluslararası starlar olduğunu gözlüyorum. Paylaşılanlar da, hedefler de, yapılmak istenenler de hep aynı, ya da aynı ya yakın mı? “Benzer global bir mimarinin nüansları ile biribirine benzer ürünleri arasında, yine global bir mimari eğitimin rüzgarı burada da mı her yanımızı sarıyor?” diyorum.
Ve bu sorular arasında sanki yağmur, fırtına birdenbire bastırıyor jürilerle, stüdyolarla. Öğrenciler, ben de dahil farklı bir gelenek içinde sudan çıkmış balığa dönüyoruz. Bir tarafta daha yeni mimarlık dünyasında gelmenin ve onunla tanışmanın, mimarlığın ilk dakikalarına alışmanın halleri içindeki olan birinci sınıflar ile diğer tarafta da diploma sınıfında yorgun yeni bir yaşama atılmanın kıyısındaki deneyimli öğrenciler adeta mimarlık bölümünün uzun koridorundaki iki ucu sanki mimarlığın uçlarını birleştiriyor. Yukarı da anlatmaya çalıştığım resimdeki ilk izlenimlerimden sonra, ben de kendi adıma, orada daha işin tam başında sanki bütün bildiklerimi, kafamdaki her şeyi formatlamak istiyorum. Her şeye sıfırdan başlamak istiyorum. Ama nasıl? Tabii ki kafayı temizleyecek böyle bir makine daha dünyada yok. Sonunda aylar, yarıyıllar göz açıp kapayana dek geçip gidiyor. Sergiler, projeler, tashihler, geziler ve diğerleri sıraya giriyor, hocalarla ve öğrenciler ile.
Ama belki de bu işaretler dünyasında ilk dakikaların heyecanı ile hissettiklerim belki de buraları anlatmıyor. Yavaş yavaş görülenlerin arkasına gitmek gerekiyor. Burada da mimarlığı unutmak, unutmaya çalışmak, bütün dünyayı neredeyse hizaya sokan parametrelerinden, bunların ağırlığı altından biraz uzaklaşıp oradaki yaşama karışmak, sonra da sanki tekrar mimarlığa bu yaşamın kokusu ile geri gelmek ve ikisini bağlamak, kitapların, dergilerin yanında ipuçlarımızı oralardaki rasgele anlardan, sokaklardaki isimsiz aktörlerden, farklı farklı panaromalardan, bir uçtan bir uca bütün kenti saran okyanusdan, bambaşka mekan sentezlerini önümüze seren dağdaki efsanevi tapınaklardan, farklı farklı inançlardan, yerde oturulup yemek yenilen yerel Kore lokantalarından, her yemekte sanki bir seremoniye dönüşen masalardan, bir başka rituel yeşil çay içmelerinden, meditasyonlardan ya da neresinden başlayacaksak başlamak ve herkesin kendi algılarıyla oluşacak farklı farklı mimarlıkların kapılarını en azından aramaya çalışmak, yaşamın panaromalarına, onun yansımalarının peşine düşmek gerekiyor. Yine kısacası mimarlığı saran yaşamın mimarlığından geriye doğru filmi sarmak, ikisi arasında gitmek gelmek çabası içinde karşılıklı paylaşmak ve birlikte öğrenmek gerekiyor. Bunu bir anlamda yapıyoruz da. Tabii yine aynı şey oluyor, ben burada onlara öğretmek için karşılarındayken, karşımda öğrenciler sahne alıyor ve yerler yine değişiyor ve adeta olana bitene tek tek ayna tutuyorlar.
Bir de hiç unutamadığım bir final izliyorum diploma sınıfınının son metrelerinde. Bir gün yarıyılın sonuna doğru, stüdyonun yemek tatili arasında, üç grubu birleştirerek onları motive etmek adına üç koldan adeta yaylım ateşine tuttuğumuz diploma sınıfındaki hoca arkadaşlarım, Mr Shin ve Mr Lee ile asansör beklerken panolarda büyük listeler görüyorum. “Bunlar nedir?” deyince anlatıyorlar. Meğerse diploma öğrencileri alt sınıflardan kendilerine bir hafta on gün projelerine yardım edecek gruplarını oluşturmuşlar, dörder beşer kişilik. Bazı grupların sayısı daha az bazıları ise daha da kalabalık. Bu listeler onların listeleriymiş. Gerçekten de diplomaların son günlerinde her şeyin asılacağı sergi teslimine kadar okulun sabah akşam aralıksız full time mesai yaptığı, uzun koridor ve arkasındaki odaların bütün okulun adeta panayır yerine döndüğü, hocalarında öğrencilerinde bu sanki yarışma teslimini andıran günlerde nasıl birarada tek yürek oldukları, takım oyunu oynadıkları, bireyselliğin bir kenara bırakıldığı günler biribirinin arkasına takılıyor ve teslime kadar sürüp gidiyor, genellikle Kore okullarındaki bir bitirme geleneği olarak. Bu takımlar ilerideki meslek yaşamlarında birbirlerini, diplomadaki ustalarını unutmuyorlar ve toplanıyorlar.
Bir çok hikayenin arasında, bir de yine Psy’nün hikayesi var. Toplantılarda, sohbetlerde işin içinden çıkamadığımız anda şaka yollu sohbetlere giren, devamlı tekrarladığımız ‘Gangnam Stile’ repliği… Evet evet “Gangnam Stile” hala önemli ve günlük yaşamımızın bir yerlerinde oluyor. Hatta birinci sınıflardan bir arkadaşın yaptığı projelerden birine onun, Psy’nün Sahnesi, ‘Gangnam Stile’ sahnesi adını vermeyi bile düşünüyoruz. Çünkü o sahnede Psy o muzip hali ile konserlerini verebilir ünlü melodilerini seslendirebilir. Oradaki stüdyolar, ‘Rüzgarla Terapinin Mekanı, Meditasyon yapılan yerler, Işığın Mekanı, Çay Seremoni Mekanı, Psy’nün Sahnesi, Sanbokdoro Projeleri ve diğerleri oradaki yaşam gibi bütün hızıyla, bütün renkleriyle akıp gidiyor. Kısacası mimarlık ve yaşam arasında her köşesi ile hep akılda kalacak bir yıl ve bir Güney Kore ve bir Busan yaşıyorum.
Şunu anlıyorum. Her şey buram buram Globalizasyon koksa bile, burada yine de o rüzgara bağlı mimarlık ve eğitimindeki Kore kokusu da giderek etrafı sarıyor. Ve o koku hala bambaşka bir resim yaratıyor, çok daha derinlerde, mimarlık adına çok daha başka bir yerlerde. Onu yaratanlar da bu toprakların geleneği, insanlar ve burada tanıdığım dostlar ise onun sembolleri oluyor. Tabii yine de herşey mimarlığa neresinden ve nasıl baktığımıza bağlı.
Sonunda ayrılık zamanı geldiğinde onlar beni, ben onları, Mr. Woo’yu, Shin’i, Lee’yi, Yang’ı, Tea Master’ı, Kang’ı, Ryu’yi, Che’yi, Song Danbi’yi, İl Sung’u, Dong Min’i, Yoon Deun’ yu, Kim Young’u, Hong Jeon’u, Kim Nam’ı, Kang Moon’u, Kim Dong’u, Omm’ u, Lee Seok’u, Jin Uk’u ve diğerlerini, yine mimarlığın ve yaşamın okyanusuna, bir okyanus kıyısında bırakıyoruz, aynen biribirimizi bulduğumuz gibi… Kısacası hep birlikte anlamlı bir yolculuk yapıyoruz doğunun derinliklerinde. “Yaşam da bir yolculuk değil midir zaten” Sevgili dostum, Mr.Woo’nun ayrılırken söylediği gibi?
2 yorum
tesekkurler hocam…. 🙂
nice guzel yolculuklar dilegimle………
sevgiler…
Haydarcim cok sagol… Yolculuklari uzaklardan, yakindan paylasmak uzere…
Sevgi ve selamlarimla, kuzeyden…
y a n a r