1960’larda Rum okullarının kapatılması, ardından verimli toprakların devlet tarafından çok ucuza istimlak edilmesi ve adanın güneyinde en ağır suçlardan hüküm giymiş tutuklular için yarı açık cezaevi kurulması süreci ardından mecburi göçleri getirdi.
Gökçeada, ya da antik dönemden yakın tarihimize kadar kullanılan resmi adıyla “İmroz”, sayısız hikaye, anı ve olaya ev sahipliği yapmasına karşın, büyük bir sükunet, masumiyet ve sadelik sergilemektedir.
Ada’nın, geçmişten beri süre gelen sosyal, ekonomik ve kültürel yaşamdaki canlılığı, 1960’lı yıllardan itibaren büyük askeri alanların ve yarı açık cezaevinin varlığı sebebiyle gerilemeye başlamıştır. Bunun tek olumlu sonucu o yıllardan itibaren Türkiye’nin kıyılarının tüketilme sürecini Gökçeada’nın yaşamamış olması ve bakir bir yer olarak kalmasının sağlanmasıdır.
Bunun yanısıra, çılgın tatil anlayışının ve azgın inşaat sektörünün henüz keşfetmediği -belki de iyi ki keşfetmediği – Gökçeada, kendine özgü bir turizm gelişmesine ev sahipliği yapmaya aday bir yerdir.
Her şeyin bir tüketim malzemesi haline geldiği, doğanın, coğrafyanın ve yerel kültürlerin bile turizm adı altında tahrip edildiği ve yok edildiği günümüzde, Gökçeada sessiz, sakin, başka bir turizmin, başka bir yaşamın peşinde sanki; toprağınını, besinini kirletmeyen organik tarımıyla, doğa ile içiçe mimari dokusuyla, ekolojik değerlere hassasiyetiyle geleceğin turizmini önceden keşfetmiş görünüyor.
Organik tarım ve hayvancılıkta pilot bölge seçilmesi, kentlerin gelişiminin doğal ve kültürel değerlerini tehdit etmediği bir felsefeye dayanan CittaSlow (Sakin Şehirler) ağına entegre olması, adanın geleceği için çizdiği yön hakkında önemli ipuçları vermektedir.
Gökçeada başka bir turizm anlayışını, başka bir yaşam kültürünü çağırmaktadır. Bu da şüphesiz ki eko turizm anlayışı ve hümaniter bir yaşam tarzıdır. Gökçeada doğal, coğrafi, tarihi ve kültürel zenginlikleri ile turizm eko turizm, agro turizm, sağlık turizmi, alternatif turizm gibi çeşitli turizm türlerinde uluslararası bir destinasyon olabilecek potansiyele sahiptir. Su altı dalış turizmi, su sporları turizmi, doğa sporları turizmi, sağlık ve alternatif tedavi turizmi, agro turizm, doğa turizmi, kıyı turizmi, mağara turizmi, kuş gözlemciliği turizmi, kültür ve tarih turizmi, kamp turizmi, botanik turizmi, festival turizmi, mutfak turizmi gibi turizm türlerinin tamamı mümkündür.
Bugün tarihi Rum köyleri bir açık hava müzesi gibi aynen durmaktadır. Evrensel ölçekte kültür mirasının korunması kapsamında bu evlerin restore edilerek yeniden hayata geçmesi de önemli bir gerekliliktir.
Gökçeada öne çıkan temel ayırdedici değerleri aşağıdaki gibi sıralanabilir;
Bu potansiyellerinin Gökçeada’nın geleceğinde önemli bir rol oynayacağı şüphe götürmez bir gerçektir.
Gökçeada, geçmişi prehistorik zamanlara uzanan ve bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış bir yerleşimdir. “Çorak topraklarda bereket tanrısı” olarak adlandırılan Imbrasos’un bolluk diyarı olarak bilinen İmroz, bugünkü adıyla Gökçeada, Homeros’un İlyada destanında deniz tanrısı Poseidon’un adası olarak geçmektedir.
Kaleköy bölgesindeki Yenibademli Höyük’te Hacettepe Üniversitesi Arkeoloji Bölümü tarafından 1996 yılından beri yürütülen kazı çalışmalarında elde edilen bulgular, höyükteki yerleşmenin 5.000 yıl öncesine varan erken ve geç tunç çağlarına ait olduğunu kanıtlamaktadır. Bu kazılarda M.Ö. 3000 yıllarına ait sur, ev temelleri, erken tunç çağına ait sermikler, ağırşaklar, taş balta, silex ok ucu, perdah, ezgi taşları, yonga parçaları bulunmuştur.
Adaya ilk yerleşenlerin Pelasg’lar olduğu kabul edilmektedir. Pelasg’lardan sonra kısa süreli olarak Persler’in egemenliğine giren Gökçeada MÖ.500’lerde Atina şehir devletine bağlanmıştır. Gökçeda tarih boyunca Roma, Latin, Venedik ile Cenevizliler ve son olarak Osmanlı hakimiyetine girmiştir. 1455 yılında Osmanlı topraklarına katılan Ada, 1912 yılında Yunanistan 1915 yılında da İngilizlerce işgal edilmiştir. Lozan Antlaşması gereğince 22 Eylül 1923 günü Bozcaada ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’ne geri verilmiştir.
Antik dönemden beri İmroz olarak adlandırılan Ada’nın adı 29 Temmuz 1979 günü çıkarılan bir kararnameyle Gökçeada olarak değiştirilmiştir. (Ersoy Soydan 21.06.08)
Rum köyleri Gökçeada’nın mimari açıdan en dikkat çeken değerleridir. Köyler, zamanında korsan saldırılarından korunmak ve kıyılardaki verimli tarım topraklarını korumak için yüksek tepelere ve denizden uzak bölgelere kurulmuştur. Rum evleri genellikle adadan çıkarılan doğal taşlardan, topraktan harç olarak yığma tekniğiyle inşa edilmiştir. Taş evler, arnavut kaldırımlı sokaklar, kiliseler, çamaşırhaneler, kahve ve çeşitli dükkanların toplandığı meydanlar köylerin mimari dokusunu oluşturmaktadır.
Büyük bir bölümü (%52) sit alanı olan Gökçeada’da mimari projelerin yerel dokuya uygun olarak hazırlanması gerekmekte ve yapılaşma kontrol altında tutulmaktadır. Geçmişte daha çok tarım ve hayvancılıkla Gökçeada’lıların yaşamları yılın büyük kısmını geçirdikleri tarlalardaki bağ evlerinde geçmiştir. Dam denilen bir iki katlı yapılar Gökçeada’lıların hayatlarında büyük yer kaplamaktadır. Tarım ve hayvancılık alanlarındaki barınma amaçlı yapılar Gökçeada’nın geleneksel dokusunda bulunmaktadır. Bağ evleri Ada’nın hemen her yerinde ve birçoğu harabe veya temel durumunda bulunmakta ve adanın mekansal kimliğini oluşturmaktadır.
Gökçeada’dan bahsedince ister istemez sürgünlük geliyor akla. Bir taraftan yüzyıllardır Gökçeada’yı anavatanı olarak gören Rumların 1960’lardan itibaren siyasi sebeplerle yerlerini terk etmek zorunda kalmaları, diğer taraftan köyleri devlet tarafından istimlak edildiği için 1950’lerden itibaren Türkiye’nin çeşitli yerlerinden burada kurulan köylere yerleştirilen Anadolu insanının adapte olma süreçleri.
Biraz utanç biraz da üzüntüyle andığımız 1960’lı yıllar Ada’da büyük bir değişime sebep olmuştur. Önce Rum okullarının kapatılması, ardından verimli toprakların devlet tarafından çok ucuza istimlak edilmesi ve son olarak adanın güneyinde en ağır suçlardan (tecavüz, cinayet, hırsızlık vb.) hüküm giymiş tutuklular için yarı açık cezaevi kurulması, bu hükümlülerin Adalıların hayatını cehenneme çevirmesi ve ardından gelen mecburi göçler. Rumlar bir anlamda sosyal, ekonomik kültürel yönden çaresiz bırakılmışlardır.
Daha önce Osmanlı döneminde de devlet desteği görmemesine rağmen en azından kendi imkanlarıyla kendi kültürlerini inançlarını yaşama özgürlükleri olduğunu öğreniyoruz. Ancak, 1960’lardan sonra başka bir dönem başlıyor ve bir kırılma yaşanıyor. 1960 yılı nüfus sayımında Ada nüfusunun %95’i Rum iken bu oran 1970 yılında ani bir düşüşle %39’a iniyor. 2005 yılında yaklaşık 10.000 kişinin yaşadığı Ada’daki Rum nüfusu yalnızca 167 kişi ve bunların yaş ortalaması 70’in üzerinde. Bu hızlı değişim nedeniyle adadaki Rum yerleşimleri ıssızlaşırken, yeni Türk mahalleleri ve köyler kuruluyor. Bir zamanlar Türkiye’nin en kalabalık köyü olan Dereköy (Shinudi) terkedilmiş bir yerleşmeye dönüşüyor. Bugün Gökçeada’da 6 adet Rum köyünün – Kaleköy (Kastro), Zeytinliköy (Aya Theodori), Tepeköy (Agridia), Dereköy (Shinudi), Bademli (Glik) ve Merkez (Panayia)- yanısıra devlet eliyle kurulmuş 5 adet Türk köyü -Eşelek, Uğurlu, Şahinkaya, Yenibademli, Şirinköy- bulunuyor.
Rum köylerinden yalnızca Zeytinliköy ve Tepeköy’de hala az sayıda Rum yaşıyor. Adalı olmanın ayrı bir kültür olduğu ve Ada kültürüne adapte olmanın bir süre alacağı bir gerçektir. Bu anlamda buraya sonradan yerleşen insanların kendi kültürlerini domine etmeye çalışmak yerine Ada’nın kültürel çeşitliliğine katkı yaparak bunu bir zenginliğe dönüştürme fırsatını kullanmaları gerekmekte, eskilerin de yenileri kabullenmeleri gerekmektedir.