Gülüşünü Meriç’ten Duruşunu Minarelerinden Alan Sabrın Kenti: Edirne

Kışın çok sert olduğu; ama ülkeme baharın geleceğini müjdeleyen umutlu günlerden biriydi. Trakya Üniversitesinin düzenlediği XI. Uluslararası Sinan Sempozyumu için çoktandır görmeyi istediğim Edirneye gidecektim. Yolun uzunluğundan çok, mavi gülüşlü Denizimden ırak düşmekti asıl tedirginliğim. Biraz da yeni İstanbul havalimanına gitme zorunluluğum huzursuz ediyordu. Mesafeler yorucu, yönlendirmeler karışık da olsa iç mekânları konforluydu uçak alanının; ancak henüz tamamlanmamış olduğu her köşesinden belliydi. Yardıma koşan mor tişörtlü gençlerin sayesinde yarım saatte gelebildim polis kontrolüne. Seçim arifesinden kalmış aç gözlü afişler eşliğinde Kıbrıstan gelişimden çok daha uzun bir yolculukla otogara ulaştım. Çağdaş havalimanı yapısından sonra, darbe ertesi ismi değiştirilmiş Esenler Terminalinin acınası durumunun bu yüzyılda açıklanması mümkün değil.

Edirneye gitmek üzere bindiğim külüstür otobüs ve kaba muavinine rağmen ellerindeki dergi ve gazetelerle kendime benzer yolcularla olmam biraz rahatlatmıştı. Çalışma ortamımdaki “paper work” denilen sekreterya işlerinden yorulmuş zihnim üç saat daha sürecek olan yolculukta dinlenecekti. Adeta denizin mavisi üzerine serilecek bir patchwork gibi duran geniş düzlükler gözlerimi alamadıklarımdandı… Yeşilin içinde başka bir yeşille dikilmiş sarı yamalar gibi duran net sınırlı kanola tarlaları Kıbrıstaki lapsanalara benzer ama onlar gibi direnişçi ve özgür değillerdi. Yağ üretiminin hammaddesi olan ve daha birçok işe yarayan bitkileri, sistem(sizlik)lerin içinde ezilenlere benzettim. Onların parlaklıklarıyla yarışan sarı kapaklı kitap, samimice “İçeri girmez miydiniz?” diye soruyordu. Artan yağmur damlalarıyla görüntüm bulanıklaşınca, anılarımla düşlerimin karışıklığını dinginleştirir umuduyla başladım okumaya. Kabuklanamayan yaraları taşıyan kadınların ateşi düştü yüreğime, içim acıdı, elimde ağırlaştı incecik sayfalar. Daha sıkı yumdum gözlerimi. Uyumuşum Edirneye ulaşana dek…

Kalacağım butik otele kolaylıkla geldiğimde, kente hafif karanlık çökmüştü. Antikalarla dolu loş lobisinde güler yüzlü insanlar tarafından karşılanmam, otelin gözüme sevimli görünmesini sağlasa da biraz hayal kırıklığına uğramıştım. Çünkü ne yalı baskı kaplı dışı ne de Irish Pub kılığına bürünmüş olan içi, konaklama yapısının “butik” olmasına yetmemişti. Küçük odanın tek iyi tarafı, beni dışarıda olmaya zorlamasıydı; o yüzden her şeyin sadece yetecek kadar olduğu odamdan hemen çıktım.

Ortaokuldaki tarih ve üniversitedeki sanat tarihi derslerinden kalma bilgilerin yanında bu kentin hayatımda özel bir yeri var. Liseyi okumak için girdiğim devlet yatılı sınavlarında ilk olarak Edirne Kız Lisesini kazanmış, gitmemiştim. Anadolunun en güneybatısından kuzeybatısına doğru karışladığımı hatırlıyorum kütüphanemizdeki atlası. 14 yaşındaki bir kız olarak ürkmüş, ailem ise beni ancak İzmire kadar gönderebilmeye cesaret edebilmişti. Oysa görseymişim bu güzel kenti, beni o çocuk halimle kucaklayacağından eminim, çünkü daha ilk andan sıcak hallerini hissettirmişti. Böylece birinci akşamımı kentin zihnimde kalan “ilerici” imajına güvenerek geç saatlere kadar sokaklarda geçirdim. Yalnız sayılmazdım zaten, bazen pirinçle isimleri yere işlenmiş ünlülerle bazen meydana yerleşmiş bir süpürgeciyle ya da cadde üzerinde fıskiyelerle sarılmış deniz kızıylaydım.

Fotoğraf 1: Edirne Kent İçi (Yücel Besim, 2019)

Ertesi gün, sempozyumda geçecekti. Kenti belleğime daha çok yerleştiririm inancıyla toplantının gerçekleşeceği yere yürüdüm. Sokullu Hamamı ve Üç Şerefeli Cami arasından geçerek yolumu uzatınca kaybolur gibi oldum. Ne ilginç bir tesadüf ki yardım istediğim kadın, kızı Kıbrısta mimarlık okuyan Edirneli genç bir anneydi. Kısa sohbetimizde özlemini saklayamadı buğulanmış gözlerinde. Baklavalı, şişhaneli, çubuklu ve burmalı; dördü de birbirinden süslü minareler şahidimdir ki ayrılırken samimiyetle sarıldım kendisine; enerjisini Kıbrısa taşımak için. Tarif ettiği gibi yönlenince Eski Camiyi geçip kentin koruyucusuymuşçasına duran Selimiyeyi gördüm. Sonra köşedeki Koca Sinanı ve arkasında at üzerindeki Fatihi günaydınladım. Solumda kalan pembe boyalı belediye binasının balkonunda da sanki Önderim duruyor, onları selamlıyordu.

Fotoğraf 2: Edirne Kent İçi (Yücel Besim, 2019)

Hem bölgede hem de kentte önemli bir yere sahip Trakya Üniversitesinin yedi farklı yerleşkesinden biri olan Makedonyaya zamanında ulaştım. Selimiyenin arkasına saklanmış mimarlık fakültesine vardığımda yağmur hızlanmıştı. Orta boşluktan nefeslenen iki katlı tarihi yığma yapının girişine sığındım. Yalnız değildim; koridorlardaki derin pencere oyuklarında da kitaplarına sığınmış gençler vardı. Belli ki fakülte binası, “Mimarlık ve Ekonomi” temalı sempozyum için çok hevesliydi. Yüksek beyaz tavandan sarkan maketleri izlerken badanalı duvarlarda klasik müzik yankılanıyordu. Sırf merdivenlerini sevip inip çıkmışlığınız olmuştur sizin de bazı binalara ya; işte ben de öyle oldum orada. İki koldan çıkan görkemli mozaik basamaklıyı da denedim, ahşap harpuştayla sıcaklamış mermerliyi de. Hiç kızmadı bana… “Yoksa yıllar önce okumak için gelmeyi planladığım yapı mıydı bu?” diye düşündürttü içtenliği. Kendimi yapıya yakınlaştırırken yapıyı da mimarlık eğitimine yakıştırdım. Yeşili gür ağaçların onu; onun avlusunu sımsıkı kucakladığı gibi sıkı bir enerjiyle kuşatılmıştım. Bu coşkuyla hazırdım “Pansiyonculuğun Bodrum’daki Gelişimi” üzerine yazdığım çalışmamı sunmaya.

Fotoğraf 3a, 3b: Trakya Üniversitesi Mimarlık Fakültesi Binası (Yücel Besim, 2019)

Sempozyumdaki sunumum bitişe yakın olduğundan uzun öğlen arasında sabah gelirken gördüğüm kent müzesine gittim. Tarihi bir konaktan dönüştürülmüş yapının küçük mekânları çok iyi değerlendirilerek zenginleştirilmişti. En çok etkilendiğim bölüm, kentin göçleri üzerine olanıydı. Bir zamanlar kayınpederimin Poli’den Lefkoşa’ya taşı(n)dığı ahşap bavulların çeşidi vardı burada. İçlerine ancak da birkaç eşyanın sığabildiği, özleyeceklerinizin hiç sığdırılamadığı…

Fotoğraf 4: Edirne Kent Müzesi (Yücel Besim, 2019)

Ziyaretim tahminimden kısa sürdü. “Ayıp olmadı inşallah ilk sahibi Hafız Ağa’ya.” diye düşünerek Selimiye’ye yöneldim. Sanki O da önce kendisine gitmemi beklemişçesine darılmış gibiydi. Ululuğunun yanında biraz hüzün verdi bana. Bu muhteşem anıtın içine girdiğim anki duygularımı anlatmam pek de olası değil aslında. İnsanoğlunun yaradışı, yaradılışından önemli gelse de o an, içime düşen dua etme isteği sorgulamalarımın önüne geçti: “İnanmak, düşünmekten kolaydır çünkü -ve bu yüzden düşünenden çok inanan vardır çevremizde.” (B. Calvert).

Kendimden çıkıp kapanış için sempozyuma geri döndüm. Birçok atölye ve serginin de gerçekleştiği sempozyum, birbirine paralel götürülen altı oturum sonunda elliye yakın bildiriyle amacına ulaşmıştı. “Ekonomik faktörlerin tasarımda, yapı üretiminde, korumada, kent ölçeğinde, sürdürebilirlik alanında ve rekreatif alanlardaki etkilerinin tartışılması.” hedefini yakalamanın sevincini meslektaşlarımla paylaştım; yeni tanıştığım birçok idealist eğitimciyle bağımı güçlendirdim.

O akşamı ve sonraki günümü, Edirne’nin bana sunacağı zenginlikler için ayırmıştım. Anadolu’nun Balkanlara açılan bu uç köşesinde gündüzler uzun, geceler hareketliydi. O yüzden ortalık kokoreç kokularına bürünene dek sokaklarındaydım. Yunanistan ve Bulgaristan’dan gelen günübirlikçi “komşilerle” yedim meşhur ciğerini, peynirli Rumeli tatlısını. Ayaklarım izin verse işkembe çorbası saatlerini de yaşardım, çünkü odama ulaşan müzik seslerinden günün keyiflerinin bitmediği anlaşılıyordu.

Fotoğraf 5: Edirne Kent İçi (Yücel Besim, 2019)

Kentin sunduğu ulaşım kolaylıkları sayesinde dolmuşa benzer belediye otobüslerine binerek son günümün ilk saatlerinde Karaağaç bölgesine kolayca gittim. Edirne’yi besleyen Tunca ve Meriç’i geçerek, gerçekten gökyüzünü karalaştıracak sıklıktaki ağaçlarla bezenmiş bölgeye geliverdim. Şimdi Güzel Sanatlar Fakültesi olarak kullanılan istasyon yapısı karşıladı beni. Yağmurun izin verişiyle, bahçedeki heykeller arasında, mağrur yapıya neşe katan sabah kuşlarıyla birlikte dolandım. Elimi, ıslanmış beyaz mermerlerde dolandırdım. Edirneli heykeltraş İlhan Koman’ın Akdeniz’e değmiş esintileri çarptı yüzüme. “Bir zamanlar vandalizme uğramış figüratif soyutlama örneğinin yeni yerinde korunaklı olduğu kesindi ama bu dinginliğin içinde daha özgür olmayı isterdi mutlaka.” diye düşündüm.

Tarihi garın arkasına saklanmış, ziyaretçisi daha bol eski treni uzaktan seyrederken birçok değerli Türk sanatçısının yapıtlarının bulunduğu ufak sergi yapılarından ikisini detaylı gezdim. Sağındaki Lozan Anıtı’nın brüt beton kolonlarını sığdıramadım makinemin açısına. Yüksek ağaç dallarının yumuşaklığının tersine, göğü delecekmişçesine dimdik uzanmışlardı. Sıradan bir bahçeden çok, cumhuriyetin öncesinden sonrasına geçişini aktaran eserlerin uyum içinde yaşadığı açık hava müzesiydi burası. Ayrılamıyordum… Kendime garı manzara edinerek biraz da köşedeki kahvede oturdum. Seyir alanımda iki saksağan da vardı; bu huzurlu yerde yuva yapmaya çalışan. Akıllıca bir seçimdi; becerilerine şaşırarak, sabırlarına hayran kalarak izledim onları.

Henüz hareketlenmemiş sokağın Pazar kahvaltısına gelecek şanslılarına yerimi terk etmeliydim artık. Lalelere bezenmiş yolda uzunca yürüyerek arkamda bıraktım Karaağaç’ı. Sinan’ın yorumuyla Selimiye’nin içinde ters dönmüş lalelerin kederi yoktu onlarda. Pembemsi çiçeklerin fotoğrafını çeken polislerle selamlaşırken emindim, “Kara” olmamalıydı buranın isminde.

Fotoğraf 6: Karaağaç (Yücel Besim, 2019)

Dönüşümde Balkanların yeşilini içine katarak gelmiş ırmakları yeniden görünce daha da ferahladım. Onların kıvrımlarını kıskanmış da durdurmak istercesine önlerine dikilmiş taş köprüler kimi ayırıyor, kimi birleştiriyordu? Yapıldığı dönemin en uzunu olanı sanki ailesinden kopamayan küçük kardeşine yarenlik ediyordu. Peşi sıra on iki tane dizilmiş mi diye saymaktan kendimi tutamadığım kemerler… Birileri, suyu sıçrayarak karşıya aceleyle geçmek istemiş de taşa dönüşmüş gibi duran köprü ayakları… Yansımalarını görüntülemek isterken fark ettim ki Karaağaç’taki kiremit çatılar gibi onlar da yuva olmuşlardı su kuşlarına.

Fotoğraf 7: Edirne’deki Köprüler (Yücel Besim, 2019)

Köprülere ayak basanlar arasından geçerken, Edirne’nin her yerinden görülen ve bu sayede hiç kaybolmadığınız, Selimiye yakınlaşıyordu. Kente doğru hafifçe tırmanırken Edirne’nin arka sokaklarındaki yaşamlara da şahit oldum. Bedesten’in sırtını sıvazlayarak Eski Camii’ye ulaştım. Revak bölümünde kendine asla sanatçı dedirtmeyen usta, Ara Güler’in ünlü fotoğrafını çekmiş olabileceği açıyı yakalamaya çalıştım. Daha girmeden mekânının görkemini hissettiriyordu dışardaki duvar işlemeleri. Önündeki leylak ve erguvanların ardında daha da güçlenmiş duran Selimiye’ye görünmeden kaçtım içeriye. Ne yalan söyleyeyim, dün Selimiye’ye aceleyle girdiğimden midir nedir, Edirne’nin ilk gözağrısı olan bu Ulu Camii beni daha çok etkiledi.

Fotoğraf 8: Ulu Camii (Yücel Besim, 2019)

Öğlen yaklaştığında kent içinde giderek artan kalabalık arasından sıyrıldım. Bulduğum şirin, küçük bir esnaf lokantasında yemeğimi yedikten sonra II. Bayezıd Külliyesi’ne gittim. Beni ilgilendiren o dönemlerdeki insanları iyileştirme yöntemlerinden çok, eski iyileşme mekânları ve yeni sergileme biçimleriydi. Ancak tekrarlardan ötürü biraz sıkıldım. Burayı ziyaret eden bir çocuk olsam belki avluda dolanan tavşanlar ilginç gelebilir, ama bu sefer de padişah kılığında dolaşanlardan korkabilirdim. Avlunun köşesinde sarmaşığı kurumuş, kendine güzel bir aşk hikâyesi yakıştırılmış ağaçtan daha çoktu yüzyıllar öncesinde kalmışları taklit eden sahte sakallılarla fotoğraf çektirenlerin sayısı. Dönemin ekonomik gücünü gösteren yapılar bütününün bana göre en önemli niteliği sağlığa kavuşmak için suyun, yeşilin, ışığın destekleyici olarak kullanılmasıydı. Sessizlikten sonra anlatılmayanı dile getirebilen müzik ve görülmeyeni yaşatabilen mekân, burada kol kolaydı. Nerede, ne zamanda olduğunu unutturan bu güç, Nietzche’nin inandığı gibi iyileştiriyordu. Ben de bahçesinden iç avluya, oradan kubbe altına süzülen erinçle deva buldum gönlümden çıkararak uzaktakileri.

Fotoğraf 9: Bayezıd Külliyesi (Yücel Besim, 2019)

Şifahaneden kent merkezine döndüğümde hâlâ gezecek vaktim vardı. Müzelerden birine ya da bir camiye daha yetişebilirdim. Dışarda arkeolojik eserlerin içeride ise etnografik ögelerin sergilendiği bakımlı müze yapısı Selimiye’nin arkasında biraz geride kalmıştı. Oysa içi kadar etkileyici bahçesinde küpler, kolon başları, mezar taşları dizilmiş, çimlerin üzerinde yarışa girmiş gibiydiler kentin geçmişini aktarmak için.

Fotoğraf 10: Edirne Arkeoloji ve Etnoğrafya Müzesi

Güneş geç batıyor ya burada daha önce söylediğim gibi; o yüzden müzeden çıkıp yürümeye devam ettim. Önce aşağıya, sonra dimdik yukarıya çıkarken mahalle camilerine özenmiş tuhaf cepheli apartmanları geçtim. Köşedeki Ali Atik Paşa Camii’nin altına yerleşmiş bakkalının kapısında gelen geçene laf atan çingene kadın yolumu tarifledi. Tepedeki Muradiye Camii’ne ulaştığımda yalnızlığı içimi burktu. Ne yapmıştı acaba bu yapı bakımsızlığı hak etmek için? Çevresindeki Selimiye’nin bile engelleyemediği çirkin yapılaşmaya rağmen kendi de manzarası da muhteşemdi. Kabullenemesem de hepsini selamladım, kentte dua ettiğim bu son camiiden.

Fotoğraf 11: Muradiye Camii’den kentin görünüşü (Yücel Besim, 2019)

Edirne, düşlediğimden fazlasını bıraktı gönlüme. Yağmurlu yürüyüşlerimde hep bir saçak altı buldu bana. Işıklandırılmış kubbe ve minareler fenerlerimdi geceleri. “Dost omuz başlarını / omuzlarının yanında duyup, kelleni orta yere / yüreğini yumruklarının içine koyup / yürümek…” (N. Hikmet). Yürümek kolaydı bu kentte; sanki herşey aydınlık yollardan yanaydı.

İyi insan mutluluk; mükemmel insan iz bırakır derler ya, hepsinden tanıdım Edirne’de. Kente ölümsüz eserler dikmiş Sinan’dan başka birçok iz bırakanla buluştum. “Ustalıkları düşmanları” (M. Güleryüz) olan bu ölümsüz insanlar, her bir eserlerinde daha güzelini aramışlar; sabrettikleriyle güçlenmiş, kenti güçlendirmişler. Tabii ki bekleme becerisi değilmiş onlarınki; karar verebilme yetisiyle çalışmayı sürdürmekmiş. Durmadan, yürekten yürümüşler yollarında, bir gün benim güven ve mutlulukla yürüyebilmem için kentin sokaklarında…

Edirneli iyi insanların alışkanlıklarının yüzyıllardır kente –çoğunlukla yürüyerek- göç edenlerinden gelmiş olduğunu düşündüm. Yazıyı tamamlamaya karar verdiğim gün ise haberlerde Edirne’de göçmenleri taşıyan bir aracın Meriç’te kaza yaptığını ve on düzensiz göçmenin hayatını kaybettiğini duydum. Düzensiz göçmen de ne demekti? Düzensiz olan kimdi, neydi?

Bu haberle içim burkulurken yine de üç upuzun gün, “geleceğime inançla, geçmişime minnetle, çevreme sevgiyle bakmamı” bana hatırlatan Edirne, öyle güzel kalacak aklımda. Meriç’ten aldığı gülüşü, minarelerinden aldığı duruşu anlatacağım öğrencilerime, mimarlığın bir “sabır işi olduğunu” yinelerken ondakileri örnek göstereceğim.

Kaynaklar:
https://muze.gov.tr/muze-detay?SectionId=EEM01&DistId=MRK
http://www.kulturvarliklari.gov.tr/TR-44003/edirne—sultan-ii-bayezid-kulliyesi-saglik-muzesi.html

Etiketler

Bir yanıt yazın