Atatürk Bulvarı Haliç'in altına alacak; böylece hem sahil birleşecek, hem de köprü-möprü tartışılmayacak. Ama bu defa da Kasımpaşa, Hasköy otoyola dönüşecek, denizle ilişkileri kopacak.
Sıra geldi Atatürk (Unkapanı) Köprüsü’ne. Unkapanı ile Azapkapı arasına daha önce de köprüler yapılmış. Şimdiki köprü, Atatürk (Unkapanı) Köprüsü, Atatürk Bulvarı’nın açılmasıyla birlikte 1940’lara doğru inşa edilmiş. Kent yönetimi şimdi bu köprüyü kaldırıp yerine tünel yapmaya, araçları suyun altından geçirmeye çalışıyor. Ayrıca Unkapanı tarafındaki geniş düzlüğe de dev bir otoyol kavşağı yerleştirilmiş… Neden böyle bir çözüme ihtiyaç duyulmuş? Belki tünel çevre yolu ile bağlantısını güçlendirmek için Kasımpaşa’ya uzanabilir diye düşünülmüş. Belki “Boynuzlu Köprü” meselesinden dolayı ağızları yanmış olabilir. Şöyle de düşünüyor olabilirler: “Şimdi buraya yeni bir köprü yapmaya çalışsak, gene yaparsın, yapamazsın diye on sene tartışacağız. En iyisi suyun altına yaptıralım. Karşı çıkanlar köprü görünmez olsun demiyorlar mıydı? Ayrıca metroyu suyun altından geçirilemezdi. Ama yol geçirilebilir. Lastik tekerlekli araçlar için eğim sorun teşkil etmiyor. Bakın, 3. Köprü’ye itiraz edildi ama Tarihi Yarımada sahiline dayanan tünele kimse itiraz ediyor mu?”
Atatürk Köprüsü zaten gösterişli bir köprü değildi. Ondan otuz sene önce inşa edilen Galata Köprüsü’nün yanında çok sönük kalıyordu. Bu köprüyle ilgilenmeye başladığımda, 1987 yılıydı zannedersem, bu iki köprü arasındaki tezat dikkatimi çekmişti. İlk karşıtlık elbette ki söylediğim nedenden, yerlerinden kaynaklanıyordu. Ama asıl karşıtlık, ya da farklılık dönemsel olarak iki ayrı ulus-devlet programının simgeleri olmalarıydı. Galata Köprüsü imparatorluğun ulus-devlete dönüşümündeki yeni-Osmanlıcı siyasal projeyi simgeleyen bir temsil aracıydı. Belki de o dönem inşa bütün kamu yapıları içinde en önemlisi. Diğeri ise Cumhuriyet’in işlevselci-rasyonalist yaklaşımını simgeliyordu. Tarihi Yarımada’nın önüne onunla yarışan, onu taklit eden bir simge yerleştirmek yerine basitçe ulaşımı sağlayamaya yarayan bir araç.
Galata Köprüsü’nün yerine beton köprü inşa edileceğini duyduğumda, daha doğrusu kazıklar gümbür gümbür çakılmaya başlandığında yirmi bin adet broşür bastırıp, dağıtmıştım. Hangi sivri akıllı ikna ettiyse, kentin o zamanki belediye başkanı Dalan köprünün dubalarının su akışını engellediğini ve Haliç’i kirlettiğini iddia ediyordu. Asıl niyeti müteahhitlere iş çıkarıp, kendisinin de bu işten payını almasıydı. Sanki şehrin simgesi haline gelmiş olan köprüyü restore etmek utanılacak bir şeymiş gibi “bana kimse eski köprüyü tamir ettirdi diyemez” diye karşı çıkanları paylıyordu. Oysa gerekiyorsa bu çelik köprünün taşıyıcı sistemi bile değiştirilebilirdi. Ama bir kere karar verilmişti, geri dönmek mümkün değildi. İnşaat bittikten sonra koruma kurulu güya köprüyü tescil etti. Ama bir mimari yapı olarak değil, bir eşya ya da gemi gibi “menkul” bir eser olarak! Ben de koruma kuruluna şöyle seslendim: “Bildiğim kadarıyla siz menkul eserleri korumakla görevli değilsiniz, aldığınız bu karar yok hükmünde”. Ama kim dinler? Bugün olduğu gibi o sırada da imtiyazlı bir kesim proje işi almak için her yere saldırdığı için bizim sesimiz duyulmuyordu. Böylece Galata Köprüsü jilet olmaktan beter edildi.
İşte o tarihlerde Galata Köprüsü ile ilgilenirken bu renksiz, ruhsuz Atatürk (Unkapanı) Köprüsü dikkatimi çekti. Galata Köprüsü 1. Dünya Savaşı öncesinde bir Alman şirketi (MAN) tarafından inşa edilmiş, 1. Milli tarzında, yani Yeni Osmanlıcı, oryantalist tarzda bir köprüydü, dönemin diğer kamu yapıları gibi. (Zaman zaman “hadi onu da ihya ettirmeye kalksanıza” diyeceğim geliyor.) Duyun-u Umumiye (İstanbul Erkek Lisesi) binası, Büyük Postane, vapur iskeleleri, elektrik trafoları gibi hemen savaş öncesindeki imparatorluğun ulus-devlete dönüştürülmesi projesinin mimarlık alanındaki yansımaları… Atatürk Köprüsü’nün ise işlevini yerine getirmek dışında bir özelliği yokmuş gibi gözüküyordu, ilk bakışta. Sonra yakın çevremdeki insanların o tarihlerde hayretler içinde kalmalarına yol açan şeyler söylemeye başladım: “Bence bu köprü de en az Galata Köprüsü kadar önemli. Çünkü yalnızca bir mühendislik eseri değil. Toplumu tasarlama idealleri üzerine kurulmuş neo-klasik kamu düzeninin çözüldüğünü gösteren önemli bir belge! Temsilin temsil edileni içine aldığı, hiçleştirdiği otoriter ve metafizik bir mimari zekayı değil, konu temelinde sorgulayıcı bir düşünceyi temsil ediyor. Bu nedenle şehir tarihinin bir belgesi olarak daha değerli!” Bu sözleri duyanlar epey bir şaşırdılar. Çünkü o sırada Çukurcuma’da Cihangir’den göç eden Rumların mallarını boşaltırken antikacı oluveren hamallar da koruma kurulu gibi süslü olan mobilyaların daha değerli olduğunu zannedip daha çok para istiyorlardı.
Şunları söylüyordum: “Bakın, Dalan denizi kirletiyor diye Eyfel Kulesi gibi şehrin simgesi halini almış köprüyü hurdaya atıyor ama Atatürk Köprüsü’nün taşıyıcıları tıpkı bir masa ayağı gibi, yani köprünün üst taşıyıcı sisteminin bir uzantısı. Dilimlenmiş ve Galata Köprüsü’nde olduğu gibi mütemadi olmayan taşıyıcı dubalar hem su akışına izin veriyor, hem de teknelerin geçişine. İstenirse Galata Köprüsü’nün taşıyıcı sistemi de değiştirilebilir, üzerindeki bölümleri restore edilerek…” O sıralarda nedense bir “mühendislik ürünü” olarak görülen Atatürk Köprüsü’ne karşı bir ilgisizlik vardı.
Atatürk Köprüsü evet, ondan önce yapılan Galata Köprüsü gibi değil, yerine daha önce inşa edilenler gibi biraz ruhsuzdu. Bunun bir nedeni de Galata Köprüsü’nün iki ucundaki meydanlar olmalı. Köprü Karaköy ve Eminönü meydanlarını birleştiriyor. Atatürk Köprüsü’nün de ucunda Tarihi Yarımada’nın en büyük düzlüğü yer alıyor ama bir meydan özelliği yok. Bu köprünün altında ne yaya geçitleri, dükkanlar, restoranlar, ne de iskeleler var. Biraz da bakımsız, başka işlevler olmayınca şehir hayatına katılımı ulaşımla sınırlı. Ayrıca kaldırımları daraltma, yolu genişletme işlemleri sırasında özensiz müdahaleler de yapılmış. Bu haliyle karayolu, demiryolu köprülerini andırıyor.
Bence bu iki simge yapı da yerlerinde korunmalıydı ve tıpkı Topkapı Sarayı, Ayasofya nasıl imparatorlukların simgesi olarak tanınıyorsa, bu köprüler de ulus-devletleşme, modernleşme sürecinde yönetimlerin ideolojilerini, şehir yönetimlerinin yaklaşımlarını sergileyen en tipik örnekler olarak şehir halkına ve dünyaya tanıtılmalıydı.
Bugün piyasa ilişkileri içinde körleşmiş koruma kurulları dökme demir parmaklıkları, kalıptan çıkma süsleri olan sıradan yapıları tarihi eser zannedip tescil ediyorlar, zeka ürünü olan, iş gücünü köleleştirmeyen, modernliğin, kapitalizmin yarattığı yıkımı sorgulayan yaratıcı düşünce ürünlerini ise yok ediyorlar. Bu nedenle asıl mesele Haliç köprülerinde de görüldüğü gibi “tarihi nesne” olarak mekanın korunması değil, onu var eden değerlendirme biçimlerinin, düşünce, fikir üretiminin kendisi olmalı.
Ancak ne yazık ki bu coğrafyadaki ulus-devletleşme süreci geçmişe mesafe koymak yerine ötekileştirmeye dayanıyor. Bu yüzden de şehrin hafızasını oluşturan bütün simgeler, Rusların Ayastefanos Kilisesi (Anıtı) gibi sürekli yok ediliyor. Şehir yönetimleri bu hafızayı kazıma işlemini öyle bir doğallıkla yapıyorlar ki, artık herkes bunu kanıksamış durumda. Şöyle düşünülüyor: “Bu şehri haraca bağlayan, onu fetheden güçler elbette ki şehre kendi simgelerini yerleştirecekler. Onlardan başka ne beklenir ki?” Bu defa Topbaş, Boynuzlu Köprü’den çok başı yandığı ve bir felaket olduğunu fark ettiği için Atatürk Bulvarı’nı Haliç’in altına alacak. Böylece hem sahil birleşecek, hem de köprü-möprü tartışılmayacak. Ama bu defa da Kasımpaşa, Hasköy otoyola dönüşecek, denizle ilişkileri kopacak. Haliç Tersaneleri’nin kapatılmasının en önemli nedenlerinden biri Galata Köprüsü’nün artık açılmaması gibi akla ziyan bir şeydi. Bu da öyle… Yahu bu kadar masrafa ne gerek var, köprünün altından insanlar yürüyerek geçer. Hollanda Mimarlık Enstitüsü’nün davet ettiği mimarlar Haliç kıyısını birleştirebilecek çok güzel yaya yolları önerileri getirmişlerdi. Metro Köprüsü de yöneticilerin kendi fantezilerinin oyuncağı olmasaydı, pek ala bir zeka ürünü olabilirdi!
Ama işe akılla başlansaydı zaten bunlar olmazdı.