Yıllar önceydi. Her yer yine çok kalabalıktı. Ayasofya’nın dev kapının önündeydik.
Finlandiya’dan birlikte geldiğimiz öğrencilerin hiçbiri burayı daha önce görmemişti. Biraz sonra içinde olacağımız mekan üzerine konuşuyor, onu hissetmeye çalışıyorduk. Seppo ile birbirimize baktık. Sonra sanki derin birer nefes alıp içeri doğru yürümeye başladık. Biraz önce o dev kapının, mermer dikdörtgen çerçevesinin içindeki genç bir çiftin, uzaktan gördüğümüz profillerini hatırladım. Birbirlerine gülümseyerek kapıda sarmaş dolaş olmuş, sonra el ele tutuşmuşlardı… Karanlık fonda, Ayasofya’nın iç dünyasına, dışarıya kadar süzülen ışıklarına doğru hızla gözden kaybolmuşlardı.
Bu efsanevi mekanın yüksek kapılardan geçiyor, ortaya doğru yılların ayak sürtünmeleriyle eriyip aşınmış, zamanın ruhunu ne kadar da güzel anlatan eşikleri bir bir geride bırakıyorduk. Sanki yüzyılların, bin yılların üzerinden atladık. Kim bilir kaç kez geldiğim Ayasofya’nın bu zamana dek hiç hissetmediğim anlarına, o anların kalbine doğru gidiyorduk adım, adım. İkinci eşiğin tam önündeki yerde, kırılmalarla bir nehre dönen, uzayıp ileri doğru bizi alıp götüren bir çizginin üzerindeydik. Bu sanki bir ipucuydu, bir işaretti. Gözlerim ilk onu hissetmişti. Çizgi bizi içerisine alıyor, yol gösteriyordu. En sonunda sanki adalar vardı. Diğer başka kırılmalar o adalara bağlandı. Ortaya doğru yürüdük.
Tam kubbenin altına geldiğimizde sanki hiç beklenmeyen bir mucize oldu. Zaman durdu. Koca Ayasofya’nın dev kolonları, kubbeleri, duvarları tek tek ortadan kayboluyordu. Etrafta kimse de kalmadı. Tek kalan ise gözlerimin önündeki “yer”di. Büyüdükçe büyüyen kaç asırlık, kaç bin yıllık mermerlerin derin izleriydi. Sadece dev bir döşemenin üzerindeydim. Bu çizgilerin bir araya gelişlerini, eşi benzeri olmayan kompozisyonlara dönüşmelerini, adım adım tamamlanışlarını izliyordum. Haritalardı, kentlerdi, nehirlerdi, göllerdi, yükseltilerdi bütün bu gördüklerim. Dev bir topoğrafyaydı önümdeki. Tesadüfler, sürprizler, anlar, mekanlar, o mekanlarda olanlar ve hikayeler iç içe geçmişti, hep birlikte bir bütün olmuşlardı. İşte, tek başıma durmuş, o dev döşemeyi seyrediyor ve izleri anlamaya çalışıyordum.
Dev bir zaman resmiydi bu. Şimdiye dek gördüğüm en büyük tabloydu. Tek tek sanki her bir taştaki eskizlerin bir araya gelmesiyle oluşmuş bir çizgiler dünyasıydı. Büyüleyiciydi, şaşkınlık vericiydi. Kim bilir kaç kere gelmiştim ama bu defa başka derin bir duyguydu bu, bütün gördüklerimin eşliğinde. Taşları şimdi daha da yakından hissediyor, onlara ve detaylarına daha da dikkatle bakıyor ve üzerlerindeki çizgileri tek tek takip ediyordum. Her bir çizgi bambaşka yerlere gidiyordu. Ucu bucağı, sınırları olmayan dev bir yolculuğa çıkmış gibiydim… İşte hikaye yıllar önce aynen böyle başladı… Ve arkası da geldi… Sonra ne mi oldu?
Ben bütün bu anlatıklarımı Ayasofya’da yaşadıktan sonra, o duyguları, o aldığım imajları, düşündüklerimi, notlarımı yanımda toplayıp uzun yıllardır yaşadığım Helsinki’ye geri döndüm, hikayenin geçtiği günlerde İstanbul’u birlikte ziyaret ettiğimiz Helsinki Güzel Sanatlar Akademisi’nden Finlandiyalı öğrencilerimizle ve kuzeydeki stüdyomuzu yönettiğim diğer hoca meslekdaşım Seppo Salminen birlikte. O yıllarda daha önce planladığımız gibi dönem sonunda yaptığımız sergide, öğrencilerin yaptıkları ile, onları yöneten hocaları olarak ben de kendi Ayasofya’mı orada sergiledim, diğer hocanın kendi eserini sergilediği gibi. “Benim Ayasofyam”ı kuzeye getirmiş ve burada tekrar kurmuştum. Büyük bir resim, büyük bir kolaj meydana getirmiştim. Ve bu yapıtı ben de çok emeği olan ve çok öğrendiğim sevgili hocam Muammer Onat’a adamıştım.
Daha sonra yaptığım bu çalışmanın ve Fin Güzel Sanatlar Akademisi’ndeki stüdyolarımızın detaylı hikayesini yazdım ve bu hikaye bazı yerlerde de yayınlandı. Ayrıca bu “Görünmez Ayasofya”nın serüvenini hem Türkçe hem de İngilizce olarak Türkiye’deki ve Finlandiya’daki bazı toplantılarda sundum. Sözünü ettiğim bu yazılardan biriyle ilgili geniş bir hikayeyi, sonunda oluşan kolajı ve daha başka imajlarının da olduğu yazının linklerini yazının sonunda bulabilirsiniz.* , **
Bu yazının hikayesini yeniden niye yazdın diyeceksiniz? Tek istediğim tarihe önemli bir not düşmek, Ayasofya’nın yeniden gündeme geldiği bu günlerde orada ilk defa gördüğüm ve adeta peşinden gittiğim o muhteşem resmi tekrar özetle yorumlayıp hatırlatmak ve hatta bir öneride bulunmak içindir.
Hepimiz biliyoruz ki, Ayasofya, 916 yıl kilise, 481 yıl da cami olarak kullanılmış. 87 yıl da müze olmuş. Bugünlerde ise tekrar camiye dönüştürülmüştür. Bu yazının konusu ise sadece Ayasofya’nın üzerinde yükseldiği mermer kaplı döşemeleri ve izleri üzerinedir. Hatta Ayasofya’nın adeta zaman haritasının üzerine, yani Ayasofya’yı adeta var eden, bu dev heykeli üzerinde taşıyan mermer kaidesi üzerinedir. Ama bir parantezde şunu da özetle vurgulamalıyım. Ayasofya hepimizin bildiği gibi hangi dinden, hangi inanıştan olursa olsun bütün kutsal mekanların çok önde gelen sembollerinden biridir. Bu mermerler de onun bu niteliğinin ayrılmaz bir parçasıdır. O yüzden duvarlardaki resimlerine, mozaiklerine, sembollerine nasıl davranıyorsak bu döşemeler de aynı şekilde değerlendirilmelidir. Mermerlerdeki izleri yok saymak bize kalan bu dünya mirası için büyük eksiklik olur.
Beş vakit ibadet anları ve özel dini toplanmaların dışında bu döşemenin, bu izlerin, bu resmin yine herkesin ayaklarının altında olması, hissedilmesi ve oraya gelen herkes tarafından görünmesi hala mümkün olabilir. Aynen duvarlarındaki farklı kültür ve geleneklerden gelen yazıların, freskoların, resimlerin görünmesi ve hissedilmesi gibi. Özel ve kişisel bir mekan olduğunu bildiğimiz, belli standart boy ve seçilmiş renkteki her bir seccadenin ibadet ve toplanma anlarında bir araya getirilmesi ile boydan boya geçici bir halıya döndürülmesi ve mekanı geçici olarak kaplayıp kullanılması tekrar yerlerine kaldırılması ya da arada isteyenlerin ne zamansa tekrar oradaki bir yerden seccadelerin alıp ibadetlerini yapması yoluyla bu mermerler ve bu mermerlerin izleri orjinal hallerinde kalabilir. Bu her ibadet öncesi ve sonrası sadece dakikalar alacak bir iştir. Teknik bir olaydır. Nasıl çözülecek ise çözülebilmelidir. Bu yolla Ayasofyanın gizemli döşemeleri yine her zaman orada olacak ve görünecektir.
Yoksa en az duvardaki freskolar, resimler, yazılar ve diğer izler gibi önemli olan döşemeler ve o döşemelerin dev resmi, orada daha önce izleri olan doğanın, tarihin, zamanın, oraya gelip giden herkesin, kralların, imparatorların, padişahların, orayı var eden mimarların, her türlü resmi ve sıradan insanların izleri görülemez. Bu tarihi belge yok olur, ister istemez kalıcı bir kaplama altında saklanır.
O mermerler, o düşemeler alt katta da, üst katta da baştan sona, bütün detayları ile bunca yıllık tarihe, zamana ve aktörlerine tanıklık eden çok, dünyanın hiç bir yerinde olmayan, sadece ve sadece buraya özgü, özel bir sanat eseridir. Oradaki tarih her türlü aktörünün izleriyle burada saklıdır. Eşi benzeri de yoktur. O yüzeylerin görülmemesi ile Ayasofya iç mekanı özgün kimliğinden çok şey kaybeder, bambaşka bir mekan olur. Bu tarihsel mekanı oluşturan bir çok yanı gibi Ayasofya’nın ruhu o mermerlerdedir, o mermerlerin izlerindedir ya da bu izlerin üzerinde yükselir. O çizgiler Ayasofya’nın zamansız olma halinin binlerce yıllık hikayesidir…
*Bu yazı daha önce Türkiye’de Arkitera web sitesinde 18 Haziran 2014 tarihinde “Büyülü Çizgiler Dünyasına Yolculuk: Ayasofya ve Zamansız Olma Hali” başlığı ile yer aldı.
**Yukarıdaki yazının daha uzun bir versiyonu ise Arredamento Mimarlık Dergisinin 2012 tarihli, 259 sayılı Temmuz-Ağustos sayısında, “Baba Ayasofya” başlığı ile yayınlanmıştır.
2 yorum
Bazısı bir anıt için bu kadar ince düşünürken, bazısı bir inat uğruna onu kapatıyor. Kıskanıyorlar desek onu bile anlamadıkları için kıskan(a)mıyor demek gerek. Ha pardon bizi kıskanıyorlardı değil mi?
Ahmetcim … ah o yerler, ah o güzelim izler, her biri takip edilesi o güzemli çizgiler…