İçinden film bile geçen Hindistan inanılmazlığı anlatısı. Az mimari çok yaşam.
Otelde sabah dışarı çıkmadınız, bir akademik bildiriniz var ertesi güne. Bunun için çalışıyorsunuz saat daha öğleden önce 10 bile olmamış. Otel odasının kapısının zili var (Neden zil koyduklarını da bilmek imkânsız). Neyse, zil çalınır. Açarsınız. Elinde kirli paspasın sopası, yere suları damlıyor, terlikli biri karşınızda dikiliyor. Pek bir yerinde olmayan İngilizcesi ile “Oda temizliği yapılacak” diyor. Diyorsun ki sonra gel. I-ıh sen varken de ben temizlik yaparım. Yahu olmaz. Israr ve ısrar. Bu tür davranışlar garip geliyor size ama Hindistan’da hiçbir şey garip değil ki bu garip olsun. Vallahi olağan şeyler. Bak inanmıyor!
Neyse, böyle konuşur gibi yazmayı yıllardır alışkanlık haline getirdim. İyi mi, kötü mü bilmiyorum ama kolay yazılıyor. Umarım kolay okunur. Hindistan gibi bir ülkeye yapılan gezinin öyle ciddi ciddi yazılmaması gerektiğini düşünüyorum. Ciddiye almayın demek değil bu. O anda aklınıza geldiği şekilde doğaçlama şeklinde olmalı diyorum sadece.
Ha bir de unutmadan önemli bir konuyu açıklığa kavuşturalım. Bu yazı “Ay Hindistan ne kadar pis, vatandaşları sefalet içinde, bizim ülkemiz çok iyi, ay inanır mısınız, şöyleler, böyleler” demek için yazılmadı. Zaten bu tür düşünceleri unutun. Unutmazsanız Hindistan’dan hiçbir şey anlamazsınız. Kısaca, hem kendinize, hem de çevrenize “Ay çok zorlandık, su içmedik, yemek yemedik, şöyle kötü, böyle bilmem ne” dediğiniz anda Hindistan’a boşa gelmişsiniz demektir. Zorlamayın kendinizi, hemen dönün. Yaşamadıktan sonra ne anlamı var.
Fakat bu demek değildir ki Hindistan’da gördüğünüz her şeyin de tam içine girin (Anlatmayacağım, tam içine girmek derken ne yapmanız gerektiğini). Kendi alışkanlıklarınızı sürdürün ve etrafı anlamaya çalışın. Meraklı olun ve korkmayın fakat buna rağmen çok temkinli olmakta fayda var.
Yazının mimari tarafı güçlü olamayacak. Keza mimarlık Hindistan için çok önemli bir kavram olmamış. Olmamakta. Ya da biz akademik bir toplantıya katıldığımızdan mimari tarafını kavrayamadık. Toplantılar ve sunumlar arasında ancak bu kadar anlayabildik diyebiliriz.
Genel olarak izlenimlerimi aktarmaya devam edeyim. Böylece kültürler, halklar ve yaşantılar arasındaki farklılıkların ortaya çıkmasında bir nebze olsa yardımcı olabilirim tabii.
Trafikte bisikletli taşıyıcılar çevre yolunun en solundan ve-veya sağından giderler. Çevre yolundan, otoyoldan her yerden gidebilirler. Her yere girebilirler. Ayakta nasıl durduğuna hayret ettiğiniz bir yaşlı adam, arkasında üç tane dobişko genci garip bir tekerlekli arabada (ufak bir fayton) at yerine kendini koşup, taşırken görebilirsiniz. Hayat çok zor. Aylık 50 dolara çalışan aile babaları var. Tüm aile bu para ile geçiniyor.
Böyle bir manzarayı fotoğraflayamadım. Avrupa’da gittiği her yerde oto boka deklanşör çeken ben Hindistan’da buna pek yelten(e)medim. O yüzden belki de o kadar ağır fotoğraf makinesini en sefil sokaklarda taşıdığım ve Aralık ayında 28 derecede terlediğim halde en az foto çektiğim seyahat oldu bu.
İki sebebi var, birincisi, o emekçiye “Sen ayda 50 dolar için böyle çalışıyorsun, ben turistim bak 10.000 dolarlık makine ile bu anı ölümsüzleştirdim(!)” demek istemiyorum. Fotoğraf makinesini ortaya pek çıkarmamam, hırsızlık olur kaygısıyla değil, o üç kişiyi çıplak ayakla bedeniyle çeken adamın gözüne bu maddi farkı sokmamak için. Diğer sebebi ise bu durumun bilinmesi ama belgelenmemesi gerektiği. Daha farklı bir durumu fotoğraflayabilirim. Ne bileyim koca bir ağaç olur, garip bir araba ya da bina belki köprü filan bunları çekersin ama bu durum daha ironik olsa bile çekemem, çekmedim. Hindistan Kültür ve İç İşleri Bakanlığı bu tür kol kuvvetiyle parası olanları taşıma durumunu (insan haklarına aykırı dahi sayılabilir) kaldırmak hatta hiç değilse motorlu olanları koymak istiyor. Bunu uçakta izlediğim belgeselde açık açık beyan ediyorlar oradan biliyoruz.
Diğer yandan arkada 100 kilodan fazla yük oluşturan bu paralı veletlere de kızmamak lazım. Eğer onlara “45 kilo adam sizi yalınayak bedeniyle çekiyor, utanmıyor musunuz, terbiyesiz herifler” deseniz ve onlar da sizi dikkate alıp inseler, asıl o 45 kilo adam size düşman kesilecek. Onlardan alacağı para belki de bir günlük geliri tüm ailesinin. En iyisi karışmamak, gözlemlemek ama görmemiş gibi fotoğraflamamak.
O yüzden fotoğraf çekmedim. İnternetten kol kuvveti ile yalınayak kilolarca ağırlıktaki yolcuları ve yükleri taşıyan hamalların görsellerini ararsanız bulursunuz. Ben çekmedim ve bu yazıya koymam.
Hindistan Dünyanın 9. Büyük ekonomisi. Türkiye 16. ama bazen 17. ve bazen 18. oluyor. Hollanda ile yer değiştirip duruyor. Endonezya arkadan gelip her ikisini de geçecek belki de. Türkiye’nin Meksika’yı geçmesi yani 15. olması oldukça zor. Hatta şöyle diyebiliriz ki, Türkiye’nin ilerideki 20 yıl içinde 20. sıradan aşağıya düşmesi de mümkün. Konu ekonomik büyüklük değil tabii. Hint ekonomisi 2 trilyon Dolara yaklaşmış durumda. Fakat sahip olduğu nüfusa göre çok düşük. Dünyanın en büyük 9. Ekonomisi olmasına övünmemek gerekiyor.
Fakat bilin ki Hindistan’dan 50 milyon kişi başka bir yere (homojen olarak seçilip) göçse, Hindistan bunu farketmez. Ama ya Türkiye’den 50 milyon kişi gitse ne olur? Bir düşünün bakalım. Bununla beraber Ermenistan nüfusunun 3.5 milyon olduğunu bilmek lazım. Bu Hindistan’ın tenha bir bölgesinin nüfusu demek. Düşünün Hindistan’da 3.5 milyonluk bir yerleşimin yöneticisi olsanız, Türkiye’deki ortalama bir şehirdeki okul müdürü kadar adamdan sayılmayabilirsiniz. Şu dünya çok garip yahu.
Açıkçası Hindistan’da çok çok zengin kişiler de var. Gelir dağılımı eşitliğinde sorun olsa bile ve bunun yanında yine bu ülkede altı yedi adet Türkiye nüfusu kadar açlık sınırı altında vatandaşın olduğunu bilmek lazım. Düşünün yedi tane Türkiye var ve açlık sınırının altında. Böyle rakamlarla Hindistan’ı bir seferde tarif etmek olanaksızdır. Hindistan’a yekten “fakir” diyemezsiniz, “inançsız” diyemezsiniz, “kalabalık” bile diyemezsiniz. Keza hangi bölgede ne kadar kayıtlı nüfus olduğu konusu yöneticilerin bildiği bile tartışılır. Siyasi seçimler bizimkisi gibi bir günde bitmiyor aylar sürüyor. O zaman Hindistan’ı zart diye anlatamazsınız kimseye.
İşte Kalküta içim çok nezih bir apartman. Mimar cephe oyunları dahi denemiş (Solda). O kadar süslü bina yapıp bunu denemeyen mimar ve müteahhitlerimize selam olsun (Sağda).
“Hindistan yavaştan kendini sevdirir” diyen Mazhar Alanson’a da pek katılamıyorum. Hindistan kendini sevdirme konusunda o kadar isteksiz ki, yavaştan da olsa, hızlı da davransa başarılı olması zor. Sevmeyi sizin istemeniz lazım. Ha bu arada onu sevmezseniz, Hindistan’ın bu kararınızı pek takacağını zannetmiyorum.
Hindistan, sadece Hindistan’dır. Yani burası ayrı bir dünyadır. Burada yaşayanlar bizim dünyamızdan değillerdir. Değiştirilemezler (düzeltmek ise zaten başlı başına üstten gören gereksiz bir kavram-istektir). Bundan 20 yıl sonra da belki aynı şekilde yaşayacaklardır. Belki de 50 yıl sonra da. Ona göre bakınız, ona göre anlayınız. Dünyada çok büyük bir ekonomik kriz olsa Hindistan nüfusunun büyük çoğunluğu farketmez bile. Kişi başına 40.000 dolar gayrisafi olan bir ülkede, bu 35.000’e düşse kıyamet kopar da, burada bir cacık olmaz. Zaten kayıt dışı kaç kişi var bilinmiyor.
Bu yüzden işbu yazıdaki anlatımlar Hindistan’ı aşağılama için değil, durum tahlili yapmak için yazılmıştır. Hindistan’ı aşağılayanın Hindistan kadar aklı yoktur. Bilmeniz gerekir.
Hindistan’a gideceğinizi söylediğinizde etraftaki çoğu kişi “Aşı yaptıracak mısın” diye sorar. Medikal uzmanlığım yoktur ama gerekli olmadığını zannediyorum. Diğer taraftan genel olarak böyle bir önyargı vardır. Çok pis bir yere gidiyorsun dikkatli ol diye iyi niyetle uyarırlar.
Evet, Hindistan çok hijyenik bir yer olmayabilir. Fakat bu durum bir politika değildir. Onlar olayı farklı şekilde görürler. Örnek: nispeten temiz bir binada yeni bir ofis koltuğu alınmış. Belli ki naylon kaplaması çıkartılmamış. Sonra kullanıla kullanıla kendiliğinden yırtılmış, sandalyenin altına doğru gitmiş. Orada aylarca kalmış ki üstü simsiyah. Kimse onu oradan almıyor. Yani kimseyi rahatsız etmiyor. Kısacası onlar bu tür konularda rahatsız değiller. Pizza Hut’a gidiyorsunuz. Yeri temizleyen kız elindeki bezle bir yeri eğilip siliyor. Bej renkli yer kaplaması çamur gibi gri oluyor. Bezi sürdüğü iz belli kızın. Sonra onu öyle bırakıp gidiyor. Daha da pisletmiş oluyor ama ona göre temizlenmiş oluyor. Bir şeyi temizlemek için ıslak bir bezi üzerinden geçmek yeterli geliyor onlara.
Otelimizde panoramik bir asansör var. Altıncı kata çıkıyoruz her gün. Mecburen dışarı bakıyorsunuz, cam çünkü kabinin çeperi. Asansörü çevreleyen alüminyum doğramanın iç tarafındaki kayıtların üstünde pislik neredeyse bir santim olmuş. Her türlü haşerat ölmüş durumda. Kabin ineceğiniz kata gelip durduğunda tam gözünüzle aynı seviyeye geliyor. Böylece otelin genel hali için bir “preview” sunulmuş oluyor size.
Şimdi gidip başka hijyen konuları için resepsiyona nasıl şikayetçi olacaksınız. Olmayın daha iyi. Otel bu kadar. Eğer kalacaksan işte sana otel odası. Yok mu lüks otelleri? Var, Hyatt Regency’i gördük mesela. Böyle konsolosluk gibi korunuyor. Taksi eğer çok döküntüyse buradan müşteri alamıyor. Böyle beyaz renkli nispeten yeni Suzuki ya da Tata marka taksiler girebiliyor otele. Otel şehirden çok kopuk. Belli ki çok temiz. Fakat Hindistan’a gelince en çok aradığınız hijyeni böyle oldukça hayattan kopuk şekilde kazanmak bana gerçeklerden kaçmanın en büyüğü gibi geliyor.
Koruma altındaki Hyatt Regency
Benim odamdaki kırık klozet kapağı, üzerinde kocaman ikramımızdır yazan ve yatağımın yanındaki üstüne cam kesilip konulmuş masada duran tepside, kullanılmamış kahve fincanındaki leke (kahve lekesi olup olmadığına emin değilim) ayrıca şöyle dikkatlice incelemeye korktuğum yastık, çarşaf… Ben böyle iyiyim.
Bu arada Tata derken hafife almamak lazım. 1800’lerin sonuna dayanan bir geçmişi var. 1945 yılında kurulmuş hem de özel bir fabrika. (Kamu hissesi de var) Ratan Naval şimdiki CEO’su. Özgeçmişinde Harvard ve Cornell Üniversitesi’nden mezun olduğu yazıyor. Ha bir de 2014 yılına kadar önce ismi duyulmamış Hindistan üniversitelerinden sonra Cornell, Harvard, Yale, Carneige Mellon, Royal Akademi, Cambridge’den fahri doktoralar almış. Tata’nın ismi Ford’tan devamlı zarar eden Jaguar ve Land Rover’ı 2.3 milyar dolar tiko para (“Tiko” terimi pekiştirme amacıyla kullanılmıştır) alması ile duyulmuşken asıl bilinmeyen tarafı dünyanın en büyük ve en önemli çelik devlerinden biri Avrupalı Corus’u almış olması. Dünyanın en ucuz arabası ünvanı ile Tata Nano’yu 100.000 Rupee’ye (1700 Dolara) satabilmekte. Kalküta’da sürüsüne bereket Tata Nano var. Ancak bir tane BMW görebildim, iki tane de Audi. Burada yabancı menşeili araba yok. Yazının sonuna doğru anlatıyorum sebebini.
Yine de Renault Rusya’da olduğu gibi pazara girebilmek için Dacia cipleri Renault markası ile pazarlıyor.
Reno Dacia
Taksiler genelde her tarafı dökülen Ambassador kullanıyorlar. 2014 yılında batmadan önce sadece Mart ayına kadar 2200 adet satmış. Tata’nın en büyük rakibi bence. Hindustan Motor Company’ye. yazık oldu. 16.000 TL fiyatıyla bir tane alıp İstanbul’da kullanmak isterdim. 2014 modeli de 1969 modeli de aynı ama aynı karosere sahip. Bir damla değişiklik yapılmamış. Motorunu bilemem.
Yeni model bir ambassador
Tata demişken komünikasyondan, kimyaya, enerjiye, otel zincirine hatta su şişelemeye kadar her türlü şirketleri var. Bu arada Naval Tata, Pulitzker Mimarlık Ödülü’nün de jürisinde.
Otobüslerin camları yok. Genelde istihap hadlerinin 2-3 katı kadar yolcu alıyorlar.
Tata otobüs, olağan bir cephe ve Ambassador taksi.
Ama asıl yükü “rikşa” ya da LPG’li motorları olduğu için “motorikşa”lar çekiyor. Günde bir milyondan fazla kişi taşınıyor bunlarla. 1900’lü yıllarda Çinliler mal taşımak için getirmişler buraya. Normalde önde şoför arkada iki kişi olmalı ama ben cümle içinde kullanayım “Rikşa’ya binmiş 7 kişi gördüm.” İnanmıyor musunuz? Peki?
Aynı cephede bu sefer bir Rikşa.
Bu seyahatten bir hafta önce Ermenistan’daydım. Orası hakkında da bir yazı yazacağım. Ya da yazdım yayınlandı bilmiyorum. (Bu iki yazıyı aynı anda vereceğim Editör hangisini seçer basarsa ilk) Ermenistan ile karşılaştırdığımda belki her iki ülkede de gerçekten fakir aileler var. Erivan’da yokluk var ama yine de temiz. Gümrü’de 1988’deki depremden beri konteynerde kalan aileler var. Bu kadar fakirliğe rağmen Gümrü temizdi. Hatta Gümrü’ye oldukça yakın olan Kars’a ya da Anadolu’da bir şehre gitseniz ortalıkta çöp göremezsiniz, ya da açık bir kanalizasyonun hemen yanında yıkanan (genelde Hindistan’da kişiler açıkta, bir bezi sabunlayıp üstlerine sürüyorlar. Bu yıkanma oluyor) biri göremezsiniz. Fakirlik, temiz olmayı engellemez. Bu ayrı bir olay. Buradaki toplum temizliği takmıyor, bilmiyor ve sanırım istemiyor. Bu kadar basit. Ayıplamanın manası yok.
Bu kadar sefalette bile kavgacı değiller. Trafikte biri diğerini geçti diye adam bıçaklayan, kurşunlayan yok galiba burada. Yollar oldukça sıkışık tamam ama bir şekilde gidiyorlar. Trafikte herkes herkese korna çalıyor. Zorundalar galiba. Başka türlü trafikte anlaşamıyorlar galiba. Keza süslü püslü olan otobüslerinde sağında solunda “Please blow horn” ya da yerel dilde “Awaz kedo” yazıyor (Sorduk, “Awaz” ses demek. Avazı çıktığı kadar sesi çıktığı kadar demek herhalde. “Kedo” ise “duyur” demekmiş). yazıyor.
Pek ayna filan kullanmadıklarından korna çalıyorlar ve yine de birbirlerine çarpmıyorlar. Hep korna çalıyorlar. Bu kadar çok korna çalınca uyarı özelliğini kaybettiği doğrudur. Fakat böyle anlaşıyorlar demek ki. Kalküta’nın merkezinde trafik ışığı görmedik. Havalimanı civarında var bir de bizim otelin orada bir tane var. Pilot uygulama gibi kalmış.
Hindistan’da ortalıkta yazan şeyin tersinin yapmanın mümkün olduğunu görüyorsunuz böylece. Örneğin taksilerin üzerinde “No refusal” yazıyor. İçine bindiğinizde taksimetrede ne yazıyorsa onu ödeyin yazıyor. Hem de kocaman şekilde. Biner binmez şoför de taksimetreyi açıyor ama genelde önceden pazarlık etmeniz gerekiyor. Taksimetrenin yazdığın 3-4 katında anlaşıyorsunuz. Ancak eğer vakit çok geç değilse ve polis ya da bir devlet binasının yanındaysanız, gideceğiniz yeri söyledikten sonra şoföre “meter” diye taksimetreyi gösterirseniz mecburen kabul ediyor. Ondan sonra da dolaştırmak için elinden geleni yapıyor. Tabii mazot harcadığından bunu abartmak zorunda. Elimizde GPS olan telefon olduğunu ve otele gitmek için hangi yolu tercih edeceğini ve taksinin içinde her yerde yazan “Acil durumlarda 100’ü arayın” etiketi gördüğünüzü şoför anlarsa, yol uzamadan otele varabiliyorsunuz. Kalküta’da trafik sıkışıklığında bir saat mesafedeki yerlere gittik en fazla 200 Rupee yani 7 lira verdik. Şoför gezdirirse de sorun değil ki, etrafı görüyoruz.
Taksilerde sol dikiz aynası yok (Şöför tarafında yani sadece sağ tarafta dikiz aynası var ve genelde kullanılmıyor. İngiltere sömürgesi olduğundan trafik soldan akıyor). İşin garibi diğer lüks araçlar da (lüks derken genelde Suzuki) sağ dikiz aynaları kapalı şekilde trafikteler. Galiba fazlalık olarak görüyorlar.
Azıcık trafik sıkışsın ya da kırmızı yansın hemen motoru durduruyorlar hemen. Öyle bekliyoruz. Bazen öyle bir keşmekeş oluyor ki, İstanbul’da olsa bu keşmekeşin etkisi 5 km ötede belli olurdu diyoruz. Tek kural ilerlemek. Ne yapıp ne edip ilerliyorlar. Biri önlerinde ise onun etrafından dolaşıyorlar.
Köprüden geçen taksimiz
Takside şoför hemen siz biner binmez emniyet kemerini takar gibi yapıyor. Yani tokasız bir emniyet kemeri kumaşını çaprazlamasına üstüne doğru atıyor. Bu kemer parçasını bir yere bağladığı yok, sünnet olmuş çocuk gibi çaprazlama kuşak geçirmiş oluyor. Siz durum fena diye ön tarafta oturuyorsanız, emniyet kemeri takıyorsunuz. Ancak otele geldiğinizde tişörtünüzün üzerinde çapraz kirin ne olduğunu anlayana kadar iş işten geçmiş oluyor. Taksilerin iç hali bu durumda ama dini tarafları çok güçlü ve tabii çiçekli de olabiliyor torpido.
Herkes ters yola girebilir. Karşı tarafın sorunudur bu. Bizim taksi şoförü de pek sorun etmiyor bu tehlike. Hem de kaçacak yeri yok, köprünün üstünde. Yolda kafalarında mal taşıyan hamallar var.
Şeridimize hücum etmiş otobüsten zor kaçtık
Asfalt yollarda düzgün aralıkla döşenmiş taşlar var. Minik minik taşlar. İki inch aralıkla konmuş ve gördüğümüz her yolda rastlıyorsunuz, kilometrelerce yoldan bahsediyoruz. Asfalt döküldükten sonra, daha sıcakken kadınlar bu taşları çakarlarmış. Düşünsenize sıcak asfaltta oturup binlerce taşı düzgün bir şekilde yola çakmayı. Sanırım sıcakta asfaltın yamuşmasını engelliyorlar böylece. Ne güzel öyle daha zift sıcakken kanserojenliği zirvedeyken.
Yollardaki el emeği göz nuru taş döşeme
Önce Delhi’ye indik. Oradan Kalküta’ya geçeceğiz dokuz saat zamanımız var. Nasılsa valizlerimizi aldık. Artık iç hatlardan uçağa bineriz dedik ama havalimanında o kadar saat geçirecek değiliz. Önce valizleri emanete bırakmak gerekti. Tabii bunun için yerel para olan Rupee edinmeliyiz. 100 Dolar yaklaşık 6200 Rupee ediyor. Bavulları 100 Rupee vererek emanete veriyoruz bize yaklaşık 3,5 TL’ye patlıyor.
Benim kızlarım onlarla yurtdışında olduğumuzda, gitmeden önce tüm şehri offline olarak cep telefonuma alıp ayrıca iyice çalıştığım ve toplu taşıma araçlarını daha çok metroyu bellediğim ve bu sayede pek kaybolmadığımız için bana “Google Ahmerth” derler. Çok seviyorum beni övmelerini canım kızlarım. Neyse, ben de Delhi’yi önceden çalışırsam dokuz saat daha verimli geçer diye bu özelliğimi göstereyim dedim. Metroya baktım. İstanbul metrosundan kolay. Havalimanından nasıl şehir merkezine gideceğimizi öğrendim bazı blogları okudum. Ödevimi yaptım yani.
Fakat saat oldukça erken. Yerel saatle daha 08.00 olmamış. Metro temiz. 160 Rupee’ye gidiş geliş bilet aldık. Mavi renkli ama ne yazık çok temiz olmayan (üzerindeki oyma yazılar pislik dolmuş pek bir siyahtı) 2cm çapında yuvarlak plastik bir şey verdiler. Onu turnikeye dokundurup geçiyorsunuz. Metroya havalimanından çıkmadan girmiş olsanız bile çok ciddi bir güvenlikten geçiyorsunuz. Kafaları sarılmış vaziyette (türbanlı) uzun tırnaklı ve bıyıklarını bura bura sivriltmiş amcalara “Yahu havalimanından çıkmadan metroya giriyoruz, patlayıcı bir şey olsa uçağa alırlar mıydı” diyemedik. Eşyaları Xray cihazına bırakıyor siz de tarayıcıdan geçiyorsunuz. Makine ötse de ötmese de 20 cmlik bir ahşap yüksekliğin üstüne çıkıp bir adamın sizi ellemesine izin veriyorsunuz. Ciddi ciddi elliyor. Huylanmam demeyin huylanıyorsunuz da yapacak ne var?
Metro çok temiz ve hızlı. Hindistan’ın nükleer sırları Metro istasyonlarında olması gerek ki, fotoğraf çekmek yasak. Üstü başı pis, fakir halk metroya alınmıyor. (Bu kadar sıkı güvenlik bu yüzden olsa gerek) Zırt diye Delhi merkezine geliyorsunuz. Çıkar çıkmaz biri size yapışıyor. Yahu git. Yok. Şehir merkezinde büyük bir yuvarlak gözüküyor cep telefonumuzdaki haritada. Oraya yönelmek istiyorsunuz. Yollar pek bir kötü kokuyor. İşte o zaman sefaleti anlıyorsunuz. Adamsa hala dibimizde. Devamlı yardım edeceğini söylüyor. Biz biliyoruz yolumuzu. Onu atlatıyoruz başkası yapışıyor. Hiç pes etmiyorlar. Hızlanırsak hızlanıyorlar, yavaşlayınca yavaşlıyorlar. Hemen el sıkmak istiyorlar. Sıkmayın. Soru sormayın. Bu arkadaşların bir işi yok turistlere takılmak yollarını bulmak istiyorlar. Ne istediklerini de bilmiyoruz ama kendimiz keşfetmek istiyoruz. İlla ki nereden geldiğimizi bilecekler. Muhabbet açacaklar.
Birinden kurtuluyorsunuz. Diğeri yapışıyor. Her biri turist information center var oraya götüreyim seni diyor ama hepsinin tarif ettiği yer farklı. 4-5 ayrı turist bilgilendirme merkezi olmadığına göre onlara yanaşmamakla iyi ettiğimizi anlıyoruz. Harita alabilirmişiz “free”. Yahu cep telinde internet paketi var, zaten olmasa bile GPS var.
Yuvarlağa varıyoruz. Çok fena kokuların yanından geçerek. Garip olanı sabah sabah herkesin elinde bir süpürge var. Tozlu pis toprağı ya da asfaltı inançla süpürüyorlar ama bir şeyin temizlendiği yok sadece toz kalkıyor. Ayrıca dostlar süpürürken görsün derdindeler sanırım Çöpler duruyor süpürdükleri yerde. Olmadık yerde çömelmiş vücudunu elindeki sabunlu süngerle silenleri görüyoruz. Kadın erkek farketmez.
Sabunluyorlar kendilerini. Eee su? Durulama? Yok öyle şeyler. Yıkanan kişiyi dikizlemek ayıp olur diye çok inceleyemiyoruz.
Merkezde her yer kapalı. Bir geleneksel yerel Pazar bulalım diyoruz. Yine bir 30-35 dakikalık bir yürüyüş yapıyoruz. Artık gezecek gücümüz kalmamış. Turist UHU’su 4-5 kişiden uzaklaşmak zorunda kalmışız. Bizden başka turist yok uğraşacakları keza saat oldukça erken. Sonunda Mavi hatlı metroya binmeye karar veriyoruz. Yeniden yuvarlağa geleceğiz ve oradan kırmızı hatla Havalimanına gideceğiz ama ekipten birinin mavi plastik şeysi çalışmıyor. 80 Rupee daha bayılıyor. Sonra havalimanında çıkarken o yeni aldığı mavi şeysi yine çalışmıyor. Metrodan çıkamıyor yine. Elindeki fişi gösteriyor ama dinlemiyorlar yine çıkması için ondan 80 Rupee daha alıyorlar. Bir gariplik var sormayın.
Kendimizi havalimanına atacağız da kapıda biletimizi soruyorlar. Yahu sadece PNR biliyoruz biz. Yok illa bir şey görecekler. Cep telefonundan bana gelmiş epostayı gösteriyorum tamam diyor. Fakat “İstersem kendime eposta atarım seni geçmek için” demiyorum. Saçma bir uygulama. Bavullara bakan bir Xray cihazı yok. Sonra gidip çekin yapıyorsunuz ama bavulu veremiyorsunuz. Git şuradaki güvenlik kontrolünden geç diyorlar. 50 metre ötedeki makinenin orada sıraya giriyorsun. Bavula bakıyorlar. Bir adam bizi sıraya sokuyor, diğer Xray cihazının giriş bandında oturmuş her bavula elliyor. Bize şunu buraya şunu da şuraya koy diye talimat vermekle görevli. Bir de sinirli ki sormayın. İngilizce konuşmuyor, önümdeki adam onun dilinden bir şey anlamıyor ki? Kısaca bagajı cihaza koyuyoruz onun yönetmenliğinde. Yaptığı iş bu. Başka bir dört kişi ekrandan bavulların içine bakıyor. Sonra bavullar çıkıyor. Daha başka üç tane adam daha sandalye koyup oturmuşlar. Dördüncüsü de bandın çıkışında başka bir paket makinesinin önünde. Bazı çantalara sıkı sıkı beyaz şerit geçiriyor makineyle. Kırılacak ne varsa eziliyor böylece bavullarda. Benim bavul öyle değildi. Makine çıkışındaki adamlardan biri uçuş numaramı sordu. Söyleyince beyaz şeridi sıcak şok eritip sıkı sıkı paketlemek yerine bir çıkartma ile bavulun fermuarlarının tutacaklarını birbirine bantladı. Üflesen açılır ve bavulda ayrıca üç tane daha fermuarlı göz var. Tüm bu işlem için toplamda on kişi var Xray cihazının yanında. Hepsi sandalyelere oturmuşlar. Bavulu böyleyken alıyor ve sonra çekin yaptığınız yere gidince görevli o salak çıkartmanın fermuarlarda bulunup bulunmadığına bakıyor. Ters bir şey koyacak olsam aradaki o elli metrede istediğim şeyi fermuardaki yapışkanı bozmadan diğer gözlere koyarım ki. Güvenlik sözde sıkı.
Kural: Hindistan’da yolculuk edecekseniz biniş kartı kadar kutsal bir şey yok. Her an isteyebilirler. Girişte çıkışta her yerde görmek istiyorlar. Abartmıyorum 7-8 defa gösterdik her isteyene. Sakın ola atmayın. Bir de kabine alacağınız çantanızda kabin etiketi çok önemli. Onu da 4-5 kez damgalıyorlar. Havalimanı görevlileri kontrol edince sizi bu sefer ordudan birileri de denetliyor. Onlar da damgalarını esirgemiyorlar. Sonra bir de onları denetleyen başka birisi daha var. Transit yolcuların uçuş kartlarına “T” yazan birisi var. Tek işi “T” yazmak.
Bir şekilde kendimizi lüks lonç’a atıyoruz. Beni öyle hijyen takıntısı olan biri bellemeyin. Hiç takmam ve titiz değilimdir. Fakat burası ayrı bir dünya bilmeniz lazım ve Delhi’deki kokuları içinize sabahın köründe çektiyseniz kendinizi bir yere atmanız gerekiyor.
Koku derken daha ilk andan her şey birbirine giriyor. Mekanik bir koku gelmişse, kokunun kaynağına baktığınızda onun çok tercih edilen bir yemek olduğunu görüyorsunuz. Bu sefer bir yemek kokusu geliyor, ona dönüp bakıyorsunuz içi garip bezlerle doldurulmuş bir kazandan geldiğini görüyorsunuz. Burnunuzun şirazesi kayıyor. Bazen ter kokusu diye düşündüğünüz rahatsız olduğunuz şey bir tapınaktan gelen tütsü kokusu oluyor. Parayla satılan pahalı bir koku sizi bayıltacak şekilde olabiliyor. İyi olan tek kokunun, kokusuzluk olduğunu kavrıyorsunuz. Kısaca kokudan bir şey çıkartma yetinizi kaybediyorsunuz.
Lonç’un da yemekleri iyi değil ama yoğurt var bizim alıştığımız tada çok yakın tadı var. Internet’e bakıyoruz. Sonra Amerikan tipi yatan koltuklar var. Onlardan birine geçiyorum dinleneyim diye (24 saatten fazla uyumadım çünkü) Ortalığı yıkacak kadar horlamışım biri gelip de uyandırmamış. Çok utandım sormayın.
Kalküta’ya yola çıktık. Uçağımız Boeing 767-300. Uçak yeni ama kabini çok hırpalanmış. Öyle ki koltuk ceplerindeki dergiyi okuyayım dedim. Köşesini biri dişlemiş. Garip olmuş dergi elimi sürmedim. Sayfaları yapış yapış da olabilir. Dergi bu haldeyse kabin de hırpalanmış oluyor tabii. Mesela koltuktaki ekranlar da kötü kullanılmış.
Hosteslerimiz bakımlı. Yerel giysiler giyiyorlar ama o kadar dar etekle serviste zorlanıyorlar. Yine de kaptan pilotun güvenlik kurallarını anlatması takdire şayan derken aynı pilotun “koltuklar dik, kemerler takılı, masalar kapalı olacak” diye millete fırça atmasına şaşırıyorsunuz. Sonra anlıyorsunuz ki onlar host. Ama bir apolet, gömlek ceplerinde bir işleme filan var ki sormayın. Air India’nın erkek kabin görevlilerinin kıyafetlerinin, kaptan pilottan hallice olduğunu görüyorsunuz. Çok acayip çok.
Yemek geldi. Kural: Hindistan’da dana eti yiyemezsiniz (Çok sanslıysanız kuzu eti. Onu da sadece bir yerde yiyebildik ve çok şaşırdık). İki seçenek var. Ya vejeteryan takılacaksınız ya da tavuk.
Hindistan ayrılmadan önce son gece, saat 20:00’dan sonra karanlık bir halk pazarında (o saatte Pazar kalabalıktı) tavuk isteyen müşterilerin, tavuklarını orada boğazladıklarını görüp, ortalık kan gölüyken müşteriye o anda teslim ettiklerine şahit olunca, biraz irkildik. Tavuk seçerken aklımıza bu görüntüler gelecek. Neyse.
Pilav ince uzun pirinçten yapılmış. Pek bir tatsız tutsuz. Yanına verilen tatlı-ekşi soslu tavuk da pek hoş değil. İnce alüminyum kabın diğer tarafında ise mercimek olduğunu tahmin ettiğimiz acı bir şey daha var. Pilav bu iki lezzeti birbirinden ayıran bir HES gibi mağrur. Yemekler kafadan çok acı ve çok baharatlı. O kadar baharatlı ki bence yemeğin tadı gelemiyor ağza. Yani bezelyeyi, kuru fasülye niyetine yersiniz, belki de o bir bamyadır. Baharat sayesinde anlamanız zor.
Yemekte verdikleri kaplar, yemek tepsisi 1980’lerin plastik teknolojisiyle üretilmiş. Kirli beyaz (renk) bir kahve kabı var mesela. Ya çay alabiliyorsun ya da kahve. Plastik öyle ki, ucuz barbi bebekleri vardır ya pembe plastikten yapılır, kalıptan çıkarılırken bazı yerleri beyazlaşır. Beyaz renkli plastik kaplar da öyle. Kahve istedim ve sadece bir yudum alabildim.
Boeing 767 kalkar kalmaz bulutların üstüne çıktı ve biz yolcular rahatsız olmasın diye camlar mavileştirildi. Hindistan’ın bir kentinden diğerine giderken disko ortamı yaratıldı yani. Bunu tamamlamak için ne yapmak lazım? Tabii ki koltuklardaki ekranda Bollywood filmi seyretmek lazım. Yerel filmleri seçince 8 adet lehçede film çıkabiliyor. O kadar çok iş yapan bir film endüstrisi var ki lehçelere göre ayrım bile yapılabiliyor. Onu bırak her lehçede, o yerel halkı öven (ya da ezildiklerini gösteren) alt mesajlara da rastlıyorsunuz. Tabii 1.27 milyar (Çin 1,35 milyar) nüfus olunca böyle ayrımlar da oluyor tabii. Bir de dini filmler var. Hepsi İngilizce altyazılı olduğundan birini seçtik. Kalküta’ya gidiyoruz ya Kalkütalıları öven bir film seçtik. Anlatmam lazım (Kızmayın).
Film iki tane veledin arkadaşlığı üzerine kurulu. İkisinde de ana baba aile filan yok. 1971’de Bangladeş’in ayrıldığı savaşta mı ölmüşler pek anlayamadık. Lokantada çalışıyorlar tabak kırıyorlar parayı bulduktan sonra haddini bildirecekleri lokanta sahibi bunları dövüyor. O işi yapıyorlar olmuyor bunu ediyorlar ı-ıh. Sonunda kömür taşıyanları görüyorlar. 10 kilosu 2 Rupee olan kömürde piyasayı yarı parasına kömüre boğacaklarını iddia ediyorlar. Sonra kömürler üzerine oynuyorlar, zıplıyorlar, coşuyorlar. Her taraf is, kömür. Görsen Heidi ile Peter Alp dağlarındaki kır çiçekleri arasında yuvarlanıyor. Hatta bir ara şelale gibi akan kömür tozunun altından mutlu mesut geçiyorlar. Dedik ya burada toz, toprak, kirli su kullanmak bazen rahatlık, kendine güven ve bir yaşam biçimi gibi övülen bir şey.
Örnek: Bir arkadaşınızın bebeği olmuş. Acemi eş, bebek kaka yaptığında yüzlerce liralık bebek bezi, yok kremdi, yağdı, parfümdü filan kullanmayı bırak, çocuğun poposunu idrofil hijyenik pamuk ile hem de damacanadan alınmış ph değeri düşük pahalı içme suyu ile siliyor. Bu kadar titizlik garip gelir ya, hatta dalga geçeriz. Galiba onlar da bizim her gün duş almamızı ve içmek için temiz su aramamızı anlamıyorlar. Dalga geçtiklerini bile düşünüyorum.
Filme dönelim. Neyse bunlar bir anda büyüyorlar ama yine kömürdeler, is içindeler. Efendim ikisi de vücut çalışmış. Yaka göbeğe kadar açık. Göğüsteki tüm kıllar alınmış (belli ki her gün bu acıya katlanıyorlar) hatta kaslar gözüksün diye böyle yağ mağ sürülmüş. Fakat kömürü nasıl ucuza satıyorlar onu bilen yok. Sonra anlıyoruz. Giden kömür trenleri üzerinde vagonu trenden ayırıyorlar. Efendim kömürü dışarı boca ediyorlar. Hırsızlık yani. Sonra anlıyoruz ki Robin Hoodçuluk oynuyorlar
Meğersem o trenlerdeki kömür zaten bir mafya babasınınmış. Onlar o mafyadan çalarak iyi şeyler yapıyorlarmış. Sonra bir anda bir kız peydah oluyor. Güzel bir kız. Bakımlı ve ağır makyajlı. Kaşlarının ortasındaki kırmızı noktanın hali her elbisesinde farklı halde filan. Yeri geliyor oldukça da açık giyiniyor. Bu ikisi aynı anda bu kıza âşık oluyorlar. Bak işte burası garip. Bu iki sert delikanlı kızın peşindeler ama bunu gizli yapmıyorlar. Hatta kızı hayal ederken dipdibeler. Nasıl ya demeyin. Öyle işte. Bazen ortalıkta bir yerlerde yanyana yuvalanıyorlar aşklarının acısından. Kostümler filan şahane. Örneğin beyaz gömlek ve pantolonları var ama göğüslerine kocaman kırmızı kalp dikilmiş üzeri altın yaldızlarla işlenmiş. O gömleği yapmak için terzi bir hafta vermiştir öyle yani. İkisi de aynı elbiseyi giymişler. Ellerinde kırmızı bir gül, bir o kokluyor gülden, sonra diğeri kokluyor. Galiba kokladıkları gülde kokain ya da kafa yapan bir şeyler var kafaları dumanlı gibi gözler yarım açık ve kaykılmış şekilde kızı hayal ediyorlar. Bir uzanıyorlar bir kanepedeler, sonra bir göl kenarında ağaçlar içinde. Sonra arkalarında 40 motosikletli ile senkronize hareketlerle motor üzerinde akrobatik hareketlerle aşklarını ilan ediyorlar. Fakat bu iki “sert” delikanlı zaten birbirleriyle çok samimiler kızı da aralarına mı istiyorlar nedir? Bize garip geldi de burada öyle bir kültür mü var biz mi çok fesatız anlamadık.
1971’deki savaşı, Hindistandan ayrılan Bengladeş’i konu ediyorlar. Galiba bunlar savaş öksüz yetim kalmışlar demiştim ya. Arada sırada bu savaşı yad ediyorlar. Bazen üstü kapalı Hindistan hükümetine de çakıyorlar. Bengallilerin 2. Sınıf vatandaş sayılmasını konu ediyorlar. Bir ara Hindistan vatandaşlığına geçiyorlar. Çok ciddi siyasi göndermeler de var.
Filmdeki ciddi ya da değil her konu 80 kişinin arkada oynadığı, elli kere kıyafet değiştirilen, hoplama zıplamalı şarkılarla anlatılıyor. Çok ciddi bir tehlike var ya da ne bileyim aşka kapılma durumu var durum o kadar kritik mesela. Fakat bir bakıyorsunuz aniden açık bir meydanda veya bir pazarda bir sahnede yani, arkadaki profesyonel dansçılarla şarkı eşliğinde dans ediyorlar. Dertlerini öyle anlatıyorlar. İşte müzikal demeyin. Bildiğiniz gibi değil, bu farklı bir durum.
Sonra filmde bir de garip polis müdür var. Tüm polisler salak ama bir o akıllı. İyi adam yani. Kendini kanuna adamış filan. Hatta bu iki kahraman hakkındaki suç dosyalarını onların mekanına gidip artistik bir hareketle zart yakıveriyor onların önlerinde. (Zippo çakmağı atıyor ve ne ara üzerine benzin döküldüğü belli olmayan kağıtlar alevleniyor. O kadar ciddi ki Zippo’yu geri almıyor) “Bunların benim için önemi yok. Dosyaya gerek kalmadan belleyeceğim sizi”der gibi. Bizim iki kahraman ise bundan korkmuyorlar ama saygı duyuyorlar, adama pek dayılanmıyorlar. Öyle garip bir ilişki var aralarında.
Sonra kız gençlerden birine kur yapıyor. Diğeri dağılıyor falan filan. Düşman oluyorlar (Klasik araya kız girdi arkadaşlık bozuldu durumu) Tüm bunlara rağmen mutlu sonla biteceği muhakkak bu filmi buraya kadar izleyebildik. Önümdeki sırada oturan kız da bu filmi seyretmeye başlamıştı. (Ondan kopya çekip bu filmi seçtik biz de) Bir baktım o çok daha ilerde. Nasıl yahu biz ara vermeden izledik. Sonra anladım ki filmi 2x hızda seyrediyor. Biz salak gibi normal hızda seyrediyoruz. Dönüş yolunda aynı filmi bu sefer 4x ile deneyeceğim.