Hindistan’ı Anlamak, Vol 2

İndik ve uçağa biniş kartlarımızı 6-7 kez gösterdik. Üçünde damgalandı bu kartlar. Bavullarımızı aldık ve bu sefer organizasyon komitesinden birileri bizi aldı. Otele geçtik. Kalküta’yı da çalıştım. Otelimiz Mavi renkli metro hattına çok yakın. Salt Lake Futbol stadyumunun dibinde. Stadyumun öte tarafında metro istasyonu var. Ertesi sabah ona bineriz zart diye College Square’de oluruz dedim. Yani şehir merkezi.

Önce nispeten tenha ve nispeten temiz bir ara sokaktan ilerledik. Stadyumun yanı. Her şey çok normal.

Berber. Diş tedavisi de yapabilir.

Bir ara kendimizi Türkiye’ye en yakın olduğumuz durumda bulduk. Ortalık darmaduman ama harıl harıl kaldırım düzenlemesi yapılıyor. Çok tanıdık bir manzara. Bu hengamede, bu düzensizlikte kaldırım düzenlemesi yapılsa ne olur yapılmasa ne olur.


Kaldırım düzenlemesi. Neler çağrıştırdı size?

Neyse otoyola çıktık metroya yürüdük. Manzara fena. Otoyol kenarındaki durumlar çok acayip (Kanalizasyonu hem atık için hem de su kaynağı olarak kullanmalarından bahsetmeyeceğim. Bak bahsetmedim.). Metro istasyonuna vardık. Otoyolun refüjüne kolonları dikmişler, hat oradan geçiyor ama yukarı çıkılacak gibi değil.


Yapılmış bir metro istasyonu. Yıllar geçtikçe daha da kirleniyor. Ne zaman açılacağı belli değil. Kalküta’nın bir hattı daha var. O çalışıyor ama Kuzey-Güney hattında. Daha zenginlerin kullandığı bir hat.

Mecidiyeköy gibi düşünün. Bu tür yerler kaybedilmiş şehir mekânları olmaya mahkûmdur. Yani altlarında her türlü pislik yapılır. Bir şehri böyle kolonlarla geçen yollar ya da raylı sistemle geçmek şehircilik açısından da olumlu sayılmaz. Her yerde kolon inşaatları var. O kadar yavaş ilerliyor ki, kolonların içinden çıkan demir filizler pas içinde. Beton kirli mi kirli.

Kilometrelerce giden hat. Öyle yıllardır kullanılmıyor.

Fakat aynı yapıdaki metro Japonya’da hatta Tayland’da var. Hiç de böyle değil, gözlerimle gördüm. Zannımızca etraftaki sefaletten dolayı bu istasyonu kapamışlar, bir ilerideki istasyon açık olabilir. Ona yüyüyelim. Yürüyoruz ama yok, o da kapalı. Mecburen taksiye bineceğiz.

Taksiyle yola çıkmadan, yol sıkıştığında beklerken bir çocuğun kırmızı bir bezi törensel şekilde parke taşları arasında sıkıştırıp garip bir kutsallıkla oyun oynadığını gördük. Bu hareketi hoşumuza gitti.


Taşların arasında törensel bir ilgiyle kırmızı bez sokuşturan çocuk.

Çocuk o hengâmede dünyadan kopmuş gibiydi. Çok hoş yahu. Çocuğa para vermek istedik. Almadı. Almıyor. Para ile ilişkisi yok herhalde. Tam vazgeçeceğiz derken ayağa kalktı bize bakmadan aldı. Koşa koşa gitti annesine verdi. Ertesi gece yine oradan geçerken kırmızı bezini gördük. Kaldıkları yer hemen orada açık kanalizasyonun dibinde. Garip.


Çocuğun uzatılan parayı zorla alması. Hemen arkadaki mavi kapının arkası evi.

Çocuğa para verdik ama kolay taksi bulamadık. Taksici ortalıkta tek taksinin o olduğunu bildiğinden taksimetreyi kabul etmedi. Pazarlık ettik yine de taksimetreyi açtı (denetleyen görevliler içim olsa gerek) 62 Rupee tuttu ama 200 Rupee’ye anlaştığımızdan bayıldık tüm parayı ve böylece College Square’da indik. Her taraf kitap kitap kitap. Bir kitapsever olarak çok mutlu oldum. Kitapların %90’ı İngilizce. Bunların da %90’ı İngilizce gramer kitabı. Geri kalanı da İngiliz Edebiyatı. Mimari kitap var mı diye sordum. Yok dediler. Son gün New Market’in orada daha güzel kitapçılar bulacağız.
Mahatma Gandhi Caddesi’nde yürümeye başladık. Çok garip dükkânlar var. Kitapçılar yavaş yavaş alüminyumculara, demircilere döndü. Sonra yemekçiler. Ardından çay satanlar. Bir ara film satanlar. Dvd gibi şeyler. (Ahlaka mugayir film satanlar yoktu. Hindistan’da seks satılan bir şey değil gibi.) Arkasından fülüt yapanlar, sonra müzisyenler. Kalkuta Band var. Orada trombon deneyen bir sanatçıyı gördük. Güzel çalıyordu. Değişe değişe devam ediyor dükkanlar. Ama yanı işi yapanlar hep yanyana. Yolda ham Hindistan cevizi satan birini gördük. Tek sokakta beslenme tecrübemiz bu oldu. Elindeki pek temiz olmasa bile oldukça kesin palayla sadece birkaç kesikle hindistancevizinin üstünü uçuruyor. Ufacık delikten ufak bir pipet ile suyunu içiyoruz. Oldukça güzel. Sonra içindeki sıvı bitince, adama geri veriyoruz. Anında dörde bölüyor yine Hindistan cevizinin bir parçasını bıçak yapıp (eliyle meyveye hiç dokunmuyor çok becerikli ve hoş) meyveyi bize veriyor. Kıtır kıtır yiyorsun. Tayland’ta ya da böyle tropik yerlere gelmiş olanlar bilir.

Mahatma Gandhi Caddesi üzerinde bir binanın tadil edildiğini gördük. İskele beni benden aldı.


İskele bile sanatsal yahu.

Halkı bilinçlendirmek için örneğin motor kullanırken kask takın derken, kırılmış bir yumurta görseli kullananlar ve bazen de çocuk önde baba arkada motor kullanırken görsel koyup arkasından çocuğa da kask alın diyen afişler var. Bir motora üç kişinin binmesi normal ama kask takmamazlık olmazk. Garip yahu.

Diğer yandan en sevdiğim uyarı levhaları elektrik trafolarının altlarındakilerdi.


Trafolarla banyo yapmayın mı diyor, açık telleri kovaya sokmayın mı diyor bilmiyoruz bu afiş.

Artık kokulardan kokulara savrulmak, korkuluklara bağlı keçilerin boncuklarına basmadan atlamak filan derken, arkamdan biri İngilizce bir şeyler diyor. Anladım yapışan bir adam. Hiç duymuyorum keza duymayın işiniz varmış ve gideceğiniz yeri zaten çok iyi biliyormuş gibi davranın. Sultanahmet’te de turiste yapışırlar, biliriz. Hoş değil ama bizde de olabilir. Burada sefalet var, yapışan daha çok olacaktır, normaldir diyemiyorum. Çünkü arkadan yaklaşıp (keza yürüme yolu çok daralmıştı, ekip olarak tek sıra halinde arka arkaya yürüyorduk) elimi okşamaya başladı. Bir değil iki değil. Artık abartınca durdum, herifi bir korkuttum. Bazen kilolu olmanın faydaları da var. Anadolu tipi göbeğe sahip bana göre tüy sıklet ve cinsi eğilimi bir türlü anlaşılamayan, küpeli sırıtkan bir tip var karşımdaı. Tepkim sonrası elini uzattı, elimi sıkmak istemiş gibi. “Dokunma bana. Eğer dokunursan fena olur” deyince. Uzaklaştı. Yolu tıkadım 3-4 saniye. Bu tatsız olayı ekibe açık etmedim pek. İrite olmasınlar.

Artık gittikçe darlaşan kaldırım yürünmez hale geliyor ve mecburen Mahatma Gandhi caddesinde araçların geçmesi gereken yoldan yani caddenin üzerinden yürüyoruz. Herkes oradan yürüyor zaten. Arkamızdan önümüzden hamallar geçiyor. Korna sesleri artık tam kulağımızda. O anda yüzünde garip bir hal, sapsarı bir kadın ve bir adam görüyorum. Namaste diyerek ellerimi birleştirdim adamın önüne geçerek “Gördün mü buraları anladın mı” der gibi selam veriyorum. Gülüyor ve tabii biz de gülüyoruz.

O turistler de bizim gibi hiç kimseye sormadan, kendilerini Kalküta’nın tam ortasına atarlarsa olacağı budur. Aslında organizasyonu yapan enstitü istesek bizi klimalı araçlarla gezdirir. Buralara da sokmaz. Aynı konferansa gelenleri Dalhuis Meydanı, oradaki kırmızı binayı (Yazarlar evi), Botanik bahçesi ve Tac Mahal’den kopya Victoria Anıtı’na götürdü. Oraları rahat rahat dolaşıp “İyi gezdik valla” diyebilirdik. Biz azıcık kaybolmayı ve kimse müdahil olmadan gerçek mekânları görmeye çalıştık. Bundan dolayı da ayrıca pişman değiliz.

Bir ara caddenin kenarında kızgın kum içinde mısır patlatan satıcıları gördük. Aslında yiyebilirdik de. Kızgın kumda pislik de olmaz. Olsa ne olur ayrıca. Tam arkadaşıma “Aaa yiyelim mi” derken 40 santim yanında mermi satan bir dükkan gördük. Yılbaşı süsü mü diye baktım. Ya da oyuncak mı? Yok bayağı mermi. Kuru-sıkı olabilir ama mermi yahu. İçeride daha patlayıcı şeyler daha var. Hemen yakınında tüp var, kum ısıtılıyor. Hızlıca uzaklaştık.
Sonunda ünlü Howrah köprüsüne geldik. 1937 yılında yapılmış. Pek bir övüyorlar. Yaya yolu da var. Estetikten yoksun ama o zamanda neredeyse Boğaziçi kadar bir açıklığı geçmek oldukça önemli. Soba boyası derler ya öyle yaldızlı boyayla boyanmış. Yaya girişinde kocaman bir yazı var. “Köprüde tükürmek yasaktır” diyor birkaç dilde ve lehçede. Bu konuda çok katılar ki gerçekten tüküren yok. Hindistan’da herkes devamlı tükürüyor. Niye bu kadar çok tükürüyorlar bilmiyorum. Aralık başında gittiğimiz halde 28 derece sıcakta köprüdeki esinti güzel geldi.

Yeme içmeden bahsettik. Acı sevmeyen ben için sabah erkenden kahvaltı salonunda kesif bir baharat kokusuyla karşılaşmak üzücü oldu. Büskivi almam iyi olmuş. Çaylar sallama, kahvede iş yok. Pilav yanına körili tavuk yenebilir ama pilav ne kadar tatsız tutsuzsa, öyle bilmeden üzerine koyduğunuz sos da onu yenmez kılacak kadar güçlü olabiliyor.

Herkes eliyle yiyor. Tamam. Yadırgamıyoruz da elle yerken ne kadar çok mıncıklarlarsa o kadar iyi diye bir durum var herhalde. Pilavı 7-8 kere elleri ile top top yapmadan ağza atmıyorlar. Eh pilav sulu olmuş sostan top bile yapamazlar ki. Sanırım sosu pirince iyice yedirme gayretindeler. Sadece sokakta, ayakta değil masada da elle yiyorlar. Artık yadırgamıyoruz normal karşılıyoruz da, normal olmayan o elle su bardağını da tutmaları. İşte bu olmadı.

Balık çıkınca sevindik ama balığın üstünü Kaleterasit ile sıvamış gibiler. O da olmadı, yenemedi. Dış cephe sıvası olmazsa balığın hacminden çok hardalla sıvıyorlar balık etini. Şöyle adam gibi “soslanmamış” bir balık yiyemedik. Sütlü tatlı ve yoğurt türevlerini denemedik bile. Tehlikeli olabilir. Suyu kapalı içmeye özen gösterdik ama bazen mümkün olmadı tabii. Bardaktaki suyu bitirince dipte kum tanelerini görmek üzücü tabii. Ne yapalım çok kurcalamamak lazım.

Tatlı derken Kemalpaşa tatlısı gibi bir tatlı var. Çok benziyor. Fakat daha katı ve sert ve şerbeti ayrıca temiz olsun diye deterjan katılmış gibi garip bir tada sahip. İsmini “Indra Gandhi tatlısı” olarak değiştirdik ama sırrımızı kimseye demedik.

Hindistan’da UFO gördük dersek, “Bir o kalmıştı görmediğiniz” diye dalga geçersiniz. UFO görmedik ama isimlendirdik. “Undefined Food Object” olarak açılımını yapabiliriz. Bazı yemekleri görüntüsünden tanımlayamayabiliyoruz bile. O kadar yabancıyız.

Sonuçta, akademik bir bildiri vereceğimiz için ve bize söylenen zamanda kürsüde olmak gerektiğinden, motoru bozmayı bırak, teklemesi durumunda bile rezil olacağımız için yediklerimizde çok çok çok dikkat ettik.


Her şey baharatlı. Yani markette süt gördüm o bile baharatlı (Ayran değil süt)


Korktum ki adına bakarak, benzin ve mazotu da mı baharatlı seviyorlar.

Bu arada herhangi bir lokanta ya da dükkânda şöyle yazabiliyor. “Rights of admission reserved” yani istediğim adamı dükkânıma alırım, istediğimi almam. Alt sınıftan biri geldi mi içeri almama hakları var yani. Burada alt sınıf üst sınıf hala ciddi bir şekilde etkisini gösteriyor. Gördüğüm bir mağazada çaktırmadan çektim resmini.


Cep telefonuyla çekilmiş hoş olmayan bir uyarı.

Otelin yakınında iki tane büyük hastane var. İçerisini bilmiyorum ama hastane kapısında sokaktaki açık mutfaklar feci bir görüntü sunuyor. Ancak müşterisi eksik değil. Hastanenin kapısında kocaman, anne karnındaki fetusun cinsiyetini öğrenmeye çalışmak ve istemek konusundaki isteklere karşı verilecek cezalardan bahsediliyor. Kız çocuk görünce aldıranlar oluyor belli ki.

İnançlara dikkat etmek lazım. Bir rivayete göre 7000 tanrı var. (Nasıl saydılar bilmem) Canlı adam bile tanrı olabiliyor. Bir gün kaza geçirmiş bir aracı terkedilmiş olarak gördük. Hayret lastiği mastiği her şeyi yerli yerinde. Araç pert olmuş ama parçalarını almamışlar. Foto çekelim derken bu aracın da kutsal olduğunu anladık. Artık içinde kim ölmüşse. Aman ha, kutsal bir şeye değer verdiğinizi göstereyim derken saygısızlık etmiş olabilirsiniz. Çok muhatap olmayın.

Kimsenin inancını sorgulayacak değiliz de, neyin ne kadar kutsal olduğunu bilmemek de var. Saç işine takılmış durumdalar. Bazı adamlar saçlarını hayatları boyunca kesmemiş. Türban gibi bir şey takıyorlar. Fakat kadınlar saçlarını kestirebiliyor. Kadınların saçı açık hatta göbekleri sırtları da açık ama adamlar örtünüyor.

Taksiye bindiğinizde şoförün tanrısı torpidoda olabiliyor. En son bindiğimiz Takside tanırının camdan (pileksi) heykelinin içinde kırmız mavi ledler yanıp sönüyordu. Bir yerlerden geçerken direksiyonu bırakıp ellerini kavuşturdu. Şükran ifadesiyle yaptığı şey çok tehlikeli tam da köprüden geçerken de yaptı. Yahu bari gaza basma o sırada.

Torpido üzerinde sureti olan tanrı ile dalga geçmek hatta ona dokunmak gibi bir hata yapmayın. Buradaki birileri bir bitkiye dahi tapıyor olabilir. O bitki kutsaldır. Bakın geçin. Biz çok dikkat ettik, bir anı yaratmadık Hindistan gezimizde.

Alışveriş merkezleri çok az ve pek bir ruhsuz. Doğru dürüst mağaza yok. Ancak bu AVM’ler halktan kopartılmış vaziyette. Çok zenginler kullanıyor. Buralarda havalimanından fazla güvenlik kontrolü var neredeyse. Hırsızlık görmedik bizi de uyarmadılar ama ciddi bir güvenlik sorunu var. Her markette ve mağazada kasiyer fişi damgalıyor sonra kapıdaki adam bir de aldıklarınıza bakıyor. Başka biri bir daha bakıyor. Sonra bir anda o bakanları da denetleyen bir amca geliyor o da bakıyor her şeye. Artık kabak tadını geçtik bol baharatlı kabak oluyor. Poşeti cırt cırt plastikle kapatıyorlar ya da garip bir bantla ağzını açılmaz hale getiriyorlar. Sonra AVM’den çıkarken mağazalardan bağımsız başka biri daha kontrol ediyor. Her şeyi damgalıyorlar. Damga vurmayı seven millet vallahi.

Apartmanların birinci, ikinci ve hatta üçüncü katının balkonları demir parmaklıkla kaplı. Klimanın dış ünitesi de koruma altına alınmış. Öyle güvenli şehir değil gibi bir durum var. Ama biz gece vakti ıssız sokaklarda dolaştık valla.

AVM’lerde kitapçı varsa giriniz. Kitap oldukça ucuz. Keza çoğu önemli ünlü küresel yayınevlerinin tüm basım işleri Hindistan’da yapılıyor. Buradan dağılıyor tüm dünyaya. Üzerinde 10 Sterlin etiket olan tertemiz kitap burada 250 Rupee olabiliyor. Onun dışında Türkiye’de olmayıp burada olan bir şey yok. Kozmetik de ucuz herhalde ama anlamadığımızdan bize bir şey ifade etmedi. Tropik meyve alalım dedik. Çarşıdan aldık armut otele geldik soğan gibi bir şey çıktı. Fotosunu çektim tivit attım “Bu ne” diye sordum, takipçilerimden bilen çıkmadı. Ya takipçi sayım az ya da fotodan elmalı soğanı tanımları zor. Elektronik eşyalara bakmayın eski model ve çok pahalı.

Son gün “New market” denilen yere gittik. Tek katlı olanının yanında 3-4 katlı yenisi yapılmış kırmızı tuğladan binalar. Oraya girmeden iki tane kitapçıdan sürüsüne bereket kitap aldık. İlk kitapçıda kitaplar toz pislik içindeydi. Ne zaman bir kitaba bakmanız gerekse, adam hemen size vermiyor önce temizliyor öyle size veriyor. Çoğu kitabı mecburen naylon içine koymuş. Ben koca bir mimarlık tarihi kitabı aldım. 3100 Rupi verdim. Bir sürü Dünya Mimarlık Tarihi’ni anlatan kitabım var ama bunun kadar iyi anlatan görmemiştim. Parasından çok taa Hindistan’dan taşımak gözümde büyüdü. Bu kitabı İstanbul’da bulamazdım baskısı yok, bırak kütüphanelerde bulamam diye aldım valla.

Ekip arkadaşlarım benden daha fazla kitap aldılar. Kitapçılardan New Market hakkında bilgi almak istedik. Kitapların parasını ödedik ve “Please keep these books for a while, we’ll pick after New market visiting” dedik. Anladı ve kabul etti. Demek ki Cem Yılmaz’dan öğrenecek çok şeyimiz olmuş.

Sahaf amca ayrıca sıkı sıkı tembih etti. “Size yardım edeceğim diye birileri yapışırsa sakın ola ilgilenmeyin, Kimseye sadaka vermeyin.Yürüyemeyecek hale getirirler sizi” dedi. Öyle yaptık. İyi ki de öyle yaptık. Dilenciler yapışıyor. Kurtulmak için para vermeyin sakın, verirseniz bir anda beş adet oluyorlar. Yani 4-5 saat sonra Hindistan dışına çıkacağız o paralara gerçekten ihtiyacımız yok ama kapış yaparsak üzerimize çullanırlar. Dilencilerin ısrarını dikkate almayabiliriz ama tek sorunları dokunmaları. Sıkı ısrarlarına karşı işinize bakarsanız, yürümeye devam ederseniz, dokunmayı daha sert yapmaya başlıyorlar. Anlamlı manevralarla kurtulmaya çalıştık hızlı hızlı New Market içinde ilk dükkâna girdik ve tabii bizim Kapalıçarşı’nın en uyanık esnafından hallice bir adam çıktı. Ben basitçe iki eşarp aldım. İpek olduklarını iddia ediyorlardı. Tanesi 13 TL olabilir mi ipek eşarbın bilmiyorum. Ben anlamam artık hanım eve getirince anlar dedim aldım. Adamlar ne satıcı çıktı kardeşim. Ama ben de ne “almayıcı” olduğumdan bir şey satamadılar bana. Ekiptekiler daha güzel şeyler aldılar.

Genç tezgâhtarlardan biri çok ısrar etti. Ben de anlamıyorum bu işlerden dedim. Başka bir şey gösterdi. Bundan da anlamam dedim. Sonra bir diğerini (gittikçe fiyat artıyor) gösterdi bunu da anlamam dedim. Israr edince, gittikçe daha ucuzlaştırman gerekirken pahalılaştırıyorsun. Ben son gösterdiklerin daha ucuz olmalı deyince, gerçekten bu işten hiç anlamadığımı idrak etti. Sonra bir şey satamadı ya bana yine benden bir fayda görecek. Şöyle: Eğer gömlek cebim yoksa dolmakalemimi tişörtümün yakasına takarım. Dolmakalemime sulandılar. Evet, açık açık bana hediye et diye benden kalemi istiyor herif. Ben de bu tezgâhtakilerin hepsini ver öyle vereyim sana deyince vazgeçti. Bence çok kötü bir hareket. Kapalıçarşı’da bu tür şeyler yapmıyorlar herhalde. Biz de ne satıcılar gördük, diyecektim demedim.

Yaşlı dükkân sahibi bizim Türk olduğumuzu öğrenince “Kamal Ataturk” dedi. Sanırım tüm milletler için onları etkileyecek birini ezberlemiş. Gandhi’nin genel düşüncesini takip ettiğini zannetmiyorum.

Yeniden otele geldik. O kadar dolaştık Mimari bir özellik göremedim. Camileri çok biçimsiz. Diğer tapınakları da kendine özel. Çok çok süslü ama anlaşılmaz. Zamanımız var dedik ve havalimanına gitmeden baharat alalım diye çıktık otelden. İki adet çok hoş bina gördüm. Hindistan gezimde gördüğüm mimari kaygısı olan binalardandı.


Olağan bir Kalküta binası


Mahatma Gandhi caddesindeki bir cephe


Kalkınma Ajansı gibi bir bina. Ben cephe ve oranlarını çok beğendim. İçine giremedik. Not: Cep telefonum düştü, ekranı değil arkasındaki kamerasının camı kırıldı. Artık çok bulanık çekti. Ne yapalım idare edeceğiz.


Tam karşısında yine hoş bir bina var. Bence aynı mimarın elinden çıkma.


İki binanın arasında ise ince uzun bir bina daha var.


Otelimiz mimari yönden de pek iyi değildi ama pencerelerdeki İngiliz kokan menteşe detayı çok hoşuma gitti.

Hindistan’daki günlerimizin çoğu akademik toplantı için salona tıkılmış vaziyette geçtiğinden mimari olarak gezi yaptığımı söyleyemem. Ancak Hint Mimarisi kitaplarını inceleyebildim. Bazı öncü mimarlar var. Bizdeki Mimar Kemalettin’den Sedad Hakkı’ya kadar benzer dertleri olmuş. Değişik ve güzel işleri var ama onları gezemedik. Yani mimari endişeleri olan mimarları çıkmış ama 1.3 milyar nüfusa vurursak iç açıcı değil. Mimari bir doku yok.

Fakat planlama var tabii (Bkz: İngilizler). Eski şehirler keşmekeş olsa bile yeni Delhi için planlama yapılmış. Azıcık şehircilik bilgisi olan kişi haritaya baktığında anlar. Fakat şehircilik de noktasal mimariye muhtaç. İkisi birbirinden kopuk olmuyor.

Otelin tam karşısında stadyum var. Ha bir de güzel bir park. Parkın içine girmeye cesaret edemedik. Parkın ilersinde komünal apartmanlar. Parka yine girerdik de o binaya giremezdik bence. Bir de kava kirliliğinin durumunu görüyorsunuz.


Uzakta en az 2000 kişinin yaşadığını tahmin ettiğimiz apt. blokları

Hindistan için “Incridible India” tanımı boş bir tanım değil. Gerçekten inanılmaz, tamam, anladık ama bu sıfatın ne kadarı olumlu ne kadar olumsuz yorumlanmalı. Sonuç çıkartman size kalmış. 1.3 milyar nüfus “Oooo acayip bir pazar ne mal satılır bu ülkeye be!” demekle ilerlenmiyor. (Bizden önce bunu düşünen olmuştur değil mi?) Doğal kaynakları hatta okyanus altında petrol yatakları var ama çıkartamıyorlar. Yabancılar çıkartırsa 40 yıllık anlaşma istiyorlar. Kapitülasyon denen illet başlarında. Bize yar olmuyor size de olmasın diyorlar. Anlaşıldı herhalde yabancı marka araba yok.

Bu otomobile para bayılmazlar anlamında değil, yasak var demek. Devletçi politikalar hala geçerli. Düşünün 1.3 milyar nüfus ayda kişi başı sadece 10 dolarlık hareket yapsa ekonomi 13 Milyar dolar oynuyor. Buzdolabı, fırın ya da başka bir şey. Öyle dışarıdan bir mal getirip satılamaz kolayca burada. Hükümet iç piyasayla ufak tefek oynama yapsa işler nasıl değişir. İç pazarı kimseye kaptırmaz, kendisi manipüle eder. İngilizlere bile doğru dürüst yar etmiyorlar artık.

Bu arada çok aklı başında Hindistan’ın en önemli Think tank kuruluşlarından birinde görevli, üst düzey biriyle konuştuk. “İngiltere sizin için nedir?” Dedik. “Dillerini aldık” dedi. Sonra sustu. Konu üzerinde yorum yapmadı.

Popüler filmlerde bile 8 lehçe var. Kimse birbirini anlamıyor. Böyle bir nüfusun okuma yazma bileninin ayrıca İngilizce bilmesi ve konuşması az şey mi sizce? Türkiye’de 45 milyon kişi akıcı İngilizce konuşup okuyup yazsaydı?

Büyük laf edeceğim, iyi ki zamanında İngilizler burayı değiştirmişler. Yoksa burası daha fena olabilirdi (Not: Bu Türkiye’de manda altına girseydi keşke demek değildir. Hindistan’ı iyi ki sömürmüşler derken bu Hindistan’a özeldir. Türkiye için konu ayrıdır. Uzar gider. Eğer ABD veya İngiliz hatta Fransız mandası altında olsaydı Türkiye 2. Dünya savaşı cepheleri Almanlar için farklı olmaz mıydı? Konu bu değil).

Hindistan için “Yükselen güç” “ileride en önemli ülkelerden biri olacak” gibi söylemler revaçta. BRICS ülkelerinden biri. Fakat ben bu “ara gazların” bilerek yapılan bir politika ürünü olduğunu düşünüyorum. Bu kadar sefalet içindeyse halkın büyük bir bölümü nükleer güç olmak daha tehlikeli bir şey. Ya da 20 yıl sonra düzlüğe çıkacak bir durumları yok. Bu kadar gazı almamaları lazım.

Yeni başbakan onlar için iyi mi olacak olmayacak mı bilmiyoruz. 12 yıllık AKP iktidarının Türkiye’deki ilk halleri gibi tavırları var ama ben politika uzmanı değilim. Yine de bu toplumun Dünyanın sayılı nükleer bomba sahibi ülkeden biri olması ve Pakistan ile itişmeleri korkutucu. Tabii zamanında Gandhi gibi bir liderleri olması da büyük şansları.

Kalküta gelişiyor, gazetelerde bizimkilerde olduğu gibi özel toplu konutların cafcaflı perspektifleri çıkmaya başlamış. Genelde konut kredisi reklamları var. Kalküta’nın Kuzeyi, yani havalimanına doğru özel büyük toplu konut siteleri var ve belli ki şehircilik açısından batıya çok benziyor. Koparılmış durumdalar. Orada yaşayan birine bu yazıyı okutsanız, önyargılı davrandığımı ülkesinin ve şehrinin bu kadar sefalet içinde olmadığını iddia eder. Keza onlar bizim gördüğümüzü her gün görmüyorlar. Biz Eminönü’ne gittik, Kadıköy’de Suadiye civarı, Bağdat Caddesi ya da Ulus da yaşayan vatandaş kenar mahallelerdekini bilmeyebilir. Orada da hayattan kopuk elit kişiler vardır muhakkak. Ama gittiğim her şehirde (pis ya da değil) Eminönü gibi yerleri görmeyi tercih ederim. Prag’da, Tiflis’te, Londra’da, New York’ta, ve Bangkok’ta bize verilen turistik kitabı takmayarak arka sokakları inadına gezmişliğimiz vardır.

İşte bu foto çok şey anlatıyor. Yukarıda bir banka reklamı. Kredi satmaya çalışıyor. Vaadedilen evlerin hali nasıl ama? Bina bir işhanı olsa gerek. Asıl dikkatinizi çekmek istediğimi husus, saçaktaki çöpler. Neredeyse saçak çökecek. Altında bir gıda toptancısı. İşte Hindistan’ı anlatan bir kare. Bu kadar.

Kısaca Hindistan sadece Hindistan’dır. Başka da bir şey değildir. İnanılmazdır. Gitmesem görmesem, en pis sokağından geçmesem olmazdı. Gittim, gördüm. Bir daha gider miyim bilmem. İnanın yurtdışında başka bir ülke görebilme hakkımı ve maddi manevi kaynağımı başka bir yere kullanırım. Mistik doğunun çekiciliği nirvanaya ulaşmak isteyen batılılarda farklı etki yapabilir. Bana Hindistan başka şeyler yaşatmıştır. Eksik kalırsa olmazdır.

Çünkü Hindistan, inanılmaz Hindistan’dır.

Etiketler

Bir yanıt yazın