Şevki Pekin benim hocamdı. Öyle kısa bir süre değil, 2000 yılından itibaren 20 yıl.
Bursa Uludağ Üniversitesi, Yıldız Teknik Üniversitesi, İstanbul Teknik Üniversitesi ve Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’nde atölye yürütücülüğü yapan, pek çok mimarın hayatına dokunan Şevki Pekin’in benim hayatımdaki etkisini, birkaç anı üzerinden anlatmaya çalışacağım.
Şevki Pekin’in ilk defa 2000 yılında, üçüncü sınıf öğrencisiyken Uludağ Üniversitesi Mimarlık Bölümü Başkanı da olan hocamız Prof. Dr. Neslihan Dostoğlu’nun organize ettiği “Duvar ve Platform” başlıklı seminerde izledim. Arredamento’nun 2000 yılı yaz sayısında kendisi hakkında Uğur Tanyeli’nin “Şevki Pekin: Bir Aykırı Kişilik” yazısı ile Kuyaş Örs ve Bülent Tanju’nun konuşmasını okumuş, oldukça merak etmiştim. Gösterdiği her yapıda duvar ve platformun mekân oluşturmak için yeterli olduğunu Azebler Namazgahı, Sapaca Evleri ve maalesef yok olan Kocaeli Sanayi Odası Sosyal Tesisi gibi örneklerle anlattı. O zamanlar okulda yapı elemanı olarak öğrendiğimiz öğelerin mimariye nasıl dönüştüğünü anlatan, sade ve net bir anlatımla, manifesto tadında bir sunumdu. Sonradan kendisinden sıkça duyduğum “Yapısal detay başka şey, mimari detay başka. Önce mimari detayları çözmek lazım.” dediği konuşmasından sonra arkadaşlarımla beraber coşkulu bir şekilde söylediklerini tartıştığımızı hatırlıyorum.
Bir süre sonra, proje stüdyosu açacağını öğrendim ve hemen dahil oldum. Okula geldiğinde koridorda sergilenen projelerden, önceki dönem Murat Tabanlıoğlu ile yaptığımız proje ve maketin önünde durdu “Kim yaptı bunu?” dedi. Yanındaki hocalar beni çağırdı, gittim. Projeyi anlatmaya başladım ama “Bir şey anlatmana gerek yok, bunlar kendini anlatıyor.” dedi, şaşırdım. “Sen bizim gruba gel.” dedi, “Ben zaten sizin grubu seçmiştim.” diye cevap verdim.
O dönem beraber bir termal otel projesi yaptık (Resim 1 ve Resim 2). Proje sanki kendiliğinden oluştu gibi bir his vermişti. Arsa sınırını saran, eğrisel yola teğet olmasıyla manzaraya yönlendirme yapan bir saçağın olduğu bu projeyi konuşurken, sadece belirli noktaları işaret eder “Burayı biraz daha çalış, şuraya da bak…” gibi yönlendirmelerle, yapmak istediklerime müdahale etmeden onu gerçekleştirmek için gerekeni işaret ederdi. Okulda bizim değil sunum paftalarının konuşması gerektiği söylenirdi. Konuşmak yerine Daft Punk, Bjork, Bob Dylan gibi kişilerin resimlerini yapıştırıp “Terasta konserim var. Bitince aynı kottaki barda buluşup, -5’teki havuza ineriz. Chris de yatak odaları bloğundaki panoramik asansör ile aynı kota inecek” gibi metinler yazan konuşma baloncukları ile paftaları “konuşturmuştum”.
Viyana’dan hocası E. A. Plischke’nin “Daire nasıl çizilir?” örneği gibi çizimlerini bir konuyu veya bir temel mimarlık kavramını anlatmak için çizerdi. Çizerken “Daire çizmek için çizginin iki ucu düzgünce birleşmeli. Yoksa o bir daire olamaz, başka bir şey olur.” diye anlatırdı. Her hafta birinci gün projeleri konuşur, ikinci gün sohbet ederdik. Bir gelişinde sınıf arkadaşım Ömer Selçuk Baz’a ve bana Guggenheim’dan alıp getirdiği eskiz defterlerini, içine farklı notlar yazıp imzalayarak hediye etti. Okuldan sonra nasıl bir yol izlemeyi düşündüğümüzle ilgili konuştuk. Benim defterimde “Şevki’nin palavralarını yazman için” notu vardı. Anlattıkları palavra gibi gelmediği için o deftere pek bir şey yazamadım. Ancak bazı kelimeleri çekip, onlarla ilgili eskizler yapabilmiştim.
Yaz döneminin bir bölümünü Şevki Pekin’in bürosunda staj yaparak geçirdim. İkiz Kuleler’e çarpan uçağı haber vermek için komşu reklam ajansında çalışanlar bizi çağırmış, hep beraber görüntüleri dehşetle seyretmiş, Dünya’nın nasıl değişeceği hakkında uzun uzun konuşmuştuk. Başka bir gün, okulda mimari anlatmak için kullandığı, kitabında da yer alan kahve fincanı analojisinin hevesiyle bir kahve yaptım. Amacım peçetenin neden bu örnekte işi olmadığına dair fikrimi anlatmaktı ama bir yudum aldı ve şaşkınlıkla baktı. “İçinde sadece üç malzeme var. Kahve, su ve şeker. Bir kahve nasıl bu kadar kötü olabilir ki, hayret!” dedi. Bunu söylerken yargılamıyor, gerçekten merak ediyor gibi görünüyordu. Zarafetle eleştiren bu tavrı sayesinde ilk olarak iyi kahve yapmayı öğrendim. Stajyerler büronun işlerine doğrudan dahil olmazdı. Onun yerine küçük çalışma konuları verilirdi. Sınıf arkadaşım Süleyman Akkaş’la ikimizi, iki ayrı öneri olarak hazırladığımız “Meyhane Yapısı” çalışmalarımızı sunmak için, o sıralarda Ahşap Heykel Müzesi’ni yaptığı, Değirmendere Belediye Başkanı’na götürmüştü. Başkan’ın isteği ile proje alanını genişletip, konuyu sahil düzenlemesi gibi ele alarak ortak bir çalışma gerçekleştirip teslim ettik (Resim 3).
Bitirme projemi hazırlarken ve sonrasında bir yıl kadar Arolat Mimarlık’ta çalıştım. Yüksek lisansa devam etmeye karar verince, büro sistemi ve iş yoğunluğu buna uygun olmadığı için okula dönme kararı ile ayrıldım. Şevki Bey'in bürosunu ziyaret ettiğim günlerden birinde “Gel bizimle çalış, okula gidip gelirsin.” dedi ve öyle başladık. Bürodaki işlere çok heveslenince, okul anca haftada yarım gün Maçka-Taşkışla teleferiği ile hızlı hızlı gidip geldiğim bir yer oldu. Büroda az kişi olmanın verdiği bir sorumluluk da vardı.
Genetik Mimarlık hakkında hazırladığım yüksek lisans tezime şöyle bir bakmış “Bunlardan çok anlamıyorum ama iyi bir şey yaptığını anlayabiliyorum. Devam et ve bitir!” diyerek, tezimin son dönemlerinde istediğim süreyi vermiş; mezuniyet töreni öncesi büroda anı fotoğrafı çekip kutlama yapmıştık. Şimdi dönüp baktığımda büroda çalışırken patron-çalışan iletişimi öncesinde, hoca-öğrenci iletişimi kurulmuş olmasının; doğrudan kurulan patron-çalışan iletişiminden daha farklı bir durum olduğunu görüyorum. Söyleneni olduğu gibi yapmak zorunda hissetmiyordum, böyle bir şey de beklenmiyordu. Bu durum diyaloğa, risk almaya ve denemeye açık, hata toleransı yüksek, yaratıcı bir atmosfer oluşturuyordu. Kolaya kaçıp da onun istediği gibi (?) bir şeyler yapmaya niyetlendiğimi anladığında ise (ki mutlaka anlardı) açıkça fırça yiyordum. Bu sürecin okuldan farkı gerçek bir iş için bazen karşılıklı, bazen beraber üretme deneyimiydi. Elinde “Proje bitti!” diyerek kimsenin beklemediği, müdahale edilemeyecek kadar iyi, yepyeni bir eskizle gelene kadar bu böyle devam ederdi. Bir seferinde Değirmendere için daire şeklinde bir köprü eskizi bırakıp Bükreş’e meydan projesi için toplantıya gitti. İçinde her yönde kot farkları olan araziye o daireyi bir türlü yerleştirmeyi beceremediğimden ve uzakta olduğu için ne yapmak istediğini de soramadığımdan, araziye uygun bir yamuk çizerek, oranlarını ayarlayabilmek için dört yaya köprüsü olarak bölüp bildiğim duaları da okuyarak kendisine faksla gönderdim. Büroyu telefonla aradığında kahkaha atmaktan konuşamıyordu. “Şantiyeye gönder aplike etsinler, gelince gidip bakarım” dedi. “Köprünün adını Aşıklar Köprüsü koymak lazım. Kız bir köprüden geçerken oğlan diğerinden geçer, sonra diğerinden, bir türlü kavuşamazlar.” diyerek gülmeye devam etti. Mizah anlayışı sayesinde biri tek kişi, biri iki kişi, biri tek çocuk, biri de çocuklu yetişkin için gereken ölçüleri kullanarak yaptığım çizime kendi anlamını katmıştı. Döndüğünde daireyi anlattı. Bir buluşma yeri hayali ile çizdiği dairesel köprüyü, bir buluşamama yerine dönüştürmüşüm. Eğer Seyhun Topuz’un kareye yaptığı gibi daireyi topoğrafyaya göre deforme edebilseydim herhalde diğerini yapmazdım. Şevki Bey “Aşıklar Köprüsü”nü benimsemiş başka bir çalışma istemiyordu. Proje aplike edildiği gibi yapıldı ama o an zihnimde daha iyi bir şey canlandığı için ancak buruk bir sevinç yaşayabildim.
O sıralarda iki kişinin çalıştığı bir büro olduğu için, her projenin her aşamasında çalıştım. Bahsettiğim tasarım araştırmalarının yanında, iskele inşaatında kaç çivi kullanılacağını saymak gibi işler de yaptım. Uzunca bir süre, büroda on yedi yıl çalışan ve kendisinden çok şey öğrendiğim Şükran Bayramkaya ve dönem dönem, kısa süreli çalışan başka arkadaşlarımızla, farklı etaplardaki yedi-sekiz işi çalışarak, her birinin ayrı hikayesi yazılabilecek onlarca projenin üstesinden gelebildik.
Büroda çok iyi elenip seçilerek oluşturulmuş, kıymetli bir kitaplık vardı (Resim 5). Çok sayıda kitap Uludağ Üniversitesi Mimarlık Bölümü Kütüphanesi’ne bağışlanmış, kalanların bulunduğu bölümler Avusturyalılar, Ruslar, İtalyanlar, Le Corbusier, Mies, Sedad Hakkı Eldem, Mimar Sinan, Amerikalılar ve Genç Mimarlar gibi bölümlerle isimlendiriliyordu. Biriktirilmiş eski Domus’lar gibi süreli yayınlar Uludağ Üniversitesi Kütüphanesi’ne gönderilmişti. Yeni süreli yayınlar genelde büroda tutulmazdı. İncelediğimiz kitapların o an çalışılan işle ilgili olmamasına dikkat edilirdi. Özümsenmemiş/ içselleştirilmemiş bir bilginin heyecanına kapılmak tatsız bir vakit kaybıydı. Bir tasarım problemi varsa, kitaba bakarak değil çizerek çözülmeliydi. Kitapları o sorunla karşılaşmadan çok önce çalışmış olmak, konuyu kendi süzgecinden geçirip karşılaşılacak soruna hazır olmak gerekliydi. “Gündüz aylaklık ettin herhalde!” diyerek fazla mesainin hoş karşılanmadığı akşam saatleri ve hafta sonu kitap okumak için büroya giderdim. Yanlışlıkla Şevki Bey ile denk gelirsek “Mimarlığa değil, hayata karşı yetenekli olmak!” üzerine konuşur, gidip başka şeylerle uğraşmamı söyler, hayatı daha büyük bir pencereden görmek gerektiğine dair uyarıda bulunurdu. Yine de bir süre sonra “Şu Amerikalı beyaz saçlının yaptığı şöyle bir şey vardı.” dediğinde kim olduğunu anlayıp, kitabı hemen çekip, projeyi açabilecek kadar kitaplığa hâkim olmuştum. Eğer kendi yarışma projemi yaptığım için iş saati dışında bürodaysam bunu görmezden gelir, ben sormadan fikrini söylemezdi. Bir seferinde üzerinde hiç konuşmadığımız bir yarışmanın sunum paftasını görüp “Böyle olmaz! Şu maketin düzgün resmini çekeyim de onu kullan.” diyerek, mimari fotoğraf üzerine uzun uzun konuşarak maketimin fotoğraflarını çekmişti.
Büroda çalıştığım dönemde ara ara, yurtdışında tavsiye ettiği iki okuldan birini seçmemi, benim için görüşerek referans verebileceğini, “Burada kalmak sana göre değil!” diyerek uyarı ve öneri arası bir tonda konuşmalar yapıp, ne yapmak istediğime karar vermem gerektiğini söylüyordu. Ailem farklı ülkelerde olduğu için sürekli seyahat ettiğimi, çok sonraları çözebildiğim aidiyet arayışı ile Türkiye’ye yerleşmeye çalıştığımı biliyordu. Önerilerinde haklı olduğunu bilsem de içimde bir türlü yeterli heves oluşamıyordu. Bunu fark edip, bu kez Viyana’ya gitmemi önerdiğinde ise bürodaki Bodrum Kaplankaya Projesi’ne ilk öneriyi hazırlama bahanesine sarılmıştım. Eğrisel formlarda peyzajla bütünleşen teras çatıların olduğu çok güzel bir projeydi. İstanbul’da kalmamı duygusal ve yanlış bir karar olarak gördüğünü sıkça söylediği halde, özellikle son yıllarda, Ömer Pekin’in olumlu etkileri sayesinde mimarlık ortamı için umudu artmış ve bu kararıma daha hoşgörü ile yaklaşır olmuştu.
Serbest çalışmaya karar verdiğimde, kendi büromu kurmadan önce, beraber çalışırken kendisinin üstlendiği proje yönetimi ve inşaat alanında tecrübe kazanmam gerektiğini ve bu sebeple ayrılmak istediğimi söylediğimde “Kitabı yapalım, sonra gidersin.” dedi. Çok yoğun bir şekilde, Viyana’daki öğrencilik zamanlarından başlayarak, o zamanlar sayısı 300’ü geçen projeler için bir arşiv sistemi kurduk. Biriktirilmiş her şey elendi, dijital ortama aktarıldı. Kitapta olması istenenler seçildi. Bu süreçte elenen bazı çizimler için görüş ayrılıklarımız oldu. Kalmasında ısrar ettiğim bazı materyaller için kararını “Bu çizimden anlamayana, elindeki çizimi göstersen de anlatamazsın.” diyerek açıklamıştı. Yine de bazılarını atamamıştım ve büronun ozalitçisine gönderip cilt yaptırmış ama büroda istemediği için eve götürmüştüm. O sıralarda yakında bulunan başka bir bürodan ayrılma aşamasında olan, bizden iki dönem küçük okul arkadaşım Ebru Sevinçler ile zaman zaman iş sonrası buluşurduk. Büroya geldiğinde Şevki Bey’e benden sonra çalışması için önerip işleri devredebileceğimi söyledim, kabul etti.
Kitabı büronun yoğunluğunda yapmak mümkün olmadığı için ailesi ile Bademli’ye gitmem gerekti. O sıralarda kendi evine çok yakında bulunan ahşap konut inşaatı devam ediyordu. Günün bir bölümünde kitap için çalışır, bir bölümünde şantiyeye veya Ömer ve Osman’la denize giderdim. Çok yakında bulunan Nevzat Sayın’ın Yahşibey Atölyesi ile antik şehirleri gezme şansı da bulduğum kıymetli bir zamandı. Leyla Pekin’ın yarattığı keyifli atmosferde kitapla ilgili işlere yardımımı tamamlayıp, 2006’da bürodan ayrıldım.
Proje yönetimi ile uğraştığım dönemde de Şevki Bey’i arar, yeni projeler oldukça zaman yaratıp uğrardım. Bir gün şantiyede oluşan bir krizi çözdüğüme şahit oldu ve “Bundan sonrası tecrübe edinmekten fazlası olur, oyalanma artık!” dedi. Bu söz bir süre aklımı meşgul etti. Tünel’deki küçük büromu açtığımda, önceden beraber pek çok işini yaptığımız ve beni Çağlayan Florence Nightingale Hastanesi’nin kulesini çözmek için yaptığım 30 maket ile aklında tutan Bilger Duruman’a iş yapmama aracı olarak önemli desteği oldu. Bilger Bey, Tarabya’daki evinin salonunu büyütmesi için Sedad Hakkı Eldem’i nasıl ikna ettiğine dair anılarını keyifli bir başarı duygusu ile anlatıp gözümü korkuttuğu anlarda, aklımda Şevki Bey’in kendisini ikna etme yöntemleri vardı.
Bu süreçte bizi yıllar önce okulda bir araya getirip bütün bu anlattıklarımın sebebi olan Neslihan Hoca’nın daveti ile okul jürilerine katılıp, iki jüri üyesi olarak daha genç öğrenciler ile buluştuk. Mimarlık pratiği ile eş zamanlı yürüttüğüm doktora çalışmamın ilk zamanlarında, Tan Kâmil Gürer’in “Mimarlıkta Tipomorfoloji” dersini almıştım. İtalyan Modernistler’in her adı geçtiğinde, Şevki Bey’in bürosundaki kitaplar ve onlar hakkındaki sohbetlerimizi hatırlardım. Kentsel ölçekteki bilgileri, zihnimdeki mimari yapılar ile karşılaştırırdım. Samona’yı, Luigi Moretti’yi, Giancarlo de Carlo’yu gördükçe eski dostlarımı görmüş gibi mutlu olur, heyecanlanırdım. Şevki Bey’le bu kez önden akademik makaleleri mail atıp, onlar hakkında konuşmak için görüşerek hoca-öğrenci diyaloğumuz devam etti. 2016’da İtalyan Kültür Merkezi’nin düzenlediği “İtalyan Mimarların Öyküsü” serisi de başlayınca, bu konu müthiş bir mimarlık ziyafetine dönüştü.
Bir gün, büromda staj yapan ve anlattıklarımdan etkilenerek Şevki Pekin’i merak edip, ondan proje almaya karar veren İTÜ 3. Sınıf öğrencisi, oldukça çalışkan genç bir arkadaşımız ziyaretime geldi. Kendisine hoca denmesini hiç sevmeyen Şevki Hoca’sının çok soyut konuştuğunu, ne istediğini tam tarif etmediğini, anlayamadığını söyleyerek dertleşti. Bu yaklaşımın amacını, ona nasıl bir öğrenme ortamı sunduğunu ve farklı mimarlık eğitimi yöntemleri hakkında biraz sohbet ettikten sonra gitti, projesini başarı ile tamamladı.
20 yıl boyunca, farklı ortamlarda devam eden hoca-öğrenci diyaloğumuz için kendimi çok şanslı görüyorum. Sanırım bu durum bürosunda uzun yıllar çalışmama rağmen usta-çırak olmaktan biraz farklı. Herhalde usta-çırak ilişkisinden bir gelenek devamlılığı varsa bahsedilebilir. Ayrı bir yazının konusu olan mimarisinde, daha çok içgüdüsel kararlarla şekillendiğine tanık olduğum tasarım süreçlerinin etkisiyle, geleneği kendime pek dert edinmedim. Vefatının birinci yıldönümünde, kendisinden öğrendiklerime bir şeyler ekledikçe, bildiklerimi yıkıp, yeniden inşa ettikçe aramızda olacak gibi hissediyorum.
1 Yorum
cok guzel bir yazi, paylastiginiz icin tesekkurler.