İBB’nin Büyükada Hayalleri

İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin Proje Etüd Daire Başkanlığı şu anda Koruma Planları hazırlanan Adalar ilçesinin her birinde kıyı düzenlemeleri için ihaleyle “fikir projeleri” yaptırmış. (Aslına bakarsanız, karşımızdaki ihalenin ana başlığı yalnızca Adalar değil, “İstanbul Geneli Yeşil Alanlar, Cadde ve Meydan Düzenlemeleri, Sahil Düzenlemeleri ile Deniz Yapılarının Projelerinin Hazırlanması İşi”) Burada gördükleriniz yalnızca Büyükada için geliştirilmiş “mimari fikirler.”

Doğrusunu söylemem gerekirse, Adalar’da Koruma Planları hazırlanırken tesadüfen tanık olduğumuz bu “mimari fikirler” beni epey düşündürdü.

Evet, “zaten ortada bir fikir yok, zaten program tanımlayacak bir yönetim planı bile hazırlanmamış” diyerek karşımızdaki bu canlandırmaları ciddiye almayabiliriz. Oysa tasarım fikirlerinde yer alan bilişsel bozulmalar tıpkı dil sürçmeleri gibi deneyimlerin arkasındaki sorunlara, çelişkilere işaret ederler. Bu yüzden dev bir kuruluş olan, bu iş için muazzam kadrolar ve bütçeler kullanan Büyükşehir Belediyesi’nin neden “bir mimarlık birinci sınıf öğrencisi” kadar dahi bilişsel bir deneyim üretemediğinin üzerinde epeyce bir düşünmek gerekir.

Ne de olsa karşımızdaki koskoca İBB.

Nitekim AKP İlçe Başkanı’nın “Fakir kocaya varırsanız, ömrünüz çorbaya talim etmekle geçer, biz size her şeyin en iyisini vereceğiz.” diyerek bu canlandırmaları tanıtmak için toplantılar düzenlemesi, olayın daha da başka boyutlar kazandığı hakkında işaretler veriyor.

İstanbul’da 2. Dünya Savaşı sonrası oluşan konjonktür içinde Türkiye’de özellikle üniversiteler, sanat ve mimarlık eğitim kurumları aracılığıyla kamusal sahada promosyonu yapılan modernliğin “dikişlerinin attığı” belli oluyor. Nitekim bu düzenlemeler daha önceki, örneğin üniversiteler aracılığıyla yapılan “Belediye Projeleri”nden epey farklı.

Bu projelerin ortak özelliği siyasetçiler ve bürokrasi ile ahbap çavuş ilişkileri içinde gerçekleştirilmeleri ve genellikle çiçekçilerin ayaküstü yaptıkları “aranjmanlar” gibi olmaları. Yani hem müşterilerinin hem yöneticilerin gözünü boyamayı amaçlıyorlar. Topkapı Parkı, Yedikule Parkı, Kabataş Martı Projesi, İBB’nin Saraçhane Binası’nda gerçekleştirilen dekorasyonlar, Gülhane Parkı, Yıldız Parkı projeleri gibi uygulamalar sanki biraz bunu düşündürüyor.

Büyükşehir Belediyesi’nin Adalar’a gerçekleştirmek istediği müdahalelerden biri de kıyı alanlarını müteahhitleri ile düzenlemek ve eğlence alanı haline getirmek.

Burada Modern Mimarlık (ya da sanat) gibi bir kavramın nasıl bir simgesel manipülasyonla karşıtına dönüştüğünü görüyoruz: Bastırılmış olan, kamu sahasında temsil ediliyormuş gibi oluyor ve aynı şekilde bir iktidar arzusuyla temsiliyet problemini yüzümüze çarpıyor. Temsili iktidara bağlayan bağları sökmeyi başaramadığı için burada mimarlığın bilişsel alanı “bayağılığın yüceltilmesi” şeklinde karşımıza çıkıyor.

Buradaki siyasal problem, toplulukların özel kamusal alanlara izole olması ve ortak kamusal deneyimlerin yokluğu. Adalar’da yönetim işlevleri resmi kurumlar ile piyasa aktörleri arasında bölüşülmüş durumda ve mimarlığın piyasa-dışı deneyim alanı kamu yönetimleri tarafından desteklenmediği için gelişme modelinde tarafları farklı bir eşiğe taşıyacak çalışmalar gerçekleştirilemiyor.

Doğrusunu söylemek gerekirse, bu “mimari fikirler”e de bakmaya, onların uygulanmasını beklemeye de gerek yok. Meydanların, kıyıların bugünkü durumu da zaten nasıl bir tasarım ve koruma modeli ile karşı karşıya olduğumuzun bir göstergesi: Bütün gerçekleştirilen müdahaleler, kamu anlayışının fragmante olarak bir SİT Alanı’nı nasıl hırpaladığını gösteriyor.

Adalar’da kültürel miras kapsamındaki eserleri, binaları bürokratik bir tescil sistemi ile sınıflandıran, steril bir arşivleme modelini dayatan, bu süreçte hiç bir kamusal nitelik üretmeden kendi fikirlerini bize bir uzmanlık çalışması olarak yutturmaya çalışan bütün kurumlar “kural koyma fırsatı yakalamış fırsatçılar” olarak aynı şekilde bu komplike durumu örtmeye çalışıyor. Böylece kültürel mirasın bir bütünlük iddiası, stilleştirme problematiğinin arkasındaki çelişkiyi örtmek için kullanıyor.

Planlarda Adalar’da yönetim işlevleri resmi kurumlar ile piyasa aktörleri arasında bölüşüldüğünü görüyoruz, yukarıdaki neo-liberal işleyişin sonucu olarak… Piyasa-dışı deneyim alanı kamu yönetimleri tarafından desteklenmediği ya da özel alanda gerçekleştiği için katma değer üretilemiyor. Gelişme modelinde araçsal bir mantık hakim oluyor. (Büyükşehir Belediyesi’nin Adalar için ayırdığı bütçenin onda biri ile Adalar’ın korunması için mucizeler yaratılabilir, örneğin). Yukarıdan bir bakışla “neyin gerekli olduğunu ben bilirim/gerekli şeyler neyse ben koruyorum!” derken, aslında resmi bürokratik arşivleme-envanterleme(tescil) sistemi oluşturduğunu, simgeselin bu hakikat üretme biçiminin gerçekte bir şeyleri unutturmaya çalıştığını söyleyebiliriz. Böylece “kültürel miras budur” diyen bu kamusal alanı tanımlama iddiası, Adalar’ı imara açılacak bir nesne olarak gösteren, boşluğa ve hurdalığa çeviren bu nesneleştirici planlama ve koruma problematiğinin arkasındaki çelişkiyi örtmek için kullanıyor.

Buna karşı “yaptırmayız, ettirmeyiz” ya da “ne yapalım yetkimiz yok” gibi aynı mutlakiyetçi yaklaşımla tepki göstermenin son derece naifçe olduğunu ve Yassıada’da olduğu gibi simgesel bir manipülasyonla çelişkileri, kompleksiteyi dikkate almadığı için otoriter popülist model ile uyuştuğunu, onun konformist oluşumuna katkıda bulunduğunu söyleyebilirim. Bu mesele açığa çıkmadığı, bu meseleyi konuşmayı başaramadığımız sürece karşımızdaki asimetrik güçle tartışma imkanımız yok.

Bu kamusal alanlar, meydanlar, kıyılar bildiğimiz kamusal nitelik taşımayan karşıtlaştırıcı tasarım rejimi içinde, erkin söylemindeki “halkımız bunu istiyor, biz halkı temsil ediyoruz….bu da bizim zevkimiz. Siz de eğer itirazınız varsa, demokratik bir şekilde iktidara gelin istediğinizi yapın” duvarına tosluyor.

Yönetimler kimi zaman mimarları, entelektüelleri dinler gözüküyorlar. Ama bu ilişki çok kırılgan ve politik alan daralınca ters yönde çalışıyor. Oysa bu kamusal alanlar, neo-klasik tasarım rejimlerinde olduğu gibi temsili bir yöntemle değil, kamusal nitelik kazanan alanlar olarak, kendilerini taklide bağlayan ilişkileri çözen -sınırsız, seyir halindeki mekanlar- olarak ele alınabilir.

Bunlar şimdilik yolda yazdığım birkaç not. Ama konuşulacaksa, bu meselenin kapalı bir ortamda değil, keşfetmeye dönük bir çabayla ve kamusal nitelik taşıyan bir profesyonel katılımla ele alınması gerektiğini söyleyebilirim.

Ama gene de sormak istiyorum: Tarihte insani deneyimlerin, bilginin böylesine çöpe atıldığı başka bir dönem yaşandı mı acaba?

Etiketler

Bir yanıt yazın