Her şey 2018 yazında, Altaylar’da başladı. Yürüyüşçü dostlarımın sayesinde Sibirya’yı görmeye diye gittiğim gezi, Rusya’ya bağlı özerk Altay Cumhuriyeti’nde kökümü, ruhumu, kendimi bulup oraya bir anda derin bir bağla bağlanmamla neticelendi. Altaylar’ın keçesinden peynirine, yemeklerinden âdetlerine, ressamlarından diline, bir anda her şeyi kalbimin köşelerini kaptı. Hele ayılları!
Altaylar kırsalında o nehir senin, bu köy benim, şu tepe senin, bu ova benim gezerken, doğanın karşı konulmaz üstünlüğünü, her yerden çağlayan suların arasında, göz alabildiğine uzanan bozkırlarda salınan at ve sığır sürülerini, bütün bunlarla sonsuz bir uyum içinde kendini göstermeye bile erinen tek tük evleri ağzımız açık izlerken, konuşmak istediğimizdeyse yeterli sözcüklere ulaşamazken gördüm ilk kez ayıl (İng: ail) denen yapıyı.
Zaten köylerde evler ahşaptan yapılmış, birer katlı, düz dikdörtgen, penceresi kapısı güneşe ve rüzgara göre konumlanmış, her biri makul ve hemen hemen eşit boyda birer bahçe içinde yer alan, hasılı doğanın parçası gibi duran ve yapı kelimesini bile yadırgayan yapılardı. Bu makul boydaki bahçelerin çoğu bostanlarla doldurulmuş, patates ve lahana ekilmişti. Birçoğunda da sebze bostanının yanında Kızılderili çadırını andıran bir ahşap yapı daha vardı: Ayıl.
Birileri bunun mutfak olduğunu söyledi, başka birileri yazın kullanıldığını, “Ruslar Altay kültürünü bastırmak için bu dümdüz evleri yapmış, yine de Altaylılar ayıllarından vazgeçmeyip bahçelerine birer tane kondurmuş,” diyenler oldu, nihayet bir yerlerde kapılarından bakmak veya içlerine girmek kısmet oldu… Sonra sonra anlaşıldı ayılın ne olup ne olmadığı. Doğrusu şu ki, ayıl her şey olabilecek bir yapı birimiydi. Asya bozkırlarının dik çatılı çadırlarından yola çıktığı barizdi. Muhtemelen göçebe topluluklar yerleşik hayata geçerken, bildikleri yapı birimi olan çadırı en kolay ulaşılan ve en iyi bildikleri malzeme olan ahşap ile inşa etmeyi seçmişlerdi. Ahşap ile yuvarlak bir barınak yapılamayınca, ortaya altıgen bir yapı çıkmıştı.
Evet, en tipik ayıl şekli altıgen. Nadiren sekizgen veya kare olanları da bulunuyor. Nadiren olanlara bakınca, altıgenin iki yanından ayrı odalar eklenenleri de var, girişin veya arka duvarın açıldığı ve yine dikdörtgen prizma bir mekân eklendiği de. Ama modernize edilen veya çeşitlendirilen modellerden önce, tipik bir Altay ayılı nedir, baştan sona onu bilelim…
Altıgen, ahşap, tercihen kütüklerden, penceresiz, dik çatılı, çatı tepesinde ufak açıklığı bulunan yapı. İçinde tam ortada, çatı açıklığının altında açık bir ateş (ocak / şömine) yanar. Sağ tarafı standart olarak kadın tarafıdır – mutfak, kiler, çocuk malzemeleri. Sol taraf ise erkek tarafı: Av malzemeleri, alet edevat, tarım ihtiyaçları. Ailenin büyüğü girişin tam karşısında, genelde ahşaptan yapılmış taht gibi bir oturakta (özel kumaşlarla süslenmiş) oturur. Giriş kapısı da son derece alçaktır: içeri giren mecburen eğilerek ev sahibine saygısını göstersin, aynı zamanda başını eğdiğinden kafasındaki kötü düşünceleri karşısındaki ateşe atsın, diye. Duvarlar ısı izolasyonu için keçeyle kaplanır, zemin kilimlerle. Duvar kenarlarından mekânın ortasına doğru dönen perdelerle yatak bölmeleri ayrılabilir ayılın içinde, yatak odası niyetine.
Klasik ayıl bu iken, Altaylar’ın çeşitli yerlerinde görülebileceği gibi hem yerel kullanımlar için, hem de tarihi ve turistik mekânlarda bunun çeşitlemeleri yapılmakta. Örneğin tarihi kaya resimleri galerilerinin merkezi mekânı olarak yapılan küçük ayıllar iki kapılı, bir yandan giriliyor, diğer yandan çıkılıyor. Motel ve pansiyonlarda çok büyükleri var ayılların, her bir iç kenarına bitişik birer yatak ve kullanım alanı sunan. Zemini sıkıştırılmış toprak olan da var, aşina olduğumuz bir ev gibi tertemiz çakılmış tahta olanı da. Ortasında toprak üstünde odun yakılanı da var, demir ve kazanlarla ocak haline getirilmiş, tepesinden kurutma / tütsüleme düzenekleri asılı olanlar da.
Çatıları daha dik veya daha yumuşak eğimli olanlar, her kenarında pencere bırakılanlar, çatı tepesinde açıklığı olmayanlar, zeminden birkaç basamakla çıkılanlar, içinde ateş yeri ayırmayanlar, çatısı iki ayrı eğimde olanlar, vs vs… “Biçim işlevi izler,” değil mi? İşlevi ne olacaksa ayılın, hangi devirde, hangi ortamda ne için kullanılacaksa ona göre evrim geçirmesi normal, tüm yapılar gibi. İşte biz de böyle yola çıktık, Bünyan’daki ayılımızı tasarlarken.
Önce ben, Anka Vakfımız kapsamında Bünyanlı gençlere yönelik sosyal, sanatsal ve kültürel etkinliklerimizde kullanılan geniş ve çıplak bahçemiz için bir ufak işlevsel kulübe yapmayı düşünürken, “Burası da bozkır, burası da yurdum… Altaylar’daki yerel yapı buraya hem fiziken hem ruhen uygun!” diye bir sıçramayla başladım işe. Doğrusu ben mimar değil, inşaat mühendisi de değil, sadece biraz meraklı bir mühendis / yönetici idim. Mühendisliğin verdiği çözüm odaklı bakış açısıyla, biraz kendime biraz kadim Altay bilgisine güvenerek, bu sıçramamın aptalca bir hayal olarak suya düşmemesi için, kendi kendime uzun uzun düşünerek devam ettim: “İşlev ne olacak, biçim ne olacak?”
Ayılda ruhumu ısıtmak…
İhtiyacımız olan 40-50 metrekare kadar bir kapalı alandı. Bahçede yapacağımız etkinlik ve davetlerde yeme içme servisine destek olacaktı, depolama ve tuvalet işlevleri görecekti, belki gençlerle veya çocuklarla yapılan etkinliklerin bazısına ev sahipliği yapacaktı. Ama hepsinden önemlisi -ki bu işlev, ön tasarım aşamasında ortaya çıktı- bahçenin bu kadar güzel bir yerinde, güzel Bünyan doğasının bağrında, bana ait özel bir mekân olacaktı! Mesai saatlerim dışında buraya girdiğimde tüm işleri dışarıda bırakacak, doğayla baş başa kalacaktım. Bünyan’ın uzun kışlarında şahsi tutkum olan ateşimi yakacak, geniş penceremden karları izlerken atalarımınki gibi bir mekânda ruhumu ısıtacaktım.
Yalnız benim durumumda, işlevle biçimin arasında bir adım, bir aşama daha vardı: Bünyan’da uygulanabilirlik. Elbette hiçbir kısıtlama koymazsanız, sınırsız maliyet, sonsuz süre verirseniz her iş her şekilde yapılırdı… Ama biz Kayseriliydik! Yapacağımızı her zaman en düşük maliyetle, en kısa sürede istiyorduk. Tercihen Bünyanlı, en fazla Kayserili ustalara işleri yaptırabilmeli, ortalığı fazla karıştırmadan ayılımızı düz çizgilerle, basit tekniklerle, harcıalem malzemelerle yarın öbür gün inşa ettirebilmeliydik.
Basit ve güvenli bir yapı şekli olarak çelik konstrüksiyon geldi ilk olarak aklıma. Araları OSB plakalarla kaplanabilir, dış ahşap kaplaması da duvarların ve çatının bir olur. Yakın zamanda bu tür bir uygulamanın çok güzel bir örneğini görmüştüm benzer bir bağlamda ve coğrafyada, Erzincan kırsalında Erginoğlu & Çalışlar imzalı Palanga Çiftliği / KA Evi, o yüzden bunun yapılabilirliğinden kuşkum yoktu.
Sonra dedim ki, hala kendi kendime oturmuş düşünürken, “Ne güzel, bu ayılın sadece içinden değil gölgesinden de yararlanacağız, Bünyanlı genç kızlarımızla sürekli yaptığımız yaz etkinliklerimiz daha ferah geçecek…” Ayılın yerini güneşe göre belirleyelim, kuzeyinde ve doğusunda gölge etkinlik alanı bırakalım diye düşünürken, çelik konstrüksiyon bir anda gözümde yükseldi: Madem altından bir hatıl geçecekti, neden o hatıl yarım metre yerine 2,5 – 3 metre yüksekte olmasındı, neden ayılın altında güzel bir gölge etkinlik alanı ortaya çıkmasındı?
Diye diye ben kendi kendime planlarla projelerle halvet olur, doludan alır boşa koyarken, bir anda “Hayaller Paris, gerçekler Bünyan,” durumu kafama dank etti: Güzel şeyler düşünüyor tasarlıyordum fakat bunları Bünyan’da, hem de sürekli başında durmadan, hem de mimar olup ustaya söz geçiremeden nasıl yaptıracaktım?! Bu benim için imkânsızdı!
Mimarın getirdiği nimetler
Tabii biliyoruz ki mucizeler hemen olur, imkânsız içinse sadece biraz zaman gerekir. Bizim durumumuzda zaman değil ama açık fikirli, işini seven ve çalışkan bir mimar gerekti kendi küçük çaplı “imkânsızımızı” alt etmek için. Genç mimar arkadaşım FA geldi aklıma, akademisyen olduğundan uygulama yapmakla ilgilenip ilgilenmediğini de hiç bilmiyordum, ama denemekte zarar yoktu: “Böyle böyle, Bünyan’da eksantrik bir ayıl projesine dahil olur musun?” diye sorduğumda tereddütsüz kabul etmesiyle, hikayenin mimarlı bölümüne geçildi.
Artık işveren + mimar / iç mimar / inşaat mühendisi / müteahhit / muhasebeci ve bilumum uygulamacı görevleri, hem de amatör olarak sürdürme yükünden kurtulacaktım; FA’ya istediğim yapıtı tarif edip iç rahatlığıyla arkama yaslanabilirdim! Sürecin sevdiğim taraflarını onunla paylaşma, sevmediklerimi de ona terk etme lüksüm de vardı. Kaldı ki, bir mimarla çalışmanın bana sunabileceği nimetlerin benim beklentilerimden elbette daha geniş olduğunu bir adım sonra görecektim. Elimizde epey belirli bir fikir vardı. İşlevi, yeri, boyutu ve şekli aşağı yukarı belli bir yapı, hatta öykündüğü özgün yapı biçimi ayıl ve onun malzeme ve görselliği. Yaratıcılığa çok da açık bir durum değildi yani. Yine de bilmediğim şeyler, aşina olmadığım bakış açıları, teknik bilgiler ve profesyonel görüşler vardı…
Misal bir türlü çözemediğim bir konu, takribi 40 metrekare olacak tek bir altıgen hacme (ki gözce yuvarlak olarak algılanıyor) ufak bir tuvalet ve ufak bir depo yerleştirme sorunuydu. FA projeyi ele alır almaz bu hacmi bölmenin doğru olmadığını söyleyerek tuvalet ile depoyu ayılın altında çözmeyi önerdi. Bu, birkaç yönden çok sağlıklı bir uygulama oldu: (1) Ayılın iç hacmi bütün kaldı. (2) Tuvalet, lavabo, depo alanları ihtiyaç duyuldukları bahçeye daha yakın oldu. (3) Tuvalet ve depo duvarları yaz güneşini keserek ayıl altındaki etkinlik alanını daha kullanışlı hale getirdi.
Neden olmasın?
Amatörden hallice bir çevre dostu ve araştırmacı olarak uzun süredir ısınma ve serinleme gereksinimlerim için doğal etkenlerden yararlandığım için, FA ile oturup fikrimizi proje haline dönüştürmeye çalışırken ayılın iç ve dış mekânlarının tasarımında bu etkenleri birinci sıraya koyduk. Yani kışın güneş ile ısınmak istediğimiz yönler, sert rüzgarlardan kaçmak istediğimiz yönler, yazın güneşten kaçmak istediğimiz yönler, serin rüzgarları almak istediğimiz yönler teker teker dikkatle hesaplandı. Buna göre kapı, Asya’da da geleneksel olduğu üzere, burada da sert rüzgar almayan doğu yönüne açılacaktı.
Pencerelere gelince, tipik bir Altay ayılında pencere yokken biz burada doğaya gömülmeye olanak verecek ferah sabit pencereler istiyorduk. Bunun için kışın güneş batışını alan güneybatı ve yazın güneş batışını alan batı yönleri, meyve bahçeleri ve kavaklık manzaralarını da içerdiklerinden uygun bulundu. Kışın alçaktan geçen güneşin güneybatı penceresinden içeriyi ısıtmasını istiyorduk, yazın ise batıdan gelen alçak güneşin sıcak etkisinden kaçınmak için batı penceresinde düşük ısı geçirgenliği olan cam kullanacaktık.
Bir de kör pencerelerimiz vardı: Yazın akşam ve gece açık bırakılacak, sabah hava ısınmadan kapatılacak, böylece mekânı uzun süre serin tutmaya yardımcı olacak pencereler. Bunların kışın ısı izolasyonu sağlamak için tamamen duvar gibi olması, sadece yazın camsız ve sineklikle açık kalması gerekti. Bu kör pencereler için de yörenin serin rüzgar yönleri seçildi: Güneydoğu ile kuzeydoğu, karşılıklı.
FA’nın doğal olarak insan trafiği yönüne yerleştirdiği merdiveni, esasında insan trafiğini özel mekânı olacak ayılda istemeyen işveren yapının arkasında tercih etti. Ayıl altı tuvalet ve depo duvarlarının yerel sade bir taştan yapılmasında, zeminlerin de aynı taşın ince kesimiyle çözülebileceğinde, tüm kapıların ve ayıl girişine çıkan merdivenin demirden, sade ve endüstriyel görünümlü yapılmasında ise mimar ile işveren hemen hemfikir oldu.
İşte öyle böyle ölçüler kesinleşti, planlar çizildi, malzemeler belirlendi derken sıra uygulamaya geldi… Ve çalışmamızın en popüler cümlesiyle tanıştık: “Bu böyle olmaz!” Bundan sonra sık sık duyacağımız bu cümleyi ilk telaffuz eden sanırım demir ustamızdı. Ayıllarda geleneksel olduğu üzere epey dik olan (yaklaşık %75) çatı eğimimizi gösterip böyle bir çelik konstrüksiyon istediğimizde, bizi bu klasik bakış açısıyla tanıştırdı. Doğrusu o ki daha önce böyle bir şey yapmamıştı, çatıların belirli eğimleri, belirli ölçüleri vardı…
Neyse ki daha önce yapılmamış olması bizi, yani sürekli “Neden olmasın?” sorusuyla ilerleyen kararlı işveren + cesur mimar ekibini vazgeçirmek için yeterli değildi! Mustafa ustanın kuşkularını açıklamalarla ve örneklerle giderip koyduğu engelleri aştıktan sonra yolumuza devam ettik… Prefabrike mantığıyla üretilen duvar panelleri, çatı ve döşemenin birleşim provası Kayseri’de atölye ortamında yapıldı. Sonuçların olumlu çıkmasının ardından Bünyan’a nakledildi. Çelik ayaklar üstünde doğal arazi zemininden yükselen döşemenin, duvarların ve çatının birleştirilmesiyle ayılın iskeleti ortaya çıktı. Bu iskelet OSB plakalarla kaplanacak, sırayla ısı izolasyonu, ikinci OSB katı, su izolasyonu yapılıp en son da dış kaplama gelecekti.
Kabuk da olmaz, cilasız da olmaz!
Peki ama bu kaplamaları kim yapacaktı? Söylenene göre “Çatı çok dikti, orada montaj yapılmazdı, bu böyle olmazdı…” Birkaç “Olmaz!” ile daha karşılaştıktan sonra FA nihayet bir ustayla anlaşmayı başardı. Bir yandan da zemindeki tuvalet ve depo bölümlerinin altıgenin iki kenarı boyunca yerel taş malzemeyle inşası başlamıştı.
Mekânımız yavaş yavaş kapanıp ortaya çıkarken sıra yapının dış kaplamasına geldi. Altay ayılları mümkün olduğunca doğal ve yerel malzemeden, yani “kolay” ve “ucuz” olarak yapılıyordu. Bizim de hedefimiz buydu. Kütüklerle çalışmaya alışık olmadığımız için süreyi ve maliyeti çok yükselteceğini düşünerek bu ilk seçeneği baştan elemiştik. Yine de yapımızı özgün ayıllara benzetmemiz gerekti.
Bunun için dış duvarlar ve çatı aynı kaplama olmalı, o da bir nevi ahşap olmalıydı. Sanayide FA ile yaptığımız keresteci gezmesi sonucu ben hemen kararımı verdim: Kabuk denilen, kereste yaparken kütükten kesilip atılan dış yuvarlak katman, tam aradığımız malzemeydi. Ama tabii keresteci bu konuda ne diyebilir? “Olmaz!” Ona göre bu uyduruk bir malzemeydi, tertemiz keresteye sağlam bir cila atılarak dümdüz, nizami bir çatı ve duvar elde edilebilirdi ancak…
Büyük zorluklarla, “Altay ayılı” kavramını pek önemsemeyen ve daha evvel kabuktan çatı yapıldığını (doğal olarak) görmemiş olan kerestecimizin hamlelerini de savuşturduk, sanırım onun öğüdünü dinlemediğimiz için bize biraz gücendi ama… Bu kabukları izolasyon katmanlarımız üstüne uygulama yöntemlerini de FA ustalarla bire bir çalışarak ortaya çıkardı. Bu kez de “Cilasız olmaz!” cephesi çıktı karşımıza. “Olur olur,” dedik, “Her yıl çatıya tırmanıp cilayı yenileyeceğimize, gerektikçe kabukları söker yenileriz.”
Olmayacak şeylerden biri de doğal ağaçtan kapı kolu idi. Mimar FA ayılı kaba hatlarıyla ortaya çıkarıp malzemeleri belirlediğinde, siyah sacdan düz kapıya bakar bakmaz gözlerim parlamıştı: Bu, zeytin ağacından kol yapmak için ideal bir kapıydı. Muhtemelen bir zaman bir yerde benzer bir uygulama görmüştüm. Haftalarca köyde gördüğüm tüm odunlara bu gözle baktıktan sonra bir gün birini elime aldım ve “Tamam, bu,” dedim. Hem form, hem damar olarak ağacın tüm güzelliğini gösteren, aynı zamanda yaşadığım Ege köyüyle de bir bağ oluşturan kapı kolumuz, bu odunun kabası alınıp zımparalanması ve zeytinyağlanmasıyla ortaya çıktı ve dıştan kapımıza verev olarak vidalandı.
Herkesin parmağı olan açık soba
Bu arada, bu satırları kaleme almakta olan işverenin ayılda en heyecanla beklediği şey de şömine, ocak veya açık soba olarak adlandırılabilecek ateş yeriydi. Tamamı ahşap bir yapının tam ortasında, ateş neredeyse yerde yanıyormuş gibi doğal bir hava yaratacak, çatıdan asılacak kalın ve yüksek sac bacasıyla ateşin ısısının çoğunu içeriye yayacak, aynı zamanda sade, estetik bir görüntü taşıyacak bir soba! Doğrusu bu işe de bizzat ben, “Yahu bu böyle olmaz herhalde?” diye başladım…
Heyhat! Becerikli mimarımız FA’nın bulduğu, sanayilerin vazgeçilmez renkleri olan “Zihni Sinir” ustalardan biri, davlumbazcı İbrahim usta bizi muhteşem şekilde şaşırttı. Elimizdeki dergiden kopartma resmi aldı, ölçülendirdi, güzelleştirdi, uyumlandırdı, biz leb derken leblebiyi anladı, olmazcılar cephesinin aksine olabilmesi için, daha uygun ve daha güzel olabilmesi için her şeyi yaptı. Ortaya mat siyah boyalı sacdan, 5 metreye yakın bacalı, birbirine bakan iki huni ağzı gibi, harika bir açık soba çıktı. Peki altıgen şeklindeki ahşap döşemenin ortasına nasıl sağlıklı, güvenli şekilde oturacaktı bu soba? Tüm ekibin katkısıyla, zemindeki konstrüksiyonun ortasında sobadan daha geniş bir alan sac kaplandı, üstüne güzel çakıl taşları dolduruldu ve soba taşların üstüne oturdu. Sobayla ahşap döşeme arasında bu taşlar görünür oldu, her şeyiyle çok şık ve çok işlevsel oldu.
Sobanın baca tahliyesini ve çatı açıklığını çözmekse bu kadar kolay olmadı. Altay ayıllarında görünen sistem çok basitti: Tepede bir açıklık bırakılıyordu ve ayıl ortasında yerde yakılan açık ateşin dumanı bacasız bir şekilde kendiliğinden buradan çıkıyordu. Bunu yapmak istedik ama… “Bu böyle olmaz”ların iddialı biri de bu konu oldu! Zaten ateş bacadan geçerken mekânı ısıtsın diye tavandan baca sarkıtmaya razıydık, ama hiç olmazsa tepedeki açıklık hizasında baca sonlansa, duman oradan kendiliğinden çıksaydı…
Çıkardı, çıkmazdı, belki çıkar ama kapı pencere vb açılırsa tüm içeri yayılırdı derken çeşitli denemeler sonucu çatı açıklığını sadece ışık açıklığı olarak bırakmak, baca ile çatının arasını camla kapatmak zorunda kaldık. Altaylıların özgün ayıllarında bu konuyu tam olarak nasıl çözdüğünün araştırması ise Orta Asya’daki gelecek seyahatlere kaldı.
Sacdan mutfak tezgâhı?!
Geldik mutfağa… Ayılın bir kenarından bir mutfak tezgâhı dönsün, ortaya doğru uzayarak ufak bir bar / masa oluştursun istedik. Tezgâhta bir lavabo, tezgâhaltı buzdolabı, tezgâhüstü ocak ve servis malzemeleri olacak, yemek ısıtma, atıştırma, yeme içme servisi yapılacak… FA ile düşündük taşındık, klasik mutfak ve mutfakçı istemedik, nasıl bir mutfak yapalım diye kafa patlatırken, “Ee neden sac olmasın?” dedim. Sınır tanımayan işverene uyan FA da “Neden olmasın, Mustafa ustayla konuşayım,” dedi… Ve fakat Mustafa usta ne demiş olabilir? “Bu böyle olmaz!”
Sac çizilirmiş, mutfak tezgâhını ahşap yapalımmış, mermer yapalımmış… Pişirme hazırlama için yoğun kullanılmayacağını söyledik, yine de çizilirmiş, çizilirse boyatmaya razı olduk, yine de aklına yatmadı… Ama tabii ki yine biz kararlı işverenle cesur mimar ikilisi ustanın direncini yendik. Sadece mutfak tezgâhını mekândaki diğer metal aksam gibi siyah boyalı sacdan yaptırmakla kalmadık, tezgâh altına da epey endüstriyel bir malzeme olan genleştirilmiş sacdan mutfak rafları yaptırdık. Hatta pratik ve harcıalem bir malzeme olan genleştirilmiş sacı, aynı zamanda ayıl girişinin iki yanındaki duvarlara kapladık: Böylece her şeyi basitçe ve seyyar çengellerle -hoparlörden fenere, şemsiyeden paltoya- duvarda istediğimiz yere asabilir olduk.
Zaten tek hacimde her şeyi birden çözmemiz gerektiğinden mobilyamızı da buna göre seçtik: Hafif, modüler, ufak, temiz çizgili. Tek parmakla hareket ettirebildiğimiz iki jozefin, onlarla aynı çizgide iki tek koltuk, tek elle kaldırılabilir üçlü ahşap sehpa seti. Sehpalar gibi masif meşeden, büyük ama hareketli kullanabileceğimiz bir yemek masası. Yapı marketten siyah metal basit sandalye ve tabureler. Yerlere, raflara, ızgaralara boy boy hasır sepetler, odun sepeti, çöp kutusu, dolap, raf veya çekmece yerine. Yerlere serilen yerel kilim ve keçeler, duvara asılan Kırgız keçe tabloyla uyumlu.
Birkaç kullanım ayrıntısıyla iç mekân toparlandı: Kör pencerelerin açılıp kapanma mekanizması olan hidrolik yaylar, kapatma kancası ve çengeli, seyyar sinekliği artık nihai olarak “Bu böyle olmaz!” yaklaşımını alt etmiş olan ekibin ortak yaratıcılık ve becerisiyle, biraz da deneme yanılma metoduyla ortaya çıktı. Girişin üstüne bir sundurma gerektiği yağışlı kış aylarında ortaya çıkınca FA ile demircimiz ayıldaki aynı temiz çizgilerle ek olarak bunu çözdüler. Mutfak tezgâhının ortaya dönüp ahşap bir masa olması düşüncesi ise yine FA katkısı bir mimari gözle gelişerek, bir dikme bir de aydınlatma elemanı taşıyacak yatay parça ile çözüldü.
Ayılın yanına bir mini amfitiyatro
Gelelim dışarıya… Ayılın foseptiği için getirilen güzel beyaz yerel taşlar artınca, ne atılır ne satılır, asla ortadan kaldırılmayacağını bildiğim için “Bunlarla bahçede bir şey yapmamız gerek,” dedim. Sonra en olmayacak şey geldi aklıma: Bir amfitiyatro! Kendim bile kendi fikrime “Yok artık,” şeklinde tepki gösterdim ve ustalar mutlaka bu ayıl projesinde genel olarak alıştığım, “Olmaz!” yanıtını verir diye düşünerek FA’ya çıtlattım. Ve fakat mimarımız FA çoktan dirençleri aşmaya alışmıştı! Onun sunumuyla, taş ustalarımız bile bu tuhaf girişimimizi yadırgamadılar ve değişik bir şey yapmanın mutlu gayretiyle işe giriştiler.
Sosyal etkinlik ve davetlerde kullanılabilir bir mekân olması hedefiyle mini amfitiyatromuzu bahçenin kayısı ağaçlarıyla kavaklar arasındaki kenarına konumlandırdık. Hatta inşa ettikçe hoşumuza gitti, bir sıra daha, hadi son sıraya da bir sırtlık daha, zeminini de taş yapalım bütünlük kazansın, derken tekrar taş da alınarak sevimli olduğu kadar kullanışlı bir amfitiyatro ortaya çıkardık.
Öte yandan ayılın altında kullanılan blok andazit taşından da bir miktar artmıştı. Bloklardan birkaç tanesinin basitçe yerleştirilmesiyle ortaya birkaç bahçe bankı çıktı. İki odacık şeklinde olan tuvalet bölümünün dışındaki, mutfak tezgâhı veya depo olarak kullanılabilecek bölmeye de bir tezgâh gerekiyordu. Bankların örneğinden yola çıktık ve blok taşları yine harç bile kullanmadan kendi ağırlıklarıyla basitçe yerleştirerek, bu bölmede kullanışlı ve sade bir tezgâh elde ettik.
Ayılımız, tuvalet ve depomuz, açık etkinlik alanımız, amfitiyatromuz derken elbette her şeyi gösterecek olan son dokunuş peyzajdı. Genel görünüşü mümkün olduğunca az dokunulmuş olarak bırakmak ilk ve ana tercihimizdi, o yüzden burada da yine kaçınılmaz işlevlere baktık. Ayılın iki yanı zaten kavaklar ve meyve bahçesi ile çevriliydi ve dört mevsim birbirinden farklı, harika manzaralar sunuyordu. Hem görsel, hem gölge amaçlı olarak ayıl altındaki etkinlik alanının ve amfitiyatronun çevresine çeşitli çalı cinsleri, mazılar, akasya ve selviler diktik, bahçe girişlerini ehrami karaçam gibi gösterişli ağaçlarla belirledik, bunların ayıl pencerelerinden manzarayı engellememelerini de hesaba kattık.
Tüm bahçemizin kenarları ve meyve bahçesinin içi, ayıl inşasıyla eşzamanlı olarak bir açık hava heykel bahçesi haline dönüşmeye başladı, bazıları döküm tesisimizin üre-timi olan standlar üzerinde, bazıları doğrudan doğanın içinde yerleşmiş çeşitli heykeller çevremizi sardı. Bunlar arasında yine döküm tesisimizin hammaddesi olan hurda-dan yapılmış, yani çevreyle tamamen bütünlük içinde özgün heykeller de vardı. Etkinlikler için gerekli olan WC tabelası ve ayaklı küllükleri de hurdadan oluşturduk. Kış koşulları yaşandığında ayıla ulaşım patikası fena halde çamur olduğundan, iri mıcır ile organik bir formda kenardaki heykellerin önünden bir yol yaptık.
Ayıl öykümüzün son bir ayrıntısı da şu: Bütün bunları Bünyan’ın bir kış sezonu boyunca, 4-5 ay zarfında yaptık ve baharda ayılımızı çevresiyle birlikte kullanıma açtık.
Azın bazen çok, bazen de yeterli olduğunu benimsemiş insanlar olarak, “Biçim işlevi izler,” dedik ve ihtiyaçlarımızı betimleyerek yola çıktık. Mekânların salt fiziksel ve tanımlı uzamlar olmanın ötesinde, kullanıcılara farklı katkılarının da olması gerektiğine inandık ve görsel, algısal, ruhsal olarak da bizi besleyecek bir hacim yaratmaya çalıştık. Sonuçta Bünyan’da ezberleri bozmayı da başardık, yılmayıp savaşarak gönlümüze göre bir mekan yaratmayı da.
Geçmişe, asırlar öncesine seyahat ettiğim, köklerimi ve kendimi yeniden keşfettiğim Altay yolculuğumdan geriye, hayran olduğum pek çok şeyle birlikte bende kalan “ayıl” şimdi kendi yurdumda, kendi toprağımda yükseldi. Asıllarıyla benzer ama farklı bir coğrafyada, asıllarının çizgisinden çok da sapmadan, günümüzün imkân ve teknikleriyle ihtiyaçlar dahilinde şekillenen, kendini yeni bağlamıyla birlikte var eden, geleneksel olduğu kadar da özgün ve güncel bir tasarım… Mimarlık dediğimiz de biraz böyle bir şey değil mi zaten?