Mimarlık: Kalbe Doğru Yolculuk

Bu yazı, Fin Mimarlık Müzesi tarafından basılan "Finnish Architecture 2010 / 2011" adlı kitapta yayınlanan üç makaleden biridir.

İtiraf etmeliyim… Bu makalenin başında, Fin dünyasının başkenti Helsinki’nin merkezinde dolaşırken, bu kentin tam orta yerini yazarken, bir binadan diğerine atlarken, bu yazının baş kahramanı olacak binanın iç dünyasını bilmeden aslında böyle bir kalple karşılaşacağımı ve bu kalbin atışlarını duyacağımı bilmiyordum. Ona yavaş yavaş yaklaşınca, onu adım adım görerek tanıyınca, hatta içine girince benim gibi çoğu kimsenin düşündüğü bu sıradan gibi gözüken bir binanın, bu yapının tam ortasında saklı olan bir kalp buldum. Bu kalbin sevecenliğini derinden hissettim, kalbinin atışlarını duydum, onu dikkatle dinledim. Aynı hiç bilmediğiniz görmediğiniz bir insanı, yakın bir dostu bulmak, onun kalbini keşfetmek, tanımak daha sonra hatırlamak gibi birşeydi bu. Bir kez daha, hem mimari olarak, hem de insani olarak, mütevazi, sıradan bir duruşun, bir görünüşün, bir gövdenin arkasında aslında büyük bir kalp olabileceğini gördüm. Herşey belki de karşımızda olanı tanımakla, iyi tanımakla ilgiliydi. Gördüğümüze, karşımızdakilere dikkatle bakmak gerekiyordu. İnsanı, kendimizi, etrafımızı, bizim gibi olanları, olmayanları, daha geniş çevremizi, kültürümüzü, diğer kültürleri, mimarlığımızı, mimarlıklarımızı tanımak gibi… Mimarsanız ya da öğrenciyseniz belediyesi, işvereni, o su, bu su, notları, vizeleri, değerlendirmeleri bir yana, “mimarlık” bizim kalbimizden geçenlerdi belki de. Kalbimizden geçenleri olabildiğince gerçekleştirmek, gerçekleştiremesek de yapmak istediğimizin yapabildiğimiz kadar ile sanki hayallerimizde inşa edilmesiydi. İleride düşlediğimiz ya da tasarlamak istediğimiz yeni bir dünyanın gizli köşelerini keşfetme serüveniydi. Etrafımızda bizi sınırlayan bütün kuralların ve parametrelerin arasında aslında mimarlığın kelimenin tam anlamı ile paşa gönlümüzün istediklerini yapmaya çalışmamızdı. Mimarlığımızın bizim özgürlüğümüzdü. Kentin kalbinin içinde bulduğum kalp beni mimarlığın taa orta yerine, merkezine götürdü. Binaların kalplerini tanıdım belki de. Sevgili Cevat Hoca’ nın (Cevat Çapan) doksanların ortalarına doğru yayınlanan kırmızı şarap renkli, “Ne güzel yolculuktu aklımdan çıkmaz” isimli şiir kitabının başlığında olduğu gibi mimarlığın da her anı ile belki de böyle bir yolculuk, yaşamın içinden, sürprizlerle dolu, gizemli bir yolculuk olduğunu anladım… Kısacası derinde bir yerlerde mimarlığın kalbe dokunma olduğunu, kalbe doğru bir yolculuk olduğunu anladım.*

Adı Riccardo’ydu. Arkası iki yandan yırtmaçlı bir takım elbise giymişti. Hareketlerinin keskinliği ile bir matadoru andırıyordu. Bazen de elleri bileğinin etrafında kıvrımlar çizen zarif dönüşleri ile birden uzak doğu dansçısına da dönüşüyordu. Vücudu aşağıdan yukarı, yukarıdan aşağı gidip gelirken her ikisini bir araya getirdiği de oluyordu. Boyalı ayakkabılarının biri, çoğu kez parmaklarının ucundaydı. Onun tam tersi olan diğer ayağını ise aynı anda geriye, topuğuna doğru basıp ayakkabısının ucu havaya gelecek şekilde kaldırıyordu. Aniden duruyordu. Aniden başlıyordu. Heykel gibi hareketsizleştiğinde, parmaklarının zarif darbeleri ile keman sanki kendi kendine çalıyordu. Yarım ay şeklinde etrafını sarmış müzisyenlerin ortasında bir elinde keman, bir elinde yayı notaların arasında sanki dans bile ediyordu bazen. Chamber Music Hall’de onu birkaç saat sonra verecekleri konser için yapılan son provada, Barok Oda orkestrasının başında izledik. Seslendirdikleri Bach ve Pisandel’den sonra, Vivaldi’yi çalarken birbiri ardına şaşırtıcı, kendine özgü improvizasyonlar yapıyordu Riccardo. Orkestanın içinde ayrı bir orkestraydı. Ama orkestrayı durdurduğunda, onlara daha doğruyu tariflerken, gülümseyen yüzlerin şakaların havada uçuştuğu sohbetlerin arasında, orkestradaki herhangi biri gibi oluyordu. Mimarlıkta dahil yaşadığımız tasarım dünyasında yapılan bir çok tasarlamalar gibi genellikle herşeyin pürüssüz, hatasız olması hedeflenen, şakalara, olası yanlışlıklara pek yer olmayan, büyük konser salonlarındaki ciddi sahne almalara, “elit premier”lere, dokunulmaz, yanlış yapılmaz gecelere çok benzemeyen yaşamın içinden bir provaydı, geçen yılın son aylarından birinde.

Kışa doğru… Çok soğuk, çelik gibi bir öğle sonrası… Yine sarılmışım kaşkolumla. Sert, otoriter görünüşlü Fin Parlementosu’nun dev kolonlarının altı… Tam karşımda, yıllarca konuşulan, tartışılan, yazılan, çizilen bir resim… Bir baştan bir başa bakanı düşündüren, bitmez bir panaroma… Herşey ayak altında. bütün bu mekanlar, dolulular, boşluklar, ard arda, yan yana, ileriye, Töölö Körfezi’ne doğru akıp gidiyor, tam önümden geçen Mannerheim Caddesi’nin ilerisinde. Burası kentin kuzeye açılan kapısı ve kapı önünde olan bitenler… Başkent Helsinki’nin kalp atışlarının duyulduğu yer…

Yıllara meydan okuyan dev bir fırça, sanki dev bir kanvasta, binaları, kuleleri, yükseltileri, alçaltıları, yataylıkları kısacası herşeyi, düşe kalka, ine çıka, sakin bir müzik eşliğinde yeniden boyuyor. Bir rüzgar eser gibi kuzeyden güneye, güneyden kuzeye, türlü türlü renklerle bir baştan bir başa gidip geliyor. İşte gerilerden ellilerin ilk yıllarında tasarlanan Olimpiyat Stadyum’u ve uzun kulesi1 ile onun merkeze, güneye doğru yakınlarındaki, doksanların başlarında inşa edilen, diğer bir çoğu gibi yarışma projesi olan Opera Binası’nın2 esintileri geliyor bile. Onların da önünde, bir önceki gibi Töölö Bay’ın kıyısında yer alan bir başyapıt var. Bembeyaz, kar gibi Finlandiya Evi. Yanına yaklaştığımızda yavaş yavaş yine kenarları kalkmaya yüz tutmuş mermerleri görülen, binaya adını veren onu taçlandıran ana konser salonu yükselmiş hala, taptaze hala genç hala zamanı olmayan bir bina. Alvar Aalto’nun yetmişli yılların başına tarihlenen son yapıtı, eşi Elisa Aalto’nun tamamladığı, Finli bir efsanenin dünya piyasasındaki son premieri, final show’u. Merkeze doğru hemen yanında ise mütevazi Villa Hakasalmi3. İşte onların karşısında, sol yanımda diğer bir efsanevi üçlü Lingren, Gesellius ve Saarinen’in geçtiğimiz yüzyılın ilk on yılı sonunda tasarladıkları Milli Müze ve kulesi yılların kanvasında yer buluyor.

Önümde merdivenlerle başlayıp akıp giden boşluğun diğer başında ise aynı Aalto’nun bir zamanlar Töölö Bay’deki suyun etrafında önerdiği bir sürü binanın güney tarafındaki girişini, yelpazelenen platformlarını düşündüğü yerde şimdi yer alan Steven Holl’un binası… Doksanlı yılların sonuna doğru kullanıma açılan, yapıldığında hem yurt içinde, hem de yurt dışında geniş yankılar uyandıran, buralardan olmayan bir yabancının yapıtı. Bazılarının eleştirdiği, bazılarımızın sevdiği Modern Sanatlar Müzesi, Kiasma… Kentin orta yerinde, tam da merkezin Töölö Körfezine açılan kapısının olduğu yerde, etrafındaki diğerlerine çok aldırmadan özgürce, sere serpe uzanmış bina… Yola doğru belini bükerek hafifçe dönen bir volüm… Kuvvetli vurulmuş, bir fırça darbesi gibi… Binadan çok bina olmama kararında sanki… Adı gibi bir yandan doğa, bir yandan da kültür aksını üst üste getiren, ölçeği yapımı sırasında düşürülmüş olmasına karşın kentin bu kilit noktasında kendine özgü sözü olan önemli bir yapı. Arkasında ise güneye doğru Parlemento’nun yanındaki Parlemento ekinin4 ilerisinde yer alan 1930’larda geçici olarak inşa edilip kalıcı hale gelen Cam Saray’ın5 karşı tarafındaki katlı alış veriş mağazası Sokos6 ile başlayan, eski Postane7 ile devam eden ve ilerisinde de önündeki Kiasma’nın yanından kafasını çıkarmış dev cüssesi ile dev bir cam kutu, diziyi bitiriyor.

Kuzeye bakan cephesindeki abartılı çelikleri ile oranını kafamda hep küçültmeye çalıştığım Jan Söderlund ve Anti Matti Siikala’nın tasarladığı, bu bina, Sanomatalo yani Helsinki Sanomat Gazetesi’nin evi, doksanlı yılların sonunda tamamlanmış. Ve yine Kiasma gibi büyük tartışmalar sonucu Parlemento’nun önündeki açıklığa, sola doğru uzanan boşluğun bir kenarına, işlek yolun yanı başında Marko Kivistö, Ola Laiho and Mikko Pulkkinen tasarlanan Müzik Evi çemberi tamamlıyor, halen ileri de yapımı süren büro binaları ile konut bloklarının ve proje yarışması açılmış, hızla yapılması düşünülen merkez kitaplık binasının yer alacağı arsanın önünde… İşte burası yılların yılları kovaladığı bu uzun panaromada, fırçanın şimdilik son darbeleri vurduğu, renklerini koyduğu yer oluyor.

Böyle bir resimde, bu darbelere bakarken, tam merkezdeki kentin odalarına, bir evin odalarına girer çıkar gibi daha önce gezerken hissettiklerimi de hatırlayarak bir ucundan, Kiasma’dan başlayarak tekrar dolaşmaya başlıyorum.

Kiasma’ya daha yeni bittiğinde, kapılarını ziyaretçilere açtığında, bizim o zaman küçük olan çocuklarla kafenin bitişiğindeki şimdi olmayan internet odasına gider ve sıramızın gelmesini beklerdik. Daha iç duvar bölüntüleri, sürme paneller, renkli kapılar son halini almamış, neredeyse dokununca sallanır haldeydiler. Biraz fantaziydi ama keşke böyle kalsa, herşey biraz skeç gibi olsa ya da nedense bitmemiş gibi olsa, hatta daha da ileri giderek bitmeyen bir bina nasıl olur diye aklımdan geçirirdim. Ama sonra herşey muhtemelen projesine uygun tamamlandı, skeçlikten, bitmemişlikten kurtuldu büyük bir ölçüde, bir anlamda. Ve bir gün, ortalıkta fazla kalabalık yokken, sessiz bir ortamda bilet alıp yukarı ilk çıktığım anı hatırlıyorum. O, taa yukarılardan aşağı olanca gücü ile savrulan, rampasından ağır ağır bir yokuş çıkar gibi yukarı doğru çıkıp sanatın ellerine kendimi bırakmıştım. Yaratıların kim bilir kaçı arasında sanatın olduğu koridorlarda, kendimi kaybetmiştim. Bazı meslekdaşların sirkülasyonun net olmadığı yönündeki eleştirilerinin aksine bu kaybolmayı çok sevmiştim. İçindeki workshop mekanı havası, kaba döşemeleri, geneldeki kaba hali ve yine hissettiğim bitmemişlik çok hoşuma gitmişti. Sanat yapıtlarının arasında dolaşarak en üsteki uçta bir yerlerde gördüğüm bir aralıktan çıkınca yukarıda büyük camların arkasında bulduğum kuzeye, Töölö Körfezitarafına doğru bakan manzara, bu kaybolma serüveninin bir parçası diye düşünmüştüm. Hatta bazı salonlardaki, yine oradan buradan süzülen ışıkların arasında, sanatın labirentleri, bilinmeyen dünyaları arasında kaybolmaya devam edip bir yerlerden aşağı inip dışarı çıkmıştım. Kentin en önemli caddesinin yanında, o caddeyi bir ucundan olanca gücü ile iç dünyasına çektikçe çeken, rampasından içerilere, yukarılara davet eden bir mekan olarak aklımda kalmıştı. Dışına çıktığımda ise kendine özgü formunun binanın içinin de kaderini çizdiğini anlamıştım. Keşke yapım sırasında ölçeği yüzde ondan fazla düşürülen volümü original projesindeki gibi olsaydı diye düşündüm hep. Bir düşündüğüm de Sanamatalo’ya arkasını dönmesiydi. Vücut dilinden açıkca okunuyordu. İstese de istemesse de, her nasılsa sanatın mabediyle basının mabedi arasına bir mesafe vardı komşu olmalarına karşın.

Kiasma’nın hemen arkasındaki dev kütle, Sanomatalo ise üzerine başka türlü bir elbise geçirmiş gibi gözüküyordu. Kiasma’nın yukarılardan arkasına doğru dönen metal kaplamasının ağır bastığı kapalılığının aksine, o şeffaf bir elbise giymişti. Kentin bu parçası için ölçeği biraz büyük de olsa yüksek çift katlı dev cam yüzeyleri ile ülke içindeki ya da ülke dışındaki benzerleri gibi o zamanın şeffaf olma modasına uyuyordu. Teknolojik, steril ve hightech bir damgaydı kentin ortasında. Her ne kadar basının şeffaf olma fikri onun önemli bir iddiası olmasına karşın, binanın içine girildiğinde basınla burun buruna olsanız da, neredeyse orada çalışanların ayak seslerini duysanızda, bu varsayım ile iç dünya arasında hiç bir ilgi yoktu. Aksine binayı gezen ile basın arasında bir ayrım ya da aşılmaz, görünmez dev bir duvar vardı. Kapalı kapılar ardında büyük kısmın olduğu o kısma adım bile atılamıyordu. Ne bir yazar, ne bir yönetici görebilirdiniz. Danışma bölümü sakin bir köşeye atılmıştı. Yukarılarda olan bitenle, mekanlarla ilgili hiç bir ipucu yoktu oradan geçenler için. Sadece zamanını ayarlayabilirseniz fuayedeki üst galeriden gözüken, alttaki restorantın içinde yemek yiyen gazete çalışanlarının bir bölümü yukarıdan kuşbakışı görülebilirdi her dakika inip çıkan asansörlerin dışında. İnsan boyutunun oldukça kaybolduğu dokunulmaz, yanına kolayca ulaşılamaz bir otoritenin yanından geçilerek bir kent parçasından diğerine ulaşılan bir dev boşluktu. Şeffaflık içerik olarak değil formal olarak yaratılmış, senaryolaştırılmıştı. İstasyon tarafındaki girişte karşımıza çıkan iç yoldaki sonradan yaratılan sergi mekanı ya da daha ilerideki yüksek dev boşlukta, adeta bu mekanda kaybolan yine sergi mekanı biraz zorlama ile eklenen fonksiyonlardı, uçta biraz kaybolsa da kafenin ve üst kattaki lokantanın ve etrafta sıralanan dükkanların aksine. Kafeden oturduğumuzda görülen halinde de olduğu gibi sırtını cam Sanamat binasına dönen Kiasma ile tuhaf bir dialoğu vardı. Önündeki üçgen dev boşluk Gazetesinin sadece prestij adına yapılan, çok abartılı, burada neler olmazki yi düşündüren dev bir fuaye gibi idi. Çelik ve camın bolca kullanıldığı yapının iç dünyasındaki köprülerin etrafını çeviren ahşap kapalılıları bu fazla abartılı heybetliliğin içindeki mütevazilikler olarak sevmiştim. Bütün bunların yanında diagolden kent boşluklarını bağlayan kestirme bir geçit olma hali ise sanırım bu binanın kente ve özellikle kentin bu can alıcı merkezine en önemli katkısı olmuştu.

Sanat’ın Evi, Kiasma ve Basın’ın Evi, Sanomatalo gibi yine Parlemento’nun yani Yönetenlerin Evi’nin karşısında duran, üzerinde yine çok tartışılan müziğin yeni mabedi, Müzik Evi ise başka türlü birşeydi. İlk bakışta birçok kişi gibi benim de ilgimi çok çekmeyen tipte bir binaydı. Belki cam olmasından ötürü Sanomatalo ile dialog kuran müzik evi hemen yanı başındaki Kiasma’dan farklı anlayışta bir binaydı. Seslerin sanatını yapan, sesleri şiirleştiren, notalara döken müzisyenlerin evi olmasına karşın uzaktan görünüşü ile sessiz ve sakindi. Daha mı soyut, daha mı kendini gösteren, daha mı bina gibi olmayan, daha mı bağıran bir yapı olmalıydı diye düşünüp durdum. Burası için yapılan yarışmadaki önerilerden bazıları aklıma geldi. Yarışmanın ilk aşamasında Japon Mimar Fumiko Toki’nin tasladığı iki cam kübün bir platform üzerinde farklı açılarda yan yana gelişini ya da ilk aşamadaki önerisinin tadını vermese de Sanaksenaho’nun son aşamadaki doğaya atıfta bulunan organik önerisini ya da yine finalde oldukça dikkat çeken Sarlotta Narjus ve Anti Matti Siikala’nın heykelvari tasarımlarını hatırlıyorum. Ama bir baştan bir başa farklı dönemlerdeki bu resme giren yapıtları arasında, yıllar süren bu tartışmaların arasında şimdi karşımda olan Müzik Evi onlara çok aldırmaya, oldukça mütevaziydi. Kesinlikle, çılgın bir hayal ürünü değil, belki de dışarıdan kelimenin tam anlamı ile sıradan denilebilecek bir binaydı. İçini merak etmiştim.

Açılmasını takip eden ayların birinde, Helsinki Filarmonisi, YLE Senfoni Orkestrası ve Sibelius Akademisi’nin ortak yeri olan Müzik Evi’nin Parlemento tarafındaki otomatik döner kapılardan, danışmanın yanından ilk defa içeri girmiştim. Düzenli, sık aralıklarla yerleştirilmiş yukarıdan aşağı abartı ile sarkan ampullerin yarattığı ışık bulutunun sağında, aşağıda insanı çeken kanyon benzeri, derin bir yarık vardı. Sanki ne olduğunu bilmediğimiz derin bir vadiye iner gibi aşağıya iniyordum. İleride gölgeleri duvarlara vuran, daha sonradan sanatcı Kirsi Kaulanen’in tasarladığını öğrendiğim, dev bir metal heykel tavana asılmıştı. Ve aniden bu yarığın uzun merdivenlerinden inerken aşağıda solda camların arkasında gerilerde gözüme çarpan kırmızı gömlekli adeta merdivenlerde süpürgesi ile danseder gibi etrafı temizleyen temizlik görevlisini gördüm. Sanki tek başına, hiç kimseye aldırmadan, koca salonda sahne almıştı. Etrafında özgürce ileri geri çekilmiş seyircilerin oturma yerleri ve en altta bembeyaz ağaçtan mütevazi ama basitliği ile oldukça iddalı, dönen çizgilerinden inip kalktığı anlaşılan yarım daire şeklinde bir sahne ve buradaki herşeyin kalbi olduğunu anladığım, içi dışı gözüken ana konser salonu vardı. Daha sonra fuayelerde sağı solu gezen benim gibi insanlarla bir süre etrafı dolaştım ve bir yere oturdum. Aniden sanki şimdi yukarıdan seyrettiğim kent siluetinin içine giriyordum, ön taraftaki büyük camların arasında. Hala etraf şimdi aydınlıktı. Akşama doğruydu. Fuayelerdeki gri tonlar, karanlık koyu atmosfer biraz itici gelip beni düşündürse de artan kalabalıkla ışıklar arasında geceye doğru başka türlü bir hava oluştu. Yine benim gibi ana konser mekanındaki konseri izleyecek olanlarla birlikte içeri girdim. Bu da barok bir konserdi. Mekanın içi ile dışı arasındaki diyalog buradan da, oturduğumuz yerden de okunuyordu.

Kalabalık sanki merdivenlerden akan sular gibi sağa sola dönerek aşağıya inmeye başladı. Basamakların ön yüzlerine ışıklı yatay çizgiler konmuştu. Herkes oraya buraya sapmış, her birinin biribirinden farklı olduğu grup grup oturma yerlerinde yavaş yavaş yerini buldu. Ve nihayet zaman durdu. Sesler kesildi. Üzerimizde çapraz hatlar ile bir baştan bir başa ileri geri giden çizgilerin olduğu tavanda, ortasında biraz alçalan yine üzerinde yine yer yer ışıkların olduğu hatlar olan, ana tavana asılmış, varlığı iç volümü kuvvetlendiren büyük bir yuvarlak parça vardı. Ses aletleri, bazı hapörlörler, ışıklardan bazıları buradan umarsızca aşağı sallanmıştı. İşte orkestra da sahnede yerini aldı. Ve orkestra şefi, Erich Höbart alkışlarla ortaya doğru yürüdü. Onun da elinde keman vardı. Sakindi. Riccardo’dan farklıydı. Ve sesler tekrar başladı. Herkes pür dikkat kesildi. Dinlerken etrafa baktım. Tanrıların ateşi, nedense hep yukarılarda olur, hep yukarılarda yakılır, önemli mekanlar, önemli değerler hep yukarılarda bir yere konulur. Burada ise tam tersi olmuş diye aklımdan geçti. Her yerden görülen bir akropol bir anda ters döndürülmüş gibiydi. Akropolün tepesine bakmak yerine herkes aşağı bakıyordu. Müziği çalan orkestra, onu yöneten şefler, melodileri seslendirecek solistler, türlü türlü enstrümanlar, bütün bu değerler burada aşağılarda, en diplerde, ayaklarımızın altındaydı. Bütün hiyerarşi alt üst edilmişti. Müzik ve ses sahneden bir ateşin yanışı gibi aşağıdan yukarılara doğru geliyordu. Alttaki orkestradan gelen sesler, saunada yer alan ocağın üzerindeki kızgın taşlara atılan, Fin dünyasında “Löyly” dedikleri su ile hemen arkasından gelen buhar ve sesin verdiği yumuşaklıkta salona yayılıyor her yanımızı sarıyordu. Herkes neredeyse biribirlerini görüyor, neredeyse 1.700 kişi yüz yüze oturuyordu. Görsel diyalog, görsel birliktelik esas alınmıştı. Vineyard düzeninde merkez etrafında oraya buraya sapan oturmalarla skeç tarafı ağır basan, kaba insana oldukça yakın, mütevazi bir estetik buldum etrafımda. Orkestra alkışlar arasında, bir parçadan diğerine geçerken Haydn, Mozart ve Karaus’dan seçmeler arasında müziğin derinliklerine girdikçe girerken eminim ki ince ruhlu bir konser salonunda olduğumuzu ve sanki herşeyin neredeyse kalbinde olduğumuzu, binanın kalbini dinlediğimizi hisseden tek kişi ben değildim.

Müzik Evi ile ilgili yazarken bir kez de binanın içinde yer alan Sibelius Akademi’yi görmek için gittim. Ortadaki konser salonu gibi o da bu binanın bir tarafında kentin kalbine konulmuştu, hem de Sibelius’un adını almış bir müzik okulu, bir konservatuar olarak. Dev premierlerin yapılacağı, ustaların sahne alacağı ana salonu çeviren müzisyenlerin yetişeceği sembolik bir orman gibi hayal etmiştim bu okulu oraya giderken. Etrafı gezerek boşluğun bir tarafında bulunan resepsiyon bankolarındaki meşgul kişilere de bir şey sormadan merdivenlerle rengarenk koltukların olduğu boşluktaki oturma mekanına indim. Etrafta pek kalabalık yoktu. Kütüphaneyi gezdikten sonra orta boşlukta bir köşede yanlız oturan acelesi olan bir öğrenciye bu mekanı öğrencilerin nasıl bulduğunu sordum. Verdiği cevaptan bir kısmın beğendiğini, bir kısmın ise beğenmediğini anladım. Kendi beğenenler tarafında olsa da enstrumanlar ile pratik yapma odalarının eski okullarına göre yüzde altmış oranında azalmasından hoşnut değildi. Müzik öğrenmenin mekanı üzerine spontane konuşurken telefonu çaldı. Arayan biraz sonra ana camlı fuaye bölümünün bir köşesinde yılbaşı konseri verecek arkadaşlarıydı. Acele ile 11.oo de yapılacak konserlerine davet ederek ayrıldı. Daha sonra resepsiyondan izin aldım, yukarı çıktım. Gördüğüm atmosfer aşağıdaki gibiydi. En alt galeri boşluğunda üzerinde örtüsü ile duran bir piyano, yukarılardaki bir koridorunun sonunda üzerinde yapıştırmalar olan büyük bir kontrabas muhafazası ile yanımdan geçen iki öğrenci ve kapılardaki yazılar dışında müzikle ilgili başka iz yoktu. Genelde mimari belli bir kalitede olmasına karşın çekici detaylar, renkler, her yere konmuş lambalar, ışıklar arasında yoruldum. Hala kafamda bir müzik öğrencisi nasıl bir mekanda yetişir cümlesi dolaştı durdu. Belki de okul kapıların arkasındaydı. Ama farkında olmadan belki de çoğumuzun yaptığı gibi bunun adeta cilalı, hataları olmayan, perfect tasarımı aramak adına mimarlığın tuzağına düşmek olduğunu aklımdan geçirdim. Buraya tekrar gelmeye ve okulu başka halleri ile görmeye karar verdim.

Bütün bunlardan sonra benim gördüğüm Müzik Evi, adını bilmediğim meçhul bir öğrenciyle yaptığım ayak üstü sohbet, ana salonda izlediğim konser, öğrencilerin orkestraları Mukalas Legioona ve saçlarını arkadan toplamış, kırmızı pantolonlu mütevazi şef ile fuayenin bir köşesinde bir avuç dinleyiciye verdikleri verdikleri heyecan dolu yılbaşı konseri ile Riccardo ve orkestrasının premierleri öncesi son provalarındaki hiç aklımdan çıkamayacak showlarıydı. Anladım ki saydıklarım bu binanın etrafındaki duvarlardan, onun formundan, bizim mimarlık olarak üzerine titrediğimiz şeylerden çok başkaydı. Gördüklerim benim için bu binayı yaratan şeyler oldu kafamda Özellikle Ricardo ve ilk geldiğimde aşağı inerken farkettiğim şeffaf konser salonun merdivenlerini temizleyen kırmızı gömlekli temizlik görevlisi bu binadaki kahramanlarım, bu filmin baş aktörleri olmuştu, bu bina ile ilgili bütün bu tartışmaların ötesinde.

Hala soğuk vuruyor yüzüme, hala dev kolonların arasındayım, hala arkamda bir başka efsane J.S. Siren’in otuzların başında yapıldığı zaman eminim stili ile vucut dili ile bir çok tartışmalara neden olması kuvvetle muhtemel Parlementosu, hala etrafını saran diğerleri, hala bir baştan bir başa esen rüzgar ve hala o uzun panaroma var. Ve tekrar Riccardo aklıma geliyor. Aniden bütün renkleri ile hayali bir sahne canlanıyor gözümde. Hemen önümde dev bir halı görünmez bir el tarafından merdivenlerden sanki birer birer aşağı doğru inerek, ileriye doğru bir halıcı mağazasında açılırcasına açılıyor. Altında geçen arabalara aldırmadan, hiç bir şeyi umursamadan, Mannerheim Caddesinin üzerinden özenle atlıyor, tam herşeyin ortasına doğru Müzik Evinin, Kiasma’nın, Helsinki Sanomat Binası’nın ve hemen onun önünde yeni yapılması düşünülen merkez kitaplığının arasına katlana katlana giden dev bir platforma dönüşüyor. Adeta parçaları bir araya getiriyor, birleştiriyor ve yolun diğer karşısı ile parlementonun merdivenlerini biribirine bağlıyor. İnsanlar kalbe giden platform üzerinden oraya doğru yürümeye başlıyor. Riccardo orkestrası ile sahne alıyor herşeyin, bütün farklı binaların, mekanların ortasında, platformun üzerinde, yıllar sonra belki de çok ünlü olacak yeni adı ile Citizen’s Square’de. Müzik Evi’nin tam karşısında camlara yansıması düşmüş bir kısmı yanık kalmış magazinlerin önünde, bina kalıntıların etrafındaki kurulmuş kışta kıyamette orada olan çadırların arasında, magazinlere giden şimdi ortadan kalkmış demiryolunun yanıbaşında, çadırların yanındaki çitlere konulmuş dev protesto yazıları ile burada olup biteni eleştiren pankartların ve onların etrafında birikmiş hala gece gündüz orada biriken bazı insanların önünde, Kiasmanın, Sanomatalo’nun, Müzik Evinin arasında yine alışılmadık improvizasyonları ile başlıyordu showuna. Müzik ile birlikte Goethe’nin tanımını yaptığı “Donmuş Müzik” olan mimarlık Töölö Bay’in kapısında yavaş yavaş canlanıyor, binalar birden şekil değiştirmeye başlıyor.

Yüzyılların kolajında bu binaları yapan bu resmin aktörlerinin hemen hepsi katılıyordu oyuna. İşte Bertel Jung bile var elinde 1912 yılında çizdiği Merkez Park öneri ile. Baba Saarinen (Eliel) 1917 lerde her yeri binalarla doldurduğu önerisinde, Jung’un (Helsinki’nin ilk kent planlama mimarı) planın tam tersi olan önerisini anlatıyor heyecanla etrafındakilere, P.E. Bloomsted 1933 lerde “V” şeklinde Töölö Bay’a doğru açtığı çizgilerin, mekanların hikayesinden söz ediyor yanındaki J.S. Siren’in, 1936 larda önerdiği kendi inşa ettiği Parlementosunun önünden Olimpiyat Stadyumuna uzanan dümdüz yola bakarak. Kariyerinin sancak gemisi, son binası Finlandiya Evi sanki biraz uzakta ve buruk bir şekilde sessiz bir köşede kalmış, “Maestro Aalto”, Töölö Bay kıyısına ipe dizer gibi dizdiği dev platformlarla herşeyi kuzeye açtığı projesinin maketi önünde hiç konuşmadan duruyor, sadece etrafındaki meslekdaşlarının yorumları dinliyor, eşi Elissa ile birlikte. Ve burada oyuna katılan Holl ve diğerleri, Laiho, Pulkkinen, Kivistö ve Siikala’da sıraya giriyor. Yenilerden bir grup Sanomatalo’nun önünde yeni yapılacak merkez kitaplık yarışmasını, ileri de yapılması planlananları, Töölö Bay’den meydana kadar gelmesi planlanan ve denizi ve ince uzun su kanalını tartışıyor hararetli hararetli. Hepsi biribirinin içine giriyor, hepsi biribirine karışıyor, üst üste geliyor, bambaşka bir yer oluyor, Parlementonun önünde, başkentin kapısında. Orkestranın finaline doğru, Vivaldi’nin efsanevi “Mevsimler”inin bitişine doğru improvizasyonları arasında Riccardo ile göz göze geliyoruz. Riccardo Munasi gülen gözlerinden birini muzipce kısarak “Gerçek Premierler Provalardır” diyor uzaktan.

Bir süre sonra show bitiyor ve Riccardo etrafındakiler ile kayboluyor. Herşey yeniden eskisi gibi oluyor ve bugüne dönüyor. Tek elden çıkmamış, bütün sevapları ve günahları ile herkesin farklı zamanlarda yapıp tasarlayıp bıraktığı yüzyılların kolajı, Mimarlık adına bir ders gibi yine önümüzde duruyor. Gerçeğin bazen belki de şimdi burada gördüklerimde olduğu gibi değil hepimizin kendi köşesinde, belki de gerçekleşmeyen eskizlerimizde hayal ettiği gibi olduğunu düşünüyorum. Ve bütün bunlar belki, çoğu kez yapmaya çalıştıklarımızın gibi, burada olduğu gibi, gerçekten yaşamın içinden bir orkestra provası gibi diyorum Riccardo’ya hak vererek.

Mimarlık bir yana, herşey bir yana, Rautatientori’ye doğru yürürken tanıdığım bir müzik hocasının belki de herşeyin özeti olan sözleri aklıma geliyor. “İyi bir kemanı daha iyi bir enstrüman haline getiren onu çalandır, çalanlardır. Eğer keman iyi çalanın elindeyse keman daha iyi ses verir ve daha iyi bir keman olur”. Kimbilir, dev bir enstrüman olan Müzik Evi’nin de, içinde yer alan müzik okulunun da kaderi aynen böyledir, kentin kalbindeki diğer mekanlar ve kentin kalbi Töölö Bay gibi…

1 Yrjö Lindegren ve Toivo Jäntti

2 Eero Hyvämäki, Jukka Karhunen ve Risto Parkkinen

3 E. B. Lohrmann, 1840’lar

4 Pekka Helin, 2006

5 Niilo Kokko, Viljo Revell ve Heimo Riihimäki

6 Erkki Huttunen, 1950’ler

7 Jorma Järvi ve Erik Lindroos, 1930’lar

* Bu makale, Arredemento Dergisinin Haziran 2012 sayısında yayınlanmıştır.

Etiketler

Bir yanıt yazın