<Şathiyât-ı Müstâfi>
“Yetti artık, benim de canım var yahu, istifa ediyorum!” demesi bir hayal bile olsa, ne kadar gönül okşayıcıdır; o kişi, bunun rüyâsını görse, vallahi, mesûd olur.
Bu lakırdıyı, hergün içinden söyleyen on yüz binlerce çalışan insan bulunuyor; gerçekleştirmesi zordur.
Zira birçoğu, evinde çoluk çocuk bostanına bekçidir; bekâra karı boşaması kolay gelir.
Eskiden buna, tahayyülü veya tasavvuru tahakkukundan daha güzeldir, denirdi.
Düşünmesi yapmasından daha tatlıdır!
Bu, biraz da, Sultan IV.Murad’ın Bağdat’ı 1638’de teslim aldığı gün “Yahu çelebiler, Bağdat’ın fethi hayali, kendisini almaktan daha güzelmiş,” demesine benzer; Bağdat dediğin bozkır bir yerdir, adı var kendisi yok!
Ey patron efendiler, zannetmeyin ki yanınızda çalışan her kim ise müstâfi olmayı, yani istifa etmiş olmayı düşünmüyor.
Hatta elindeki dosyayı yüzünüze fırlatıp ardından kapıyı çattadanak kapatarak çıkıp gitmeyi arzulamıyor; ah, ah çok yanılıyorsunuz!
Siz de bir vakitler aynı yollardan geçmediniz mi?
Patronluğunuzdan evvel kaç kere istifa ettinizdi?
İstifa, bir görevden kendi isteğiyle çekilmektir, onu bırakıp gitmektir.
İstifa, o işten vazgeçmenin bedelini ödemeye hazır olmaktır.
İstifa sözcüğünün bilinen anlamını tam olarak karşılayan bir Türkçe sözcük yok; malûm Arapça kökenlidir.
Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde buna uygun özleştirilmiş bir şeye rast gelmesi zor.
Bana kalırsa, istifa, “bırakım”dır.
Uyduysa, lütfen kullanınız: Bırakım!
Cümlede örneğini mi istediniz, hay hay, talep Okur denilen büyük patrona aittir:
“Patron kafamın tasını attırdı, cinler tepeme üşüştü, nevrim döndü, ‘Beyim beyim!’ dedim, ‘İşten ayrılıyor, bırakım ediyorum’.”
Bırakıp gitmek, kaçmanın toplumsal hâlidir. Zira insan her şeyden kaçmak ister.
Herkes herkesten kaçmak ister. Karşısındakini esnemesini gizleyerek, cân-ı gönülden dinliyor zannettiğiniz kişi, o sırada, aslına bakarsanız kendi iç sesini dinliyor, “Şunun lafı bitse de falanca yere gitsem” diye kaçma hayalleri kuruyordur.
Cinsilatif âşığını mest olmuş biçimde dinleyen erkek mâşukası, aslında, laf bitsin ve bir an evvel bu işin cinsî münasebet kısmı tamam olsun diye bekler, ardından kaçacaktır. O kaçmasın diye erkekleri zapt u rapt altına almak üzere evlilik denilen mukavele imzalanır. “Nikâh olmadan asla!” lafı da bu nedenle icat edilmiştir.
Tabiatta güçsüz güçlüden kaçar, gücü nispetinde kaçar.
Tek hücreliden başlayarak dev balinalara kadar her canlı bir ötekine yakalanmamak üzere kaçar; ben de azgın köpek görünce kaçarım…
Bu kaçışlar, canlının korunma içgüdüsüdür; bizim anlattığımız ise ruh hâlidir.
O ruh ki emir almaktan kaçmak eğilimindedir.
Emir her zaman insanı boyunduruğa almak amacıyla verilir. M.Foucault‘nun Batı insanının Aydınlanma denilen akılcılığa davet ile uslandırıldığına dair görüşleri, lafımızın burasında kulağa inci küpe olur, çok yakışır.
Toplum, bireyini uslandırdığı ölçüde devamlılığa kavuşacaktır; o hâlde pek kaçınılası bir durum değildir, insanın dosilis‘e edilmesi. Sünnet edilmek de böyle bir şeydir; isteğe bağlı değildir.
Bebeklikten, çocukluktan bu yana herkesin emire alışık olduğunu biliyoruz da itaat edilmenin sonucunda bir nefret duygusu çıktığını görmek istemiyoruz.
İstifa bu nefretin sonucudur.
Şimdi, buradaki güç lokmayı âdemelmasımızdan geçirip yutmak için Elias Canetti’ye lafı bırakıyoruz. “Emrin en eski sonuçlarından birisi kaçıştır.” diyordu, bu cümlenin ardından geleni ise pek acımasızdır, dinleyiniz: “Kaçış, bir hayvana daha kuvvetli bir başka hayvan tarafından, kendisinin dışındaki bir şey tarafından dikte edilir… İki hayvan arasındaki kuvvet eşitsizliği kaçışın doğasında içkindir.”
Kaçamayan hayvan öbür hayvana ham hum şaralop, homini de gırtlak olur; afiyet olsun. Kaçamayan insan ise melankoliye düşer.
Bize bu tembihi, Elias Canetti meşhur sosyolojik eseri Kitle ve İktidar‘da öğretir.
Canetti’ye bakarsanız, kaçmak insanın temel içgüdüsüdür, demek ki kahramanlık taslamanın âlemi yoktur.
Zaten yiğitliğin onda dokuzu kaçmaktır, diye boşuna söylenmez.
Emirlere itaatsizlik olduğundan kaçmak yerleşik ideoloji, iktidar ve kurulu düzen tarafından uygun görülmez; köle, efendisine sadık kalmalıdır.
Bir işi yarıda bırakmanın o yüzden ayıp olduğunu söyleyenler, iktidar sahibi muhterislerdir, biz değiliz.
Yarıda bırakılan işin zararı, hele lafımız kapitalist pazar toplumuna gelince, o işin sahibine aittir; işi yapana değil.
İş sahibi kendi zararı olduğunda, ayıp olmasın diye evvelinde istifa etmeyeni, gözü yaşına bakmadan kapının önüne koymaktadır ki modern işçi sınıfı tarihinde buna lokavt/iş-bıraktırımı denir; yani, ameleye harç bitti yapı paydos demenin fabrika dilidir.
Bir de tensikat dedikleri bir şey vardır ki bir ölçüde iş-bıraktırımına benzer; kadroyu yeniden düzenlemektir.
Mesela bu, Arkitera yönetiminin,”Mahmut Şenol’un saçmalıklarından bıktık, onun yerine Şenol Mahmut’u aldık” demesine benzer; ben giderim, ötekisi gelir. Ha Ali, ha Veli meselesi…
Gelen gideni aratırmış, o yüzden siz benim gitmeme razı olmayın; Arkitera’ya lazım adamımdır. Bu kadar mimar arasında benim gibi edebiyat, kültür, sanat üzerine lakırdı edecek insanı mumla arasanız bulamazsınız.
İstifaya-bırakıma kalkışan, arkasından ısrar edileceğini, “Aman ben ettim, sen etme, pişmanım, ne istersen öyle olsun, maaşına zam, yılda 3 bayram ikramiyesi, yıllık izinler 3 katına çıktı, altına araba, makamına özel ve seksi bacaklı sekreter, ayrıca istediğin kadar yetki…” denilsin diye bekler; heyhat!
Bütün büyük kararların arefesinde insanı tarifi zor bir heyecan kaplar. İşte istifanın-bırakımın heyecanlı tarafı da budur. Bırakmanın heyecanını tarif et deseniz, size İspanyol-Katalan ressam Pere Borrell del Cose‘nin 1874’de yaptığı ‘Fugint de la Crítica’ -Eleştiriden Kaçış, tablosunu öneririm. Hapsedildiği çerçeveden kaçmak üzere olan, üst başca pek fakir görünen delikanlı çocuğun dışarıdaki hayata bakışı ibret vericidir. Bir tezat oluşturmakla beraber, Madrid’deki Banco de Espaňa binasında çalışanların gelip geçtiği koridorda asılı duran tablo, bankanın envanter ve bilanço hesaplarından sıkılan memurlara, “Kaçın gidin, yaşanacak bundan başka hayat yok! Ömrünüzü burada tüketmeyin!” demektedir.
Fakat istifa aşamasında fazla oyalanmamak gerekir, kararınızı bir kez verdiniz mi geri dönmesi zordur. Zira siz öfkeyle kalkıştığınız bu bırakımı, yüzünüze gözünüze bulaştırabilir, karşı tarafı yani patronajı haklı duruma sokabilirsiniz.
Hatırdan çıkmasın ki öfke, çırpıldıkça köpüren yumurta akı gibidir, sıvışır, yağlanır, yılışır, yapışır, hatta sümüklenir; tadında bırakmak lazımdır. Şuncacık aklımızla söyleyeceğimiz, öfkeyle kalkan zararla oturur atadeyişi gibi, öfkenizi iyi yöneterek istifanızı sununuz ve patron karşısında madara olmayınız, diye akıl vermektir; bundan sonrası hayırlı olsun!
Aslına bakarsanız, şu kadarcık diyeceğimiz fındık kabuğuna sığacak teferruattır, patron takımısizi kapı önüne koymakta çekince duymuyorsa, sizin de istifa hakkınız bâkidir; gerektiğinde kullanınız.
İstifa eden, kendi gururunun Sultanı olacaktır… Bu gurur, midesindeki gurultu ayyuka çıkana kadar müstâfiyi bir müddet idare eder. Bilirsiniz ya, müstâfi istifa edenin sıfat hâlidir.
İnsanlık tarihi, köleci toplum sırasında istifayla tanışmış değildi.
O vakitlerin istifası ardına bakmadan tabanları yağlamak olmalıdır.
Kolay şey değildir Roma’daki kölenin efendisine, “Bak kardeşim, De gustibus non est disputandum, yani zevkler ve renkler tartışılmazmış, bu evin idaresine artık karışmıyorum, eşek miyim ben, is-ti-fa ettim…” demesi! Değildir elbette…
Sonra, Stoacı köle filozof Epiktetos gibi bacağını efendisi kırıverir.
İstifa mı edeceksiniz, sakın, öfkelenmeden ediniz. Unutmamak gerekir ki, azgın öfke kısa sürermiş; Ira furor brevis est!
Gündüz yorganı satıp gece ayazda yatmak da var bu işin sonunda…
Yine de siz cesaretinizi gevrek tutunuz!
Sizden evvel kimler istifa etmedi ki; say say bitmez…
Bu cesaretlendirici lakırdıma inanıp, istifaların tarihçesine bir göz atayım demeyiniz, benim sizden evvel bakınasım geldi, içinden çıkamadım. Tarih-i siyaset istifa mektuplarıyla dolup taşıyor. Bunların çetelesini tutup çıkartmaya kalkarsak, buna ne vakit yetecektir, ne de mecal!
Bana kalırsa, ‘bırakım‘ da ferahlık vardır ve hayatı sıradan bir köylü gibi basitçe görüp ama bir entelektüel aristokrat zevkiyle yorumlamaktır bırakıp da gitmek!
Ben bütün istifalar arasında en çok, şimdi ne adını ne zamanını hatırladığım, fakat hafızamın pas tutmuş bir yerinde takılıp kalmış bulunan İsveçli bir kadın CEO’nun hayat hikâyesini beğenirim. Masal gibidir! Kadıncağız mesleğinin en çok para getiren yerinde oturmaktayken, üstelik kocası da bir işadamı olmakla akşamları parayı deste deste evine taşırken, hem de boylu poslu evlatları Oslo üniversitelerinde tahsil eylerken, bir sabah “Ben niye bunları yapıyorum ki?” diye kendine sorar, sorusuna hemen cevabını yetiştirir, zira hayatından sıkılmıştır. İstifasını telefonla bildirip, avukatına da kocasını boşayacağını söyleyip derhal yola çıkar. Gittiği yer Şili’nin, daha evvel ne adını ne sânını bildiği adalarından birisidir, tesadüfen haritayı açıp gözü kapalı parmağıyla orayı işaretledikten sonra yola çıkar. İspanyolcanın Hola! deyişinden başkasını bilmemesi, oraya gitmesine engel değildir. Zaten para denilen cesaret verici şey, kadında ibadullah‘tır, mebzûl miktardadır, yani boldur; harca harca bitmez.
Bizde öyle para olsa biz de biliriz Hawaii’ye Kon Tiki‘yle gitmesini, hatta Connecticut’tan sıkılırsak Papua adalarına uçak kaldırıp seyahat etmeyi de biliriz, demeyiniz; her şeyin bir sırası ve yeri gelince parası icap ediyor.
İstifa etmeye karar vermiş olmak önemlidir, bir kez buna niyetlendiğiniz zaman sadece işten değil, hayatın tümünden vazgeçip yeni hayatların peşine takılacaksınız; işte burası mühimdir. Dedik ya, kaçmak temel meseledir.
Romalı demagog, ağzından bal akan konuşmacı, hatip Çiçero-Marcus Cicero, hani bir vakitler demişti ya, işte öyledir: “Quid quaerendum, quid fugendum!”, Neyi arıyor ve neden kaçıyorsun?
İstifa etmek bir kabahatse eğer, kaçıp gidenler birçok kez suç ortağını yanında götürmek ister. Mitolojinin müzik denildi mi bir numaralı kahramanı olan Trakyalı hemşehrimiz Orpheus‘un sevdiği kız Eurydike yılan sokmasından ölünce, gittiği yeraltındaki ölüler dünyasından geri getirmek üzere kaçışları tatlı bir suç ortaklığıdır. Bu suçun, ölüyü dünyaya geri getirmek kabahatini oraların hakimi tanrı Hades bilir de bilmezden gelir. Tek şartı vardır, Orpheus yılanlarla dolu zalim uçurumların arasından geçerken asla dönüp kıza bakmayacaktır. O sahneyi 1862’de resimleyen Edward Poynter’in eserine hayran kalır, seyretmekten kendimizi alamayız. Ne olmaktadır, yılanlar çıyanlar, hain tuzaklar arasından sevgilisine sıkı sıkı tutularak geçmekte olan Eurydike, ölüler dünyasına istifasını sunmuştur; kaçar…
Meseleyi dallandırıp budaklandırmamak lazım! İstifa edecekseniz, hiç vakit kaybetmeyiniz; kahramanlık etmiş olursunuz. Bedeli ağırdır, ama her kahramanlık zahmet gerektirir. Bu zahmet, en azından, Henri Charrière‘in La Papillon- Kelebek başlıklı, bana göre 20.yüzyılın en iyi macera romanlarından birisi olan kitabında aktardığı, kendi başından geçmiş gerçek kaçış hikâyesinden fazla olmayacaktır; sonunda ölüm yok ya! Charrière’in kürek mahkûmu olarak hapsedildiği Fransız Güyanı’ndaki ıssız adadan kaçışı ölüme meydan okumak, özgürlüğe atılmaktır. Romandan uyarlanmış Hollywood markalı filmde, bu sahneyi ürpererek izlersiniz. Hele Steve McQueen oynuyor ve adada geri kalan öteki, korkak arkadaşı Dustin Hoffman körlük derecesindeki aşırı miyop gözleriyle ona arkasından bakıyorsa… Charrière’i canlandıran McQuenn, tamamen yalçın kayalıklardan oluşan kıyıya yüzlerce metre yüksekten ufacık bir sal fırlatır evvela, sonra azgın dalgaların gelişini daha evvelden hesap etmiş olduğu gibi tek tek sayar, uygun ve terbiyeli bir dalganın ardından kendisini boşluğa fırlatır; salın üzerine çıktığı vakit uçsuz bucaksız bir Okyanusa merhaba demiştir. Bu da bir başka firar, bırakım, hasılı otoriteye istifa mektubu vermektir.
Bir vakitler, Altın Kitaplar arasında çıkmış bulunan Phaselis Adağı başlıklı romanda yazılmıştı: Roman kahramanı, Antalya’nın batısındaki Faselis antik kentimizin yurttaşlarından Menelaus’tur ve Milat Sonrası 82 yılında, kentin şehir tiyatrosunda çalışan, güzeller güzeli, sarışın ve kısa saçlı Phyllida’ya vazifesinden istifa etti diye bakın ne demiştir:
“Çok kahramanca bir şey yapmışsınız. Yaşadığımız günlerde böyle cesur ve onurlu davranış gösterene, hele Phaselis’te rast gelmek, inanılır gibi değildir.“
Menelaus ile Phyllida arasıdaki büyük aşkı başlatan da işte bu cümledir.
Genç kadın, yaşadığı her şeyi bir yana itip bu erkeğin dünyasına bu sözlerden sonra adım atar. Bu, sözün gücüdür, kelimeler mânidardır.
Biz de bu büyük aşkı romanda okuruz.
Phyllida’nın dulluğundan kalma çocuğu ve babasından emanet annesine karşı olan sorumluluğuna rağmen önerilen ücreti red edip istifasını basması, romana konu olmuşsa, bugünün Phyllida’ları da aynı şeyi yapar mı, yapar.
Ben basında, televizyonlarda ve ‘tiyatorada‘ buna benzer nice Phyllida’lar gördüm; şahidim.
Bana sorarsanız, fitne fücürlük etmiş ve kışkırtıcı davranmış olmayayım ama, istifa etmek yüce davranışlardan birisidir.
Ben, öyle, hayalimin dahi fevkinde kalan lüks işlere kalkışamam diyorsanız, zaten buraya kadar bu yazıyı boşa okumuş sayılırsınız. Vapurda trende, çocuğunun ağzına evde haşlanmış yumurta tıkıştıran anneler gibi, lakırdımızı size yutturmak değildi amacımız, lakin niyetimiz, icap ediyorsa istifa denilen uçurumu bol bir yola çıkmanızı size tavsiye etmektir.
Yola çıkmak, azıcık kaybolmak demektir.
Kaybolmak, sıkıcı bir hayatı bütün kederleri ve kasvetiyle geride bırakmaya hazır olmaktır.
Esra Yalazan‘ın bir deneme yazısında dediği gibi, hem siz, “Hiç sıkılmıyor musunuz, o zoraki dik duruşunuzdan, ödün veremediğiniz ciddiyetinizden, profesyonelliğinizi simgeleyen koyu renk giysilerinizden, bir türlü ezberlenemeyen kerat cetveli gibi defterlere yazıp durduğunuz yapılacaklar listelerinden, zamanı çürüten mânasız koşuşturmalardan…“
İşte bütün bunlardan yaka silkip feraha çıkmak isteyenlerin yapacağı şey bırakım etmektir, en azından istifanın dayanılmaz cazibesiyle yaşamaktır.
Evet, istifanın dayanılmaz bir cazibesi vardır, gündüz gözüyle rüyâ görmeye benzer, ancak uyandığınızda laciverdimsi bir gece karanlığıyla karşılaşmak da kısmetten, hatta belki âkıbettendir.
Benim yaptığım forsmajor laflar etmek değil, aksine edebiyat-sanat ve kültür dünyasından azıcık tat ve tuzu size çeşnicibaşı olup sunuvermekti.
Kelin merhemi olsa başına sürermiş; sonra üç kuruşa talim edip benden imdat beklemeyiniz…
Benimkisi çene düşüklüğü…
Zaten yaptığımız da, eski tekke edebiyatında şathiyât denilen, senli benli, şakalı koşuk türünde düz yazı üretmektir ki, ciddi bir meseleyi sarakaya alıp hafifletmek, size eğlenceli tarafından sunmaktır.
Ne var ki istifa edip etmeyeceğiniz de sizden sorulur; sonra, işler kötüye giderse, benim yakama yapışıp hesap sormayınız.
Unutmayınız ki insanın en iyi dostu kendisidir:
Ego mihinet sum semper proximus!