Çöldeki mekanların sırlarını Mohammed’den (Sherzad) öğrenmiştim. Beraber paylaştığımız odada ilgi çekici bir doktora çalışması yapıyordu. İngiltere’deyken kumun yer değiştirmesinin mekana olan etkisini, mekanı nasıl farklılaştırdığını araştırıyordu.
Kumun hareketlerini ölçmek ve değerlendirmek için, özel laboratuvarlarda onu üfleyen, adeta çöl atmosferi yaratan dev makineler ile maketten yerleşmeler arasında da çalışmıştı. Mohammed, değişik bölgelerinde çöllerin yer aldığı, hala bombaların her yerinde acımasızca patladığı güney komşumuz Irak’dandı. O günlerde de, bu gün olduğu gibi yine endişe ile uzaktan izlediğimiz, ama o zaman bu defa da baba Bush’un cehenneme çevirdiği, televizyonlardan canlı tanık olduğumuz inanılmaz gece saldırılarına, bombalamalara sahne olan ülkenin başkenti Bağdat’da otururdu yakınları.
Çalışmasında konu sadece merkezle sınırlı kalmayıp, ülkenin daha da aşağılarına doğru, hatta Irak’ın dışındaki farklı coğrafyalara yayılmış, kumdan etkilenen yerleşmeleri inceleyen zorlu bir çalışmaya dönüşmüştü. Yılın farklı zamanlarında kum, rüzgarın da etkisi ile yerleşmelerdeki günlük yaşamı değiştiriyor, kent içinde ve etrafında yepyeni, bambaşka bir peyzaj oluşturuyordu. İnsan eli ile yapılan, suni olarak yaratılan çevre ile ve doğanın yarattığı doğal çevre arasında ilginç bir diyalog başlıyordu. Mohammed’de bu diyalogun mimariyi nasıl etkilediğinin peşindeydi.
Daha sonra, orada burada karşıma çıkan kitaplarda, fotoğraflarda gördüğüm inanılmaz çöl mekanlarına, dalgalara benzer kum örgülerine, yükseltilere, kum oluşumlarına her defasında daha dikkatle bakmaya başlamıştım. Helsinki’de yaşamaya başladıktan sonra ise kum ile karın aslında ne kadar bir birlerine benzediklerini anladım. Sıcakla, soğuk deyince ilk aklımıza gelenler, güneşte altın gibi parlayan sınırsız sarılık ile kuzeydeki özgür beyaz, yani kum ile kar hep yan yana geldi.
Global ısınma etkisinin önümüzdeki yıllarda ne olacağı bilinmez ama kışın gelişi de gidişi de bir başka alemdir kuzeyde. Kış bir maratondur. Herkesin koşulacağını daha önceden bildiği, yazın ortasındaki en uzun günün hemen ertesinde düşüncelere yer eden, her yönü ile hazırlanılan, ciddiye alınmassa acımasız, ama beyazını daha yazından belki de herkesin özlediği, her yıl yapılan beyaz bir maraton. Bu maratonun mekanları da diğer mevsimlerin mekanlarından çok farklıdır. Her yer, her an değişen sergi salonlarına döner. Soğuğa ve rüzgara göre insanların üzerinde artan, kalınlaşan elbiselerin ötesinde doğanın da ışığından, zeminine, ufuğundan gökyüzüne, karanlığından aydınlığına, sıcağından soğuğuna her şeyi değişir. Bu değişimin her yeri örten, beyaza çeviren kardan başka bir başka baş aktörü daha vardır. Karın hiç bir zaman vazgeçemeyeceği çok önemli bir partneri. Buz….
Beyaz kar ve şeffaf buzun her yıl değişen, her tekrarlanan yılda aynı olmayan beraberliği o yaşanan kışın dekorlarını tasarlar ve özenle sergiler. Bu doğanın her defasında ne şekilde geldiği belli olmayan, çoğu zaman spontane olarak yarattığı, yeni baştan yarattığı mekanlar dizisidir. İnsanlar da bu dekorların önünde, üzerindedir, işlerine giderken, tatil günleri etrafta dolaşırlarken. Herkesin bir önümüzdeki yıl farklı olacağını, değişeceğini ve sonunda yavaş yavaş yok olacağını bildiği, özleyeceği mekanlardır. Hiç bir şey aynı değildir, mekanlar değişir, durur. Doğanın her yıl yeniden kurduğu kuzeydeki soğuk dünyanın anlamlı, egzotik mimarisini yaratır.
Bir heykeltraşın dev kalıpları dondurulması gibidir, koca denizlerin donması. Dev bir el bütün kıyıları dolaşır, gölleri, denizleri sıvazlar. Buzla kaplar ne gördüyse beyazın yanı başında. Buz kalınlaştıkça kalınlaşır. Denizlerde yol açmak da buzkıranlara düşer. Buz gelince Katajanokka’da demirli üç buzkıran kuzeye buzları kırmaya yönelir. Her yere yayılan buz, sınırları da değiştirir. İnsanlar kendi evleri dışındaki kent mekanlarının daha da ötesine giderler. Karşıdaki adalar yakındır artık. Bazı yerlerde, koyun ortasındaki, denizin bir yerindeki adalara araçlarla ulaşılır eğer kalınlık yeterince güvenliyse. Yolda gitmeye alışkın araçlar, buz kaplanmış suların üzerinde, yürüyüşcülerin dağlarda, kayalıklarda yaptıkları gibi, kendi yollarını, rotalarını açarlar. Sonuçta engin, uçsuz bucaksız denizler küçüldükçe küçülür. Denizlerin, karaların, kentlerin sınırları bir birine karışır, doğa hepsini yeniden çizer. Deniz üzerinde özgürlüğüne alışmış gemiler, motorlar, kışın patikalarında, onlara yol açan buzkıranların yarattığı izlerinde gider, etraflarında oluşan yüzlerce, binlerce farklı kırık buz parçalarının arasında, parçalarının bir birlerine vurma sesleri arasında. Gemiden bakıldığında Mohammed’in üzerinde çalıştığı gezdiği, çöllerinin bir başka çeşidi, serilir önünüze. Sanki rüzgarın gelmesini bekleyen, rüzgarın kumları taşımasıyla bambaşka mekanlara dönüşen çöller gibidir uçsuz bucaksız yeryüzü. Her köşesine yaklaştıkça, dikkatle baktıkça derinleşen, beyaz, bembeyaz özgürlük, denizi yok eden onun yerine başka bir sınırsızlığı getiren bir buz çölü, uçsuz bucaksız bir buz denizi vardır etrafımızdadır. Sarmalayan, rüzgarın üzerine kat kat örttüğü karı ile her yeri buz tutmuş deniz bizimledir.
Buzların çözülmesinden, buzların kırılmasından az öncesiydi. Bir Pazar günüydü. Öğle vaktiydi. Sağda solda buzlar üzerindeki son gezintilerine çıkmış bizim gibileri vardı, buz tutmuş koyun üzerinde. Güneş bulutların arasından çıkmaya çalışıyordu. Önümüzdeki Herttonieminranta (Herttoniemi Koyu) bir yanından Helsinki’nin merkezini gördüğümüz açık denize doğru özel bir buz platformuna dönüşmüştü. Burada kaldığım yıllarda hiç tanık olmadığım bir rastlantı ile karşılaşmıştım. Daha önce erimeye başlayan denizin üzerindeki buz tabakası son günlerde –15’lere inen soğuk ile aniden birkaç gün içinde tekrar donmuş, yüzey buz pistlerindeki gibi olmuştu. Akşam kar da hafif çiseleyince, rüzgarın etkisi ile her yer öncekilerden bambaşka bir hal almıştı.
Bazen kayak izlerinin, bazen buz pateni dönüşlerinin, bazen de ayak izi olmayan tertemiz beyazlıkların üzerinden, etrafımızdaki kıyılara ve sonra da denizin tam ortasına doğru gittim, gidebildiğim yere kadar, kentin sınırlarının ötesine kadar. Şamandıralar, sadece kafalarını gösteren şamandıralar, motorlara yol veren oraya buraya serpilmiş yatık direkler, kenara çekilmiş yelkenlilerin önündeki limanı koruyan uzun yatık beton bloklar, hep artık buzun altındaydı. Buz onları hareketsiz bırakmış, kıskıvrak kavramıştı. Hızla denizin üzerinde giden bir motosikletli, köpeğini gezdiren kürklü yaşlılar, tepelerden denize kayan kızak yapan gençler, arkasına çocuğunu bağlamış, yanında kızağı, buz paten, yapan bir baba, biri unutulmaz çizgi roman karakteri Tenten’inkine benzeyen oraya buraya koşuşan köpekler, ileride kayak yapan iki genç kız vardı. Daha ileri doğru yürüdüm. Denizin ortası büyüyor, bizim ev, kıyılar küçülüyordu. Orada burada kar birikintileri tepecikler oluşturmuştu. Bir balıkçı yanında iri, uzun burgusu, tek başına açtığı deliğin başında kalın elbiseleri, sarı çizmeleriyle, tutacağı balıkları sabırla beklerken, arkasına yelken takmış, bir kayakçının hızla bir uçtan bir uca rüzgar gibi geçtiğini gördüm. Hertoniemi Limanı’ndan, karşıdaki adalar, Suomenlinna ve Katajanokka artık yakındı. Denize düşmüş taşlar gibi gözüktüler gözüme. Pazar gününün ortasına doğru, ince karın altında, kilometrelerce buz tutmuş denizin bir yerinde, ileride Stockholm’e giden gemilerden biri koca gövdesiyle kendi patikasında ilerliyordu.
Birden, geçtiğim yerlerden geriye döndüğümde ışığın başkalaştığını hissettim. Her şey değişmişti. Sanki biri lambaları açtı. Özel bir mekandaydım. Bembeyaz halının üzerindeki her şey benim ona bakmamı bekliyordu. Hiç bir kareyi kaçırmak istemiyordum. Gördüklerime yaklaştım, yaklaştım, daha da yaklaştım. Uzaktan başka yakından daha başkaydılar. Doğanın kendine özgü sergi salonunun önündeydim. Yakalayabildiğim her şeye, gözümün seçtiği her şeye, sanki galeride bakıyormuşcasına dikkatle, özenle bakmaya başladım tek tek. Çizgiler vardı üst üste, yan yana. Düz çizgiler, yuvarlaklar, eğriler, bükülmeler. Ayaklar, patenler, kayaklar bir araya gelmişti. Kimin olduğunu bilmediğim izler, buzlar eridiğinde yok olacağını bildiğim her şey önümdeydi, bizim kıyıya kadar, adım adım. Kamerayı tutan elimin donduğunu, hareketsiz kaldığını hissettiğimde kıyıya varmışım.
İzler iz olmaktan çıktığı anda her şey bambaşka anlamlara bürünmüştü. Hassas ama cesaretli dönüşler, tadında durmalar, kesilmeler, tekrar başlamalar, konstrüktivist örgüler, milimetrik hesaplamalarla yan yana gelmeler, derin fırça vuruşlarını andıran parça parça darbelerle ağzı burnu bir tarafa dönmüş sanat dünyasında yeni sayfalar açan efsanevi tablolara benzer özgür soyutlamalar, kısacası sanki bir çok ustanın özenle yarattığı sahneler, gözümün önüne geldi. Koca canvas’ın üzerinde bir bir yerlerini alıyorlardı. Görüntüler değişiyor, birinin bıraktığı yerden diğeri devam ediyordu. Her şey her şeyin içinde idi. Bizim koy, üzerindeki ince kar tabakasının binlerce kişi tarafından çizildiği, adeta eskizini yaptığı bembeyaz, dev bir kağıda dönmüştü. Hani üzerlerine çizdikçe çizdiğimiz büyük, uzun eskiz kağıtları yan yana getirilmiş gibiydi masamızın üzerinde. Herkesin izleriydi. Kimin yaptığını bilmediğimiz, üst üste koyduğumuz resimler, çizgiler bu ayaklarımızın altında gördüğümüz en büyük eskiz kağıdında bizim onları okumamızı, dikkatle okumamızı bekliyordu. Bir kahve falı bakar gibi…