Neredeyse bir yıldır ve belki daha fazla bir zamandır Kabataş’taki Martı projesinde inşaat durmuş vaziyette. 2018 yılında tamamlanacağı söylenen projeden, dev vinçler, beton santralleri, şantiye binaları ile büyük bir alanı kaplayan inşaat alanından uzun zamandır ses gelmiyordu. Bu sessizlik projenin uygulama aşamasında sorunlar çıktığını düşündürüyordu. Nihayet Fındıklı Parkı’na kurulmuş olan “bilgilendirme” ofisindeki bir görevlinin söyledikleri ile kamuoyunda tartışma başladı. “Proje durdurulmuştu, gözden geçiriliyordu.” Haber kamuoyuna “Martı projesi durduruldu” şeklinde yansıyınca bugüne kadar hiçbir bilgilendirme yapmayan İBB bir açıklama yapma gereğini duydu: “Martı projesi durdurulmamıştır. Yalnızca projede yer alan tünel iptal edilecek ve transfer merkezi gerekli düzenlemeler yapıldıktan sonra en kısa sürede halkımızın hizmetine sunulacaktır.” Bu açıklama iyice kafaları karıştırdı. Neden proje inşaat başlamadan, İstanbullular mağdur edilmeden, bunca zaman ve kaynak harcanmadan önce gözden geçirilmedi?
Örneğin projede transfer merkezinin yer alacağı platformun cadde tarafında, Setüstü’nün dik yamaç önüne hangi akla hizmet edeceği belli olmayan, gereksiz bir şekilde yerleştirilmiş tünel gözüküyordu. Ama 2018 yılında biteceği söylenen projenin içinde yer alan bu tünelin daha kazısı bile başlamamıştı. Düşünebiliyor musunuz? Şehrin tarihi merkezinin kıyısında, Dolmabahçe ile Tophane semti arasındaki anıt camiler (Bezm-i Alem Valide Sultan, Molla Çelebi, Nusretiye, Kılıç Ali Paşa… camileri) arasına transit geçiş sağlayan, şehirle ilişkisi olmayan bir otoyol hayal etmek, tünel rampaları, istinat duvarları, hızlı araç trafiği standartlarında proje detayları… Uzmanların kendi kompartımanlaşmış muhayyile dünyalarındaki keyfi kararlarına göre ve asla şehirle ilişkisel bir yaklaşım üretmeyen, otomatik olarak karar verilen, şehrin tarihi merkezini tahrip eden ve kaynak israfına yol açan, Sütlüce’deki, AKM’nin önündeki tüneller gibi anlamsız, gereksiz bir uygulama.
Nereden baksanız daha sonuçları baştan belli bir yaklaşım. O zaman inşaat alanına yerleştirilen ve şehrin neredeyse bütün üniversitelerinden isimlerin yer aldığı panodaki uzmanlar ne iş yapıyorlar? Bu kararları onlar mı veriyor? Hadi tarihi peyzajın tahrip edilmesini, kültürel mirasın yok edilmesi bir yana, dik yamacın önüne ne işe yarayacağı belli olmayan, dolgu alanına ve deniz hizasının altına yapılmaya çalışılan bir tünel. Bunun hesabını kim verecek?
Düşünebiliyor musunuz, her biri bir üniversite kurmaya yetecek kadar bir kaynak, dimdik yükselen bir yamacın önündeki dolgu alanına, büyük bir bütçe gözden çıkarılarak, yıllarca insanlara çile çektirilerek gerçekleştirilecek… İBB’nin açıklamasında şu gizli: “Biz bunu proje aşamasında etüd etmedik. Şimdi, iş takvimine göre, inşaatın bitme aşamasında aklımıza geldi.” Açıklamada ilginç bir başka detay daha yer alıyor: “Projenin çevre düzenlemelerinin tamamlanarak, hızla tamamlanması, halkın hizmetine girmesi.” Bunu duyan da zanneder ki İBB gerçekten acele ediyor. Acelesi olan projeyi önceden hazırlar. İnşaat başladıktan sonra, insanlar mağdur olduktan sonra gözden geçirmez, uygulama aşamasında zaman kaybetmez. Bu yüzden İBB’nin açıklamasına belki de şöyle kısa bir cevap vermek gerekiyor: “Şehrin bir deneme tahtası olmadığını size hatırlatır, sorumluların hesap vermesini talep ederiz.” Yapılan açıklamada hızla tamamlanacağı söyleniyor. “Hiç ama hiç acele etmeyin. Bu inşaatın başlangıcında bize söz verdiğiniz gibi, yani ilan ettiğiniz tarihte, yani 2018 yılı bitmeden şehirlilerin hizmetine açın. Çünkü bugüne kadar hiç kimseyi bilgilendirmediniz.”
Demek ki başlatılan projeye “proje” demek de zor. Burada da, tıpkı Haliç Metro Köprüsü’nde ilk ortaya atılan 160 metre boynuzları olan proje gibi, henüz tekamül etmemiş bir projeyle karşı karşıyayız. (Onun tekamül etmesini yaklaşık on sene bekledik, hatırlarsanız. O da bir yabancı uzmanın proje müellifi olarak devreye girmesi ile mümkün oldu.) İstanbul gibi dev bir metropolde, profesyonel bir deneyim süzgecinden geçmemiş proje fikirlerinin böyle uygulama safhasına geçmesi büyük bir savurganlık. Kabataş’ta da sürece güya sonradan uzmanları kattılar ama böylesine dev bir yatırım böyle bir proje yönetimi süreci ile gerçekleştirilemezdi.
Bundan bir ders çıkarmak lazım. Zararın neresinden dönülse kardır, diyelim. İBB arşivinde, raflarda bekleyen Martı projesi gibi karanlık ilişkiler içinde geliştirilmiş ve uygulanmayı bekleyen tonla proje var. Mesela bütün meydanları otoyol kavşağına çevirmeyi amaçlayan projeler. Yenikapı’da 2007 yılında Martı projesinden tam on defa daha büyük benzer bir projeyi tesadüfen gördük ve durdurduk. Uluslararası bir yarışma düzenledik. Ama ne oldu, sonunda gene başa dönüldü. Çünkü kamu yönetimlerinin proje yönetimi tecrübesi yok. Kamunun öncelikleri farklı. Kime ayrıcalık tanıyacağım diye bakıyor. Yöneticiler kendi dar bakış açıları, kapalı ilişkiler ile kamusal alanları biçimlendirmeye çalışıyorlar. Bu yüzden artık içeriği değil, mecrayı tartışmak lazım. Proje ortaya çıktıktan sonra itiraz etmek, yanlışlıklarını sergilemek yeterli değil.
Evet, Kabataş gibi çok bağlantılı bir transfer merkezi için yeni bir düzenlemeye ihtiyaç var. Ancak bunun için projeden önce proje yönetimi oluşturmak gerekli. Bu şu anda ortadaki enkazın yeniden ele alınması, gözden geçirilmesi için de geçerli. Alan için bir program geliştirmek ve misyona özgü bir proje yönetimi oluşturmak gerekli. Mimarlık ancak farklı fikirlerin yarışabildiği, sürecin başından itibaren kamusal nitelik taşıyan açık bir yapı ile yönetildiği bir ortamda gelişebilir.
Hayret ediyorum. Sulukule’de yaşayan halkı yerinden eden, hobi odaları ve yer altı garajları olan villa projelerini tasarlayan mimarlar hesap vermek şöyle dursun, şu anda İstanbul’un UNESCO Dünya Mirası Listesi’nde yer alan bölgelerinin yönetiminde yer alıyorlar. Kimse onlardan hesap sormadığı gibi, bir de sanki şehrin kaynaklarını çarçur eden onlar değilmiş gibi iltifat görüyorlar. Böyle bir rezalet dünyanın hiçbir yerinde böyle kabul görmez.
Tarihte görülen bütün otoriter yönetimlerde olduğu gibi sorumluluk yalnızca kamu kurumlarını kullanarak bu projeler üzerinde yetki sahibi olan kişilerde değil. Bunu hazmeden, içine sindiren bir kamu sistemi ile, sistematik bir yönetimsellik sorunuyla karşı karşıyayız. Bu nedenle İstanbul’un geleceğini düşünüyorsak, yalnızca içerik üzerinde değil, mecra üzerinde de düşünmeliyiz. Bu sorun şehrin geleceği için hayati önemde. Bunun için önce hesabı kimden soracağımızı bilelim.