Kanat Çırpan Martıya Bakmak

Kent mekanında gerçekleştirilen ani müdahalelerle metaforik gösterge yığınlarına yer verilmesiyle bu tasarıma göre paketlenen sosyal pratikler, sürdürülebilir şehircilik anlayışından ve nihai olarak demokratik toplumsallaşma idealinden uzaklaşır.

İstanbul’da Mekan Üretimi ve Kent Hakkı

Kültürel olarak, yerli, sembolik, geleneksel ya da nostaljik olanın nesneleştirilerek gösteriye dönüştürüldüğü bir toplumda yaşıyoruz. Her gün bir önceki günden daha fazla şantiyeleşen İstanbul ise, olgunun histerik bir halde en çok fetişleştirilen nesnesi. Turizm ve dolayıma sokulan sosyal organizasyonlar yoluyla, üzerinden ‘kültürel arzular’ üretilen marka bir metropol. Dahası, kent mekanı, Baudrillard’ın deyimiyle adeta “satranç tahtası” gibi davranılan, kod ve göstergeleriyle iktidarın gösteri mekanıdır.

‘Kanat çırpan martı’ formunda yapılması planlanan Kabataş Metro çıkışı projesi, yalnızca şehir plancıları ve mimarlar tarafından değil, aynı zamanda, şehrin sevdalısı, ya da sadece şehirde planlama ve tasarım özeni arayan, estetik algısı gelişmiş kişilerce de eleştiriliyor. Çünkü kentsel mekan üretiminde insan hakkının ülküleştirildiği, demokratik şehircilik ilkesinin temel alınarak toplumsal hakların gözetildiği ve böylece bireye aktif bir statünün sağlandığı “kent hakkı” bu tepkinin meşru zeminini oluşturmakta. Aksi biçimde, kamusal çıkarların, kolektif hafıza ve kent hafızasının önemsenmediği, sürdürülebilirlik ilkesinden uzak, merkezi yönetimle belirli kişi ve kuruluşların kendi çıkarlarını ürettiği projelerde, başka türlüsünün kültür istilası olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Kamu iradesi dışında, hatta gizli tutularak ve tarihi-kültürel bağlamından kopartılarak ortaya koyulan Laleli-Dubai tarzı mimarisinde eserler vermek başka türlü tanımlanabilir mi? 2011 yılında Kabataş Martı Projesi ile Avrupa Cityscape ödülü alan Mimar Kıran’ın ifadesiyle, “Dönüşüm toplum hareketiyle olur”. O halde neden toplum, kamu odaklı, yurttaşın aktif biçimde katılımcı olduğu kentsel dönüşüm projeleri konusunda hem bilgisiz, hem de edilgen bırakılıyor? Oysa tarihi-kültürel kimliği koruma ve sürdürme temelli, doğaya ve mekanın estetiğine değer veren demokratik bir şehircilik anlayışı ve toplumsallaşma ideali başka bir Kabataş Metro Çıkışını olanaklı hale getirebilir.

Haliç Metro Köprüsü, Perili Köşk ve Salı Pazarı Projesi

Benzer şekilde, tarihi ve kültürel bağlamsallığı ve çevresel bütünlüğü bakımından, Haliç Metro Köprüsü’nün, Süleymaniye siluetini bozan ve tematik tarihi dokusuyla ilişkisi olmayan devasa gövdesi ve metal saçaklarıyla, Dünya Miras Listesinden çıkarılma tehdidiyle karşı karşıya geldiği biliniyor. Ancak, bu haliyle bir “karşı miras” (anti heritage) temsili olarak olumlu eleştiriler alabileceğini söylemek mümkün.

2009 raporuna göre, gereken düzenlemelerin yapılmaması halinde, UNESCO tarafından Haliç Metro Köprüsünün “Tehlike Altındaki Dünya Mirası” Listesi’ne alınacağı bildirilmişti ve planlar ona göre revize edilmişti. “Köprünün tarihi yarımadaya olumsuz etki edeceği” konusu ise 2012 ve 2013 raporlarında konu edilmişti. 2014 yılı raporlarında değinilmeyen konuda, 2015’te iyileştirmelerin sürdüğü yolunda kısa bir açıklama yer alıyor.

Golden Horn Metro Crossing Bridge: Refinements are being undertaken to the colour of the bridge, based on the recommendation of the Advisory Bodies, its pylon lighting, landscaping of the entrances and conservation along the approach routes.1

25 Haziran 2011 tarihinde, Haliç Metro Köprüsü konusunda yayınlanan bir haberde UNESCO’nun, Kıran tarafından ikna edilmiş olduğuyla ilgili bir haber olsa da, iki hafta sonra Paris’te yapılan toplantının arkasından UNESCO Dünya Kültürel Miras Komitesinin bildirisinde bu tür bir iknanın izine rastlanmıyor.2

Sonuç olarak, “Köprünün kulelerinin Süleymaniye Camisi’ni gölgelediği ve tarihi yarımadanın siluetini bozduğu” gerekçesiyle projeye karşı bir hareket başlatıldı ve 12 Mart 2014’te aralarında Orhan Pamuk, Cemal Kafadar, Ara Güler ve Serra Yılmaz’ın da bulunduğu 4 bin kişi tarafından imzalanan ve “Başka bir Köprü Mümkün” diyen dilekçeler İstanbul SOS Girişimi tarafından Belediye ve Cumhurbaşkanlığına gönderildi.3

Mimarlar Odası Genel Başkanı Eyüp Muhçu, köprüye yapılan eklemelerle Haliç mirasına verilen hasarın önüne geçilemeyeceğini anlatmıştı. S.O.S İstanbul Sivil Toplum Kuruluşu üyesi Mimar Barış Altan ise, köprünün, tarihi yarımada siluetine verdiği zararı tahmin etmek için, mimar ya da mühendis olmaya lüzum olmadığını söylemişti.

Öte yandan, Rumelihisarı’ndaki Perili Köşk’e, alt kısmına 3 kat daha eklemek için kitschleştirme pahasına yapılan müdahale ortada.

Salıpazarı Projesini ise lego oyunu simülasyonuna benzetmek mümkün. “Böyle bir şehir, inanılmaz tarih derinliklerine sahip olmasının yanında, geçmiş ne kadar güçlüyse gelecek te o kadar güçlüdür felsefesiyle olağanüstü bilgi ve ilhama sahiptir. Durum böyle iken ne olduysa son yüzyılın büyük kısmı bu amaç ve felsefeden uzak mimari ve şehircilik eseri yaratılmadan geçirilmiştir… Restorasyon çalışmalarında geçmişin bilgisini aldıkça geleceği gördüğümü düşünüyorum” diyerek mimarlık felsefesini anlatan Kıran, “bir gün anlaşılmasını beklemek, yaşayan eserler üretmek” misyonu ile bu projeleri gerçekleştiriyor.4

” …benim tez konum arastalar, bedestenler ve çarşılardı. Türkiye’ye ilk yapılan alışveriş merkezi Galleria’da görev almıştım. Bu işte tarihi bilmek çok önemli. Biraz geriye gitsek, “çarşının kitabını yazmak” tabiri var ya, biz yazmışız. Çarşının kurallaştırılması, içine yönetmelikler koyulması, ilk kez bizim kültürümüzde yapılmış. Bizdeki çarşılar olağanüstüdür. Çarşı kültürümüz, bedestenler, kapalı çarşılar, arastalar, doğrusal çarşılar gibi çok çeşitlidir… Ben nirengi olarak çok iyi bildiğim bu konuyu aldım… Çağdaş yaşamın gelişimi olarak aldığımız bir sistem ama niçin biz kendi sistemimizi içinde modernize edebileceğimiz çağdaş bir pazar ya da çarşı geliştiremeyelim?”.5 Mimarın ifadesiyle, Kanuni Sultan Süleyman’ın çadır formunun kullanılmaya çalışıldığı proje eleştirilere açık. Yukarıda söz edildiği gibi, “dönüşümün ancak toplum hareketiyle” olabileceği iddiasında bulunuluyorsa, herhangi bir biçimde kamu görüşüne başvurulmamasını açıklamak gerek.

Neoliberal Şehirleşme Temsiliyetinin Toplumsallaşma Üzerindeki Etkileri, Kimlik ve Mekan Kurgusu

Neoliberal ekonomi patronu için kentsel mekan, belki de İstanbul’daki kadar sermaye sahibi sınıf arasında bölüştürülmesi gereken bir araç olmamıştı. Oysa şehir planlama ve tasarımı, sürdürülebilir bir şehircilik anlayışıyla ele alınmalıdır. Küreselleşme, yapboz parçalarının birleştirilmesine benzetilirse, kuşkusuz, kentsel mekan üretimi ve yenilemelerde, yerel ve yerlici (vernacularist) olanın da toplumsallaşma ile bütün olarak, sürece dahil edilmesi beklenir. Dahası, toplumsallaşma, kamu odaklı, tarihsel ve kolektif kimliğe gönderme yapan bir şehircilik dinamizmiyle mümkün olabilir.

“Toplumsal hafıza” kavramının içkin olduğu toplumsallaşma süreci ve kimlik kurgusuna ilişkin şöyle bir değerlendirme yapılabilir: “Şu anla ilgili deneyimlerimiz, büyük oranda geçmişin bilgisine dayalıdır ve geçmişe ait imgeler şu anki toplumsal düzeni meşrulaştırma işlevi görürler” (Connerton 1989, 3, 21; yazarın çevirisi). Connerton aynı zamanda, bireylerin bu girift anlatılar yoluyla yeniden kimlik ürettiklerinden söz eder. Halbwachs’ın ifade ettiği gibi, “toplumsal sınırlara bağlı olan yalnızca kolektif hafıza değildir, bireylerin hafızaları da bu sınırlarla desteklenir ve onlarla tanımlanır” (Halbwachs 1992, 38, 39).

“Şehircilik ve mimarlık anlayışını, insan odaklı olacak biçimde geçmiş kültürel değişimi takip etmek, geçmiş kültürlerle ilgili derin bilgi sahibi olmak” üzerine inşa ettiğini iddia eden proje mimarı tarafından “restorasyonun modern mimariden önce yaşaması ve araştırılmasının da önemi” vurgulanıyor.6 Yalnız, Süleymaniye siluetini bozacak kadar semtin tarihi kimliğini reddeden bir köprüyü, Osmanlı’nın şehircilik anlayışıyla bağdaştırmanın olanaksız olduğu açıktır. Zira Prof. Cemal Kafadar, “Gündelik yaşamın estetiği Osmanlı’da kamu hizmetidir” diyerek, şehircilik anlayışında “görsel bütünlük”(visual integrity) kavramını çarpıcı bir biçimde vurgular. Bundan dolayı, Osmanlı distopyasına dönüşen “miras karşıtı” bir kentsel üretime maruz kaldığımızı görmek zorundayız. Halbuki, son on yıllarda üretilen kimlik politikaları gereği ‘Yeni Osmanlıcı’ olarak söyleme dahil edilen İslami burjuvanın, kültürel kimlik ve mekan ilintisi bağlamında kendisini Karaköy, Bebek, Nişantaşı, Cadde ya da Cihangir’le tanımlayamadığı anlaşılıyor. Dolayısıyla, yeni mahalle ve kamusal mekan üretimlerinin kentsel dönüşüm ve tasarım projeleri üzerinden ‘yeni kentli’ imajını da desteklemesi bekleniyor.

İstanbul gibi yüksek kolektif referanslara sahip bir şehirde, kentin ve kentlinin hafızasında yer etmiş sembolik mekanlar, o mekanların tek başına ve birbirleri üzerinden yarattıkları temsiliyetler yoluyla kimlik ve aidiyet kurgusunda referans olurlar. Oysa ani müdahalelerle hem kentin hafızası hem de toplumsal hafızada yarıklar oluşmakta. 2005’ten bu yana, kamuoyuna başvurulmadan, kentin yaşayanı göz ardı edilerek, yangından mal kaçırırcasına gerçekleştirilen bu müdahaleler dokuya ağır darbeler indirmeye devam ediyor. Üstelik bu konuda dinmek bilmeyen bir hınç ve yağma hırsıyla karşı karşıya kalındığı ortada. Öte yandan, bugünlerde, arazilerle ilgili sorunlar ve hukuki engellemeler ise topyekûn çözüme kavuşmuş gözüküyor. Rantsal müdahalelerin ve kentsel dönüşüm projeleri için deprem riskinin bahane edildiği dönem bile geride kalmışa benziyor. Örneğin; düzenleme kurulu olarak görev yapan ve mülkün özel girişimcilere devredilmesi konusunda aracı olan Vakıflar Genel Müdürlüğü, sadece envanter tutan bir kurum olma yolunda.

Baş döndüren bir rant aracı olarak ayrışması, kenti, Disneyleştirme heveslisi proje sermayedarlarının hedefi haline getirirken, kent mekanının siyasallaşmasını da beraberinde getiriyor. Yıkma ve yepyeni yapma histerisiyle gelen rantçıl dönüşüm ve yenileme projeleri, şehrin tanınmaz hale gelmeye başlayan yüzünü kolektif hafızadan silmek ister gibi.

Yukarıdaki tartışmaya ek olarak, silinen bellekler ve deforme olmaya başlayan kültürel sembollerle kurgulanan kimlikler üzerinde de durmak gerek. En başta, bolluk için imal edilen ve değiştirilen mekanlar, izole edilmiş, bağlamsallığından kopartılmış ve etkisizleştirilmiş anlatıcılar olarak ikna edici olamazlar. Kent mekanında gerçekleştirilen ani müdahalelerle metaforik gösterge yığınlarına yer verilmesiyle bu tasarıma göre paketlenen sosyal pratikler, sürdürülebilir şehircilik anlayışından ve nihai olarak demokratik toplumsallaşma idealinden uzaklaşır.

Konuya paralel olarak, bu tür ani değişimler, Harvey tarafından “zaman-mekan sıkışması” olarak adlandırılır. Antalya’da yapılan Kremlin Sarayı, İstanbul’da yapılan Boğaziçi Yalıları ve bitki örtüsüyle birlikte Alaçatı Evleri, Edirne’deki Süleymaniye Camii’nin replikası olarak Ataşehir’de yapılan Mimar Sinan Camii aslından daha öte bir gerçekliğe (hiper gerçeklik) işaret eder. Kavram; gelip geçicilik, imajlar, paradigmatik refleks ve gösterge tüketimiyle, yani sadece maddi kültürle ilgilidir. (Urry 1995, 242, 243).


Sosyo-kültürel kimlikler ve İstanbul’a özgü o çok sesliliğin ifade bulduğu bir kare: Süleymaniye (fotoğraf: Canan G. İnan.)

Halbuki mekan, sayısız çekmecesinde zamanı sıkıştırılmış halde tutandır. Belleğin rafları ve sandıklarında duran mekan ve imgeleme ait düşleriyle, koku ve sembol hatırasıyla kimlik kurgusuna temel olan bir poetikadan söz etmek te mümkündür (Bachelard 1996, 101). Bir başka açıdan, mekanın poetikasına bakmak gerek. İstanbul, kültürel olarak değil, ama imparatorluk olarak kayıp bir şehirdir. Şehrin her köşesine sinmiş “hüzün imgeleri”yle, bir tür “giz imgeleri”yle ve “düşsel değerleri”yle kendi geçmişine hasret duyan kayıp bir şehir (Işın 2010, 63). Şimdilerdeyse, İstanbul’un sunduğu zengin imgelem, sevinçten çok o özgün hüznü taşımakta.

Kaynakça

Bachelard, Gaston. Mekanın Poetikası. Çev. Derman, Aykut. İstanbul: Kesit Yayıncılık, 1996.
Baudrillard, Jean. Simülakrlar ve Simülasyon. Çev. Adanır, Oğuz. İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 1982.
Baudrillard, Jean. Bir Parçadan Diğerine, François L’Yvonnet ile Söyleşi, çev. Avunç, Yaşar, İstanbul: İnkılap, 2009.
Connerton, Paul. How Societies Remember, Cambridge: Cambridge University Press, 1989.
Foucault, Michel. Özne ve İktidar,çev. Ergüden, Işık ve Akınhay, Osman, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2005.
Halbwachs, Maurice. “The Social Frameworks of Memory”, der. ve çev. Coser, Lewis, On Collective Memory içinde, s. 37-192, Chicago: University of Chicago Press, 1992.
Işın, Engin F. “Bir Şehrin Ruhu: Hüzün, Keyif, Hasret”. In İstanbul Nereye? Küresel Kent,
Kültür, Avrupa, eds., Deniz Göktürk, Levent Soysal and İpek Türeli, 62-79. İstanbul: Metis Yayınları, 2010.
İnan, 
Canan Gülseren. Urban Problematic of Cultural Management in Historical Fragments in Istanbul: A Case Study in Fener-Balat and Süleymaniye (Yayınlanmış yüksek lisans tezi). Yeditepe Üniversitesi, Antropoloji Bölümü, İStanbul.

1 http://whc.unesco.org/en/soc/3298

2 http://whc.unesco.org/en/soc/3298

3 http://bianet.org/bianet/toplum/136711-halic-e-baska-bir-kopru-mumkun

4 www.dijimecmua.com/flash/index=5416&page=37,15.08.2016

5 http://v3.arkitera.com/s64-hakan-kiran.html

6 http://www.hakankiran.com/

Etiketler

1 Yorum

  • korhan-gumus1 says:

    3. Köprü felaketi… Bu iş nasıl başımıza geldi?
    Biz olayın bir tarafına bakıyoruz. Oysa popülist otoriter yönetimler aynı zamanda kendi kamu yararını temsil eden sembolik sınıfın sistemi perdelemesinden besleniyor. Böylece siyaset değil, projeler üzerinden tartışılıyor.
    Kamusal akıl marjinalleştiriliyor. İMP gibi. Tekelci yapılar oluşturuluyor.
    Sonra karşı çıkıyormuş gibi yapılıyor ve asimetri yeniden üretiliyor.
    3. Köprü’ye bakarken, bunun toplumsal tabakalaşmalar arasındaki bir mücadele olduğu ihmal ediliyor. Neden “İMP muhalefeti” ile şehre bakılıyor hala? Sovyetler’de de unutulan şey devlet aygıtının kendisiydi. O kimleri temsil ediyordu? Kendisini!
    Sınıf çelişkisi kültür çelişkisi haline dönüştürülüyor ve perdeleniyor. Bu gerilim aslında sembolik şiddetin yer değiştirmiş hali. Bu görünmez neden (herkesin bildiği) kendisini bir çok yer değiştirme biçimiyle ortaya koyuyor. Böylece sistem kendisini yeniden üretiyor. Bu gerilim sol-sağ, modernist-muhafazakar taraflar arasındaymış gibi algılanıyor. Karşıtlık asimetriyi perdeliyor. Hakan Kıran gibiler de bu yüzden toplum hareketinden falan söz edebiliyor. Mesele bu oyunu değiştirecek, mekanlarla, yani canlılarla ve cansızlarla kurulan bu nesneleştirici rejimi sorgulayacak bir siyasal hareketin yokluğu….

Bir yanıt yazın