Katmanlar Arası Geçiş

Bu yazıda zeminin insan ile kurduğu ilişki inceleniyor.

İnsanlar, farklı coğrafyalarda, farklılaşan yerlerin sunduğu veriler ile hikayeler üretir ve bu hikayeleri yapma eylemi ile birleştirerek var olur. Bu var olma eylemi ile insan, sınırsız sayıda olan hikayelere belirli çerçeveler çizerek ‘o yerde’ kendi hikayesini yazmaya başlar. ‘O yer’ dendiğinde aslında bir tanımsızlık vardır. Zihinde herhangi bir imge oluşması zordur. İnsan, var olmaya başlamak için yerin verdiği bu tanımsızlığı ortadan kaldırmak durumundadır. Yer üzerinden bir tanımlama ve betimleme yapılmaya başlanıldığı zaman ise zemin üzerine konuşulmaya başlanmaktadır. Çünkü ‘o zemin’ dendiğinde zeminin türü, sunduğu doğal veriler, belirli bir katmandaki yapılaşma, çeşitli oluşumlar ve eylemlerin gerçekleştiği dolayısıyla bir zamansal ve mekânsal akışın olduğu katman tanımlanmaktadır. Bu akışın bir parçası olarak üretilen hikayelerin, yapma eylemi ile birleşmesiyle zemin, bazen bir değişim-dönüşüm aracı bazen bir ayırıcı bazen ise üzerine yapılaşabildiğimiz yerin bir katmanı olarak işlevlenmektedir. Yerin bu katmanında gerçekleşen akış ve akışın bir sonucu olan eylemler ise her zaman canlılığa ihtiyaç duymayabilir. (Doğadaki temel kuvvetler gibi). Ancak çoğu maddenin, eylemlerini gerçekleştirebilmesi için zemin katmanına ihtiyacı vardır. Bacaklarımız, yürümek için zeminin üzerindedir. Kuşlar, uçarken yorulduklarında zemine konar. Bir kar tanesi, savrulup zemine düşer. Su zeminden akar veya zemindeki çukura dolup taşar. Uçmak zeminden uzaklaşmak, yüzmek zeminle aramıza mesafe koymaktır. Bitkiler, zeminde yeşerip zeminde kurur, kuruyan yaprak zemine düşer, düşen yaprak çürür, çürüyen yaprak toprağa karışır, döngüler zeminde gerçekleşir. Ateş zeminde yanar. Tekerlek zeminde yuvarlanır. Yazı, zeminde bulunur. Ticaret zeminde yapılır, ekonomik sistemler oluşur, sistemler yönetir, yönetimler karar verir. Berlin’de duvar, zemine örülür. Fransa’da devrim, zeminde yapılır. Hiroşima’da bombalar zemine düşer. Demirler zeminde dövülür, fetihler zeminde yapılır, sınırlar zemine çizilir, sınırların içine medeniyetler kurulur, dinler medeniyetlerde yayılır, kültürler medeniyetlerde oluşur. Haklar zeminde aranır, haklara müdahale edilir, müdahaleye karşı özgürlük, zeminde kazanılır. Kısacası var olmak için yazılan iyi-kötü hikayelerde ve buna bağlı olarak yapma eylemlerimizde beden-yer çekimi ilişkisinin de etkisiyle zemin kaçınılmaz bir ihtiyaçtır. Gerçekleşmek için doğrudan veya dolaylı olarak zemine ihtiyaç duyan ya da canlılığa bağlı olan-olmayan eylemler varoluşumuzun temelini oluşturan özlerden biridir. Dolayısıyla insanın zeminle kurduğu ilişki varlık sebeplerinden biridir.

Zeminin tanımlanması

Zeminle kurduğumuz ilişkiler, çeşitli eylemler üzerinden bir çok şekilde ele alınabilir. Ancak bu yazıda varlık sebebine meydan okunulduğu düşünülen zeminle olan ilişkimize ‘mesafelenme’ eylemi üzerinden yaklaşılmıştır. Zeminle olan mesafelenme iki şekilde gerçekleşmektedir. Yeraltı yapılarıyla ve yerüstünde kat kat yükselen yapılarla. Her iki uzaklaşma eyleminin de kendine göre mekan karşılıkları ve bu mekanların toplumu dönüştürme potansiyeli vardır. Zemin ise dikey hiyerarşideki bu ilişkiler aksını düzenleyen bir köprü gibi hem mekanları hem de ilişkileri birbirlerine bağlamaktadır. Bu dikey hiyerarşideki mekanlar arasında yükseldikçe veya alçaldıkça bazı toplumsal sistemlerin bir sonucu olarak öğrendiğimiz ve diğer insanlarla birlikte var olan bazı davranışlarımızda da ( hoşgörü, kabalık, kibir, saygı, ego vb.) olumlu veya olumsuz anlamda değişiklikler olmaktadır. Yine yönetme yönetilme, karar verme-kararlara uyma, yaptırma-yapma, sömürmek-kazanç sağlamak, ezme-ezilme, katılımcı olmak-katılımı kısıtlamak, kamusallaşmak- kamusallaşmaya engel olmak gibi ikircikli eylemler ise toplumdaki sınıfsal sistemleri (seçkin sınıf-halk, elitler-proleterler, okuyanlar-cahiller, yöneticiler-yönetilenler vb. ) dönüştürmektedir. Dikey olarak zeminden yükseldikçe veya alçaldıkça, sınıfsal sistemlerdeki geçişler de daha katı bir hal almaya başlamaktadır. Çünkü mevcut düzenin bir sonucu olarak bize dayatılan budur. Sınıflar arası geçiş dayatması, çocukluk hayallerimizden itibaren bize empoze edilir. Çünkü kimse ikircikli eylemler de negatif tarafta olmak istemez. Belki de bu noktada problem zeminle olan mesafelenmemizdedir. Bu mesafelenme ortadan kalkarsa sistemsel eylemlerdeki zıtlıklarda ortadan kalkabilir. Zeminle mesafelenmek yerine olup bitenlerin içinde olmak sınıfsal ayrımları, toplumsal sistemleri ve toplumsal davranışlarımızı düzenleyebilir. Geçişler daha esnek, eylemler daha canlı ve ilişkiler daha yaşanılır olmaya başlayabilir.

Bu yazının devamında, kişisel gözlem ve deneyimlerin, tecrübelere dönüşmesiyle mesafelenme eylemi üzerinden zeminle olan ilişkimizin nasıl günlük hayattaki ilişkilere yansıdığı? İnsanın, zeminle kurduğu ilişkide nasıl var olduğu? Bu varlık ilişkisinde zeminin, nasıl ilişkileri düzenleyici bir role sahip olduğu? Ve zeminle kurulan ilişkilerin, yalnızca fiziksel algılanmalar üzerinden mi gerçekleştiği? Gibi bazı soruların cevapları aranmaya çalışılmıştır.

Zemin

Yerüstündeki yapılarda, kat kat yükselirken çeşitli eylemler için ihtiyaç duyduğumuz zeminden uzaklaşmak günümüzde bazı şeylerin göstergesi olarak kabul edilebilir. Bu bazen parasal gücün bazen ise mutluluğun göstergesidir. Ama bu göstergeler, çoğu zaman bir sanıdan ibarettir. Çünkü ‘bulutlara yakın olmak’ veya ‘bazen uçmanın hayalini kurmak’ zemindeki ilişkilerden uzaklaştığımızı sandığımız, iç dünyamıza çekildiğimiz, zemindeki ilişkilere farklı bir bakış açısı oluşturarak kendi sorgulamamızı yaptığımız ve kendimizle baş başa kalma halinde akışı durdurarak zeminden uzaklaştığımız anlar, ilişkileri anlayabilmek adına geliştirdiğimiz bir kaçma halidir. Ama bu kaçma halinin farkında olmamız bizi ilahi bakış açısıyla zeminde olup bitenlere metrelerce yüksekteki gökdelenlerden bakan tepegözlerden farklılaştırır. Tepegözler, zemindeki ilişkilerin içinde bulunmadan yargılama, karar verme, yorumlama ve eleştirme gibi bazı toplumsal ilişkilere bağımlı olan eylemlerin içinde olmadan ‘tepeden her yeri gördüklerini sanıp’ gündelik hayatın ötesine geçtiklerini düşünmektedirler. Öteye geçme eylemi, eylemlerin içinde bulunarak olaylara, durumlara veya ilişkilere farklı yaklaşımlar geliştirmektir. Fiziksel olarak koparak toplumun içinde olduğunu sanmak değildir. Bu sanı mıdır onlara bu eylemleri yaptırtan? Yoksa bazı sistemlerin getirisi midir onları cesaretlendiren? Bu cesaretle, yerüstü yapılarında kat kat yükseldikçe gündelik hayattan da parça parça kopuyoruz. Dolayısıyla eylemlerden de uzaklaşıp bir çeşit eylemsizlik haline geçiyoruz. Oysa insan eylemlerde bulunmak zorundadır. Eylemsizlik, mutlak ölüm halidir. Canlı olduğunu sansa da ölüdür. O halde eylemler için zemine ihtiyaç duymaya başkaldırı, hayatta kalma içgüdümüze karşı koymaya çalışmak değil midir? Neden o zaman bu karşı koyma? Dünyanın en yüksek yapısı diye ülkelerin birbirleriyle başlattığı anlamsız yükselme savaşında, yüksek yapıların bilmem kaçıncı katında oturmak maddi gücümüzü mü gösterir? Bu güç gösterisi insanlara karşı mıdır yoksa zeminle olan ilişkimize karşı mı? Tek taraflı açtığımız bu yükselme savaşının bir sonucu olarak doğan ikircikli eylemlerin, toplumun güç olarak algıladığı tarafında olmak savaşı kazandığımız anlamına gelmez. Çünkü tüm ilişkileri yok sayıp zeminle sadece görsel temas kurmak, ilişkilerden kopmak, toplumun içinde olmamak, gökyüzünden zemini izlemenin verdiği ulaşılmaz his, şatafat, gösteriş, zemine karşı açtığımız savaştan ziyade hayatta kalma içgüdümüze karşı açtığımız bir savaştır dolayısıyla zemine karşı mesafelendikçe yazdığımız hikayelere de yani varlık sebeplerimize de mesafelenmekteyiz. Varlığımıza karşı bu meydan okuma daha ne kadar sürebilir veya sürdürülebilir mi? Bu karşı gelmeye dair bir çok soru sorulabilir ama belki de tüm bunları bir kenara bırakarak zeminle mesafelenmek yerine onunla barışıp eylemlerin ve akışın içine dönmek bir çözüm olabilir eğer arıyorsak…

Yerüstü yapıları

Peki ya zeminle, negatif yönlü mesafelenerek yeraltında yapılaştığımız mekanlar, ilişkilerimizde nasıl karşılık bulmaktadır? Öncelikle yeraltı yapılarında, yeraltı dünyasının da getirdiği doğal ışıksız bir ortam, geçirimsiz malzemeler, katı sınırlar, ve tüm bu katılıkların bir sonucu olarak ilişkilerin de bazen katı olabildiği bir yeraltı kültürü vardır. Bu kültür, toplumsal algı da çeşitli nedenlerden dolayı olumsuz olarak karşılık bulur. Bu karşılığın nedeni belki de çevreyle ilişkimizin sınırlanmasından dolayı algıladıklarımızın da minimum seviyeye inmesi ve kendimizi bazı toplumsal sistemlerin veya düzenlerin dışındaymışız gibi hissetmemiz olabilir. Bu dışındaymış gibi olma durumu yeraltı yapılarının, işlevlerinde de birtakım yapma biçimlerine dönüşmüştür. Gizlenme, saklanma, sınırlanma, veya ilişkisizleşme gibi yapma biçimlerinin bu yapılardaki işlev karşılığı, bir yerden bir yere hızlıca ulaşmak, ışığa ihtiyaç duymayan birimleri gömmek, büyük hacimleri saklamak veya malzemeleri depolamak gibi bazı işlevlerdir. Yeraltı yapıları çoğunlukla bu işlevlerin dışında kullanılmazlar çünkü iç dış olma durumundaki dışa yani çevresel ilişkilere, katı bir sınır çekerler ve bu sınır, yapıların işlev dışı kullanımını azaltır. Geçirimsiz sınırlar, algılarımızı tek mekan içerisine hapsedip çoğu zaman ilişkisiz durumlar doğurur. Oysa insanlar, akışın içinde olan ve gözleri hareketi arayan canlılardır. Işığın girmediği hareketin olmadığı mekanlarda karanlığa bakmak hangi umudu yeşertebilir veya hangi aydınlığı hayal ettirebilir? Bu karanlık ortamda, aydınlığı aramak için kafamızı kaldırdığımızda eğer bir ışık belirtisi varsa bu belirti, ışığın karanlıkla buluştuğu nokta olan zemindedir ve varlığımızı hissettiğimiz andır. Bu anda, ışıktan uzaklaşıp karanlığa doğru yapılaştıkça varlık hissi de aynı oranda azalır. Varlık hissinin azalması, yeraltı yapılarının, üretim ve yaşama aşamalarında da katı ilişkilerin doğmasına sebep olur. Bu aşamalarda çalışanlara karşı yapılan veya çalışanların kendi aralarında yaptığı emek sömürüleri, baskılar, baskılardan dolayı kaygılanma, iletişimdeki değişimlerle doğan emir kipli konuşmalar, çıkar ilişkileri ve tüm bunların bir sonucu olarak varlık hissini yavaşça kaybeden, yeraltı yapıları gibi geçirimsiz, olaylara karşı tepkisiz ve aramaktan vazgeçen bir sınıf oluşmakta. Bu sınıf toplumdaki, ikircikli eylemlerin de olumsuz olarak görülen tarafındadır. Üzerine toprak atılarak saklanan veya gömülen yeraltı yapıları gibi varlık sebebini unutan bu sınıfta üzerine toprak atılarak gömülmüş veya saklanmış gibidir. Zaten sert olan ilişkilere körükle gitmektir bu. Yangını ise zemine karşı mesafelenmek…

Yeraltı yapıları

Yeraltı yapılarından yerüstü yapılarına mekanlarla kurduğumuz dikey ilişkide zemin bir ayırıcı mıdır? Yoksa mesafelenmek, uzaklaşmak, yakınlaşmak, alt üst ilişkisi, sürtünme, keskinleştirme, inceltme gibi bazı fiziksel algılanmalar ile zemin, eylemlerimizi ‘düzenleyici’ bir role sahip olabilir mi? Bu rol, zemine mesafelenen mekanlar üzerinden bazı sistemleri değiştirip veya dönüştürüp şuan yaşanan kitlesel problemlerin ( varlığını unutan birey ve toplumlar, ilişkisiz anlar, sınıfsal sistemler, bağlamından kopuk durumlar vs. ) Yeraltı yapılarıözümü için bir çıkış noktası olabilir mi? Bu soruların cevapları, zeminin fiziksel algılanmalar üzerinden mesafelenme eylemini yeniden tanımlaması ve tanımlananların fiziksel mekana yansımasıyla şekillenmektedir. Şekillenen mekanlar arası oluşan dikey hiyerarşi de ışığın karanlıkla, benliğimizin toplumla, varlığımızın yoklukla, umudun nevmitle ve duyguların mantıkla çakıştığı nokta olan zeminde, yeni hikayeler yazılır ve yeni yapma biçimleri oluşur. Bu ilişkiler arasında mesafelendikçe sistemler oluşur. Sistemler, toplum ilişkilerinde ikircikli eylemlerin yaşanmasına neden olur. Bu noktada canlı doğasına aykırı eylemlerde bulunma, insan doğasına yön vermeye başlayıp sonucunda ise oluşan toplumsal sınıfları normalleştirir ve ilişkileri, zemine karşı mesafelenmeye zorlar. Mesafelenen noktalardan birinde tepegözler varken diğerinde sömürülen hayatlar vardır. Bu iki kutup arasındaki geçişler o kadar katılaşmıştır ki taraflar, ilişkilerin nasıl yaşandığını unutmuştur. Yukarıdakiler yaşadıkları hayatı normal sanarken, aşağıdakiler normalleştirilmeye zorlanmıştır. Belki de bu noktada normal olan zemindir. Canlı-cansız varlıkların ilişkilerinin devamlılığını sağlayan ve var oluş için gereken akışları varlıkların sorumlu olduğu eylemler üzerinden gerçekleştiren zeminin düzenleyici rolü ise burada önem kazanır. Varlığımız için gereken tüm ilişkiler ondadır. Zemin, bu ilişkiler arasındaki geçişleri belirler, eylemleri düzenler, gerçekleri yaşatır, ilişkileri algılatır, hikayeler yazdırır ve yapma biçimleri oluşturur. İşte zemin denen ince tanımlı çizgi, bundan ibarettir. Var olmak.

Fiziksel algılanmalar ile zemin

 

Bu gönderiyi Instagram’da gör

 

Ekin Yıldız (@ekn_yldz)’in paylaştığı bir gönderi

Etiketler