İlk olarak 27 Nisan 2011 tarihinde bir animasyonla birlikte kamuoyuna “çılgın proje” olarak duyurulan Kanal İstanbul projesinin güzergah olarak Avcılar – Küçükçekmece Lagün Havzası – Sazlıdere – Durusu kent koridoru üzerinde olacağı bilgisi 15 Ocak 2018 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanı Ahmet Arslan tarafından kamuyla paylaşıldı. 45 kilometre uzunluğunda, 25 metre derinliğinde ve 250 ila 1000 metre arasında olmakla beraber farklı kaynaklarda çeşitli genişlikler duyurulan projeye dair 27 Şubat 2018 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan bilgilendirmede, projenin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) başvuru dosyasının uygun bulunarak ÇED sürecinin başladığı kamuoyuna duyuruldu. Bu paylaşımın hemen ardından birçok meslek odası, sivil toplum örgütü, platform, inisiyatif ve çeşitli medya organları tarafından Kanal İstanbul projesinin gerçekleşmesi halinde, bilimsel veriler ve araştırmalar ışığında ortaya çıkması mutlak ekolojik sorunlar hakkında endişeler ve hatta uyarılar dile getirildi. Elbette, bahsedilen ekolojik sorunların sadece ülkemizi değil, geniş ölçekte tüm ekosistemi çok ciddi olarak olumsuz etkileyecek olması bu projeyi her anlamda çok tehlikeli kılmakta. Bu anlamda Kanal İstanbul projesinin gerçekleşmesi halinde ne denli sarsıcı ekolojik tahribata neden olacağının kamuoyu tarafından anlaşılmasının çok önemli olduğu bir gerçek. Bununla birlikte, bu projeye ilk başta neden gerek duyulduğuna, neye dayanarak böylesi bir projeye girişildiğine tekrar ve ısrarla dikkat çekmenin de aynı ölçüde önem taşıdığına inanıyoruz. Kanal İstanbul projesinin, kentin ve kentlinin ihtiyaçlarından kopuk olduğunun ve yalnızca yoktan yeni bir kentsel odak var ederek, bu alanlardan “rant elde etmek” amacı taşıdığının altını bir kez daha çizmek istiyoruz.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Arslan’ın açıklamalarında olsun, çeşitli medya organlarındaki projeyi olumlayan haberlerde olsun, Kanal İstanbul projesinin esas amacı “İstanbul Boğazı’ndaki riskli geçişleri azaltmak ve İstanbul’un cazibesini arttırmak” olarak sunuluyor. Bunun dayanağı olarak da hem İstanbul Boğazı’ndan her gün geçen, bazıları tehlikeli madde taşıyan transit yük gemilerinin kent için teşkil ettikleri kaza riskleri, hem de Montreaux Boğazlar Sözleşmesi’yle düzenlenen transit gemi geçişlerinin ücretsiz olmasının ekonomik faydasızlığı gösteriliyor. Dünyadaki diğer kanal düzenlemelerinden, özellikle Panama Kanalı ve Süveyş Kanalı’ndan örnekler verilerek Kanal İstanbul’a kentin ihtiyaç duyduğu algısı yaratılsa da, rıza üretmeye yönelik bu taktikler proje hakkındaki gerçekleri uzaktan yakından yansıtmıyor.
Öncelikle Kanal İstanbul, Panama veya Süveyş Kanalı gibi deniz ulaşımında ciddi anlamda mesafe kısaltan bir alternatif sunmayacağı için, ücretsiz geçiş hakkı uluslararası bir sözleşmeyle korunan İstanbul Boğazı’ndan geçmek yerine Kanal İstanbul’dan geçilmesi hem anlamsız hem de uluslararası hukuka ters düşecek bir öneridir. Marmara Denizi’nden Karadeniz’e geçişlerden (ya da tam tersi) bahsedildiği düşünülürse Kanal İstanbul da deniz ulaşımı bakımından yasal olarak Montreaux Sözleşmesine riayet etmek zorunda olacaktır. Aksi durumda uluslararası bir kriz yaşanacağı ve hatta ülkenin yasal yaptırımlarla yüz yüze gelmesinin söz konusu olacağı aşikardır. Fakat projenin ülke ekonomisine fayda sağlayacağı üzerine kurulu bu çarpık söylemle, projenin halk tarafından meşru ve hatta gerekli bulunması amaçlanmaktadır.
Kent Hakkı Kimin Hakkı? Kent Hakkının İğfali
Bakan Arslan’ın konuşmasında geçen bir diğer amaç ise bölgede yaşayan vatandaşlar için modern bir yaşam sağlamak, kentsel dönüşümle bölgedeki çarpık kentleşme sorunun önüne geçmek olarak karşımıza çıkmakta. Projenin güzergahındaki semtlerde çoğunlukla kentsel ölçekte yoğun bir yerleşim bulunmaması, kent merkezindeki arazilerin değişim değeri artışlarına neden olan ulaşım kolaylığı, merkezi iş alanına yakınlık, sosyal donatı ve kamusal hizmetlerin dağılımı gibi etkenlerin azlığı ya da yokluğu açısından çarpık kentleşmenin söz konusu olamayacağı bir gerçektir. Çarpık kentleşme kentin geneline dair makro ölçekte bir sorun olup uzun yıllardır çeşitli yönetimlerce neden olunmuş bir sonuçtur. Bu sorunun, noktasal olarak, ve hatta kentleşmeyi teşvik eden bir mega projeyle asla çözülemeyeceği; aksine üst ölçekte kentleşmeyi arttırmak yerine kontrol altına alan projeksiyonlar oluşturulup planlamanın buna göre yapılıp hayata geçirilmesiyle uzun vadede çözülebileceği meslek uzmanlarınca sabittir. Adeta aklımızla alay eden bu propaganda söylemleri halkı düpedüz yanıltmaya ve bu projeyi olduğunun tam tersi olarak yansıtmaya yöneliktir.
Bakan Ahmet Arslan’ın ve Kanal İstanbul proje koordinatörü Bora Erdem’in yaptığı açıklamalarda projenin 2011 yılındaki kurgudan farklı olarak 8-11 köprü yerine 6 köprüye, 1.200.000 nüfus yerine 500.000 nüfus için bir şehir planlamasına, kanalın yapımında çıkacak hafriyat toprağıyla yapılacak yapay adalara, gökdelenler yerine 6 katlı, silueti bozmayan kademeli yapılaşmaya ve “cam mimari” yerine Anadolu Selçuklu motifleriyle “geleneksel” mimariye sahip olacağı bilgileri verildi. Bu bilgilerden anlaşılan İstanbul’un içinde bir kent daha kurulmasına girişildiğinden başka bir şey değildir. Son zamanlarda sıklıkla tartışmalara konu olan İstanbul siluetinin bozulmasından duyulan kaygı giderilmiş, sanki projeyle ilgili tek sorun “milli kimlik” ve kentsel siluetmiş gibi bunlar üzerinden projeye karşı çıkanlar konsolide edilmiştir. Böylece kötünün iyisine razı etme yöntemi izlenmiş, kamuoyuna 500.000 nüfuslu bir yeni bir şehrin neden yoğunluktan yaşanamaz hale gelmiş bir metropole kurulmaya kalkışıldığı açıklanmamıştır.
Burada kent içinde kent üretmeye kalkışan Kanal İstanbul projesinin neden bu amacı güttüğünü biraz açmak gerekiyor. Fransız düşünür Henri Lefebvre yapıtlarında günümüzde kentsel mekanın üretiminin kullanım değerindense değişim değeri üzerinden belirlendiğini, bu değişim değeri üzerinden çıkar sağlayan sermaye sınıfının halkı kentsel yaşamın dışına ittiğine ve halkın kente müdahil olma olanağını yitirmesine neden olduğunu açıklar. Kanal İstanbul projesi, kentte hızla değişim değeri üretecek alanların tükenmesinden ötürü yeni rant alanları açmak için kentin tüm dengelerini alt üst eden, ideal durumda halkın sahip olması umulan kent hakkının sermaye tarafından ele geçirildiği bir proje olarak tam da bu durumu örnekler. Sermaye sahipleri değişim değeri üzerinden elde ettikleri artı-değeri artı ürüne çevirmek, sonrasında da bu artı ürünü daha çok artı-değer meydana getirebilmek için yatırıma dönüştürmek zorundadır. Bu yüzden sermaye sahipleri kentsel ölçekte sürekli yeni yatırım yapacakları alan ararlar; fakat kent doğal sınırlarına yaklaştığından dolayı zamanla bu alanlar azalarak son bulur. Bu noktada da Kanal İstanbul Projesi’nde olduğu gibi, sermaye sahipleri tarafından yeni rant alanları yaratılması ihtiyacı doğar. Artık kentsel mekan büyük ölçüde sermayenin kentsel mekanı tüketimi üzerinden şekillenmektedir; kentli safdışı bırakılmıştır. Kentliler, “kullanıcı ve kentin niteliklerini üretici olma durumundan, devasa bir tüketim döngüsünün figüranlarına” indirgenmiştir.
Kanal İstanbul’un Güzergahındaki Mahalleler
ÇED yönetmeliği gereğince 27 Mart 2018 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı ile Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı yetkililerince gerçekleştirilen Halkın Katılımı toplantısında verilen bilgiye göre, “4 ilçe sınırları içinde, 37 mahallede bulunan 273 bin hanedeki 996 bin kişiyi ilgilendiren proje” için rezerv alanı ilan etme süreçleri hızla yaşanmaya başlandı. Rezerv alanı ilanları Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na dilediği gibi plan ve proje yapma yetkisi vermek için hukuki zemin oluşturmaktadır. Böylece rant odaklı kentsel dönüşüm uygulamalarının önü açılarak, İstanbul’un çeşitli mahallelerinde gerçekleştirilen mahallenin yerli halkını yerinden edilmesi süreci tekrarlanacaktır., kent toprağının değişim değeri kısa sürelerde katlanmasını getiren lüks ve büyük ölçekli projeler üst gelir grubuna parlak bir yaşam stili resimleyen vaatlerle pazarlanarak kent soylulaştırılmaktadır. Yakın geçmişte yaşanan Sulukule ve Tarlabaşı mahallelerindeki müdahalelerden de benzer süreçleri hatırlayabiliriz. Bu mahallelerde verilen hukuk mücadeleleri ve daha da önemlisi kamuoyunun yarattığı baskı meyvesini vermiş, bu müdahaleler projede yer alan “star mimarların” dahi süreçten ayrılmak zorunda kaldıkları, topal kalmış bir projeye dönüşmüştür.
Burada esas nokta, kent hakkında verilen kararların hiçbir şekilde kentlilerin ihtiyaçlarına dayanmayıp, yeni bir ekonomik çark olması amacıyla yoktan bir kıyı yaratılıp, bu kıyıya koca bir şehrin keyfen yapılmaya kalkışılmasıdır. Üstüne üstlük bu projenin Varlık Fonu üzerinden, yani halkın vergileriyle finanse edileceği de bilinmektedir. Böylesi tehlikeli ve müthiş pahalı girişim, halihazırda yapı fazlası bulunmasına karşın daha fazla yapı üreterek hem halkı daha da fakirleştirecek, hem de dengesiz bir ekosistemin sonuçlarına maruz bırakacaktır. Barınma hakkı, yaşama hakkı gibi temel haklardan olan kent hakkına sahip çıkılırsa kentleşme ve sermaye arasındaki bağlantı tersine çevrilip kent hakkında söz söyleme, kentsel mekanı şekillendirme hakkı halk tarafından yeniden kazanılabilecektir. Kanal İstanbul projesi kadar tehlikeli, yıkıcı etkileri olacağı uzmanlarca ısrarla ortaya koyulan bir rant projesinin iptal edilmesi için, kentliler olarak hepimiz, ama en çok da bu projenin gerçekleştirilmesinde payı olan meslek uzmanlarının alanlarından (kentsel tasarım, şehir ve bölge planlama, mimarlık, peyzaj mimarlığı, inşaat mühendisliği, çevre mühendisliği, sosyoloji…) olan kişiler, kent hakkımıza sahip çıkıp kentsel mekandan adil olarak yararlanma talebimizi yükseltmek sorumluluğunu taşıyoruz.
Kanal İstanbul projesi sosyal, ekonomik ve ahlaki olarak yanlış ve sermayenin çıkarları için üretilmiş bir projedir ve iptal edilmelidir! Mimar meclisi olarak tüm mimarları, mimarlık öğrencilerini, akademisyenleri “rant için değil, halk için mimarlık” yapmaya çağırıyoruz!
İlk olarak 27 Nisan 2011 tarihinde bir animasyonla birlikte kamuoyuna “çılgın proje” olarak duyurulan Kanal İstanbul projesinin güzergah olarak Avcılar – Küçükçekmece Lagün Havzası – Sazlıdere – Durusu kent koridoru üzerinde olacağı bilgisi 15 Ocak 2018 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanı Ahmet Arslan tarafından kamuyla paylaşıldı. 45 kilometre uzunluğunda, 25 metre derinliğinde ve 250 ila 1000 metre arasında olmakla beraber farklı kaynaklarda çeşitli genişlikler duyurulan projeye dair 27 Şubat 2018 tarihinde Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından yapılan bilgilendirmede, projenin Çevresel Etki Değerlendirmesi (ÇED) başvuru dosyasının uygun bulunarak ÇED sürecinin başladığı kamuoyuna duyuruldu. Bu paylaşımın hemen ardından birçok meslek odası, sivil toplum örgütü, platform, inisiyatif ve çeşitli medya organları tarafından Kanal İstanbul projesinin gerçekleşmesi halinde, bilimsel veriler ve araştırmalar ışığında ortaya çıkması mutlak ekolojik sorunlar hakkında endişeler ve hatta uyarılar dile getirildi. Elbette, bahsedilen ekolojik sorunların sadece ülkemizi değil, geniş ölçekte tüm ekosistemi çok ciddi olarak olumsuz etkileyecek olması bu projeyi her anlamda çok tehlikeli kılmakta. Bu anlamda Kanal İstanbul projesinin gerçekleşmesi halinde ne denli sarsıcı ekolojik tahribata neden olacağının kamuoyu tarafından anlaşılmasının çok önemli olduğu bir gerçek. Bununla birlikte, bu projeye ilk başta neden gerek duyulduğuna, neye dayanarak böylesi bir projeye girişildiğine tekrar ve ısrarla dikkat çekmenin de aynı ölçüde önem taşıdığına inanıyoruz. Kanal İstanbul projesinin, kentin ve kentlinin ihtiyaçlarından kopuk olduğunun ve yalnızca yoktan yeni bir kentsel odak var ederek, bu alanlardan “rant elde etmek” amacı taşıdığının altını bir kez daha çizmek istiyoruz.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Arslan’ın açıklamalarında olsun, çeşitli medya organlarındaki projeyi olumlayan haberlerde olsun, Kanal İstanbul projesinin esas amacı “İstanbul Boğazı’ndaki riskli geçişleri azaltmak ve İstanbul’un cazibesini arttırmak” olarak sunuluyor. Bunun dayanağı olarak da hem İstanbul Boğazı’ndan her gün geçen, bazıları tehlikeli madde taşıyan transit yük gemilerinin kent için teşkil ettikleri kaza riskleri, hem de Montreaux Boğazlar Sözleşmesi’yle düzenlenen transit gemi geçişlerinin ücretsiz olmasının ekonomik faydasızlığı gösteriliyor. Dünyadaki diğer kanal düzenlemelerinden, özellikle Panama Kanalı ve Süveyş Kanalı’ndan örnekler verilerek Kanal İstanbul’a kentin ihtiyaç duyduğu algısı yaratılsa da, rıza üretmeye yönelik bu taktikler proje hakkındaki gerçekleri uzaktan yakından yansıtmıyor.
Öncelikle Kanal İstanbul, Panama veya Süveyş Kanalı gibi deniz ulaşımında ciddi anlamda mesafe kısaltan bir alternatif sunmayacağı için, ücretsiz geçiş hakkı uluslararası bir sözleşmeyle korunan İstanbul Boğazı’ndan geçmek yerine Kanal İstanbul’dan geçilmesi hem anlamsız hem de uluslararası hukuka ters düşecek bir öneridir. Marmara Denizi’nden Karadeniz’e geçişlerden (ya da tam tersi) bahsedildiği düşünülürse Kanal İstanbul da deniz ulaşımı bakımından yasal olarak Montreaux Sözleşmesine riayet etmek zorunda olacaktır. Aksi durumda uluslararası bir kriz yaşanacağı ve hatta ülkenin yasal yaptırımlarla yüz yüze gelmesinin söz konusu olacağı aşikardır. Fakat projenin ülke ekonomisine fayda sağlayacağı üzerine kurulu bu çarpık söylemle, projenin halk tarafından meşru ve hatta gerekli bulunması amaçlanmaktadır.