Gezi Parkı direnişi, kentsel kamusal alanların işgaline karşılık kentine ve geleceğine sahip çıkan insanların ayaklanmasıdır.
28 Mayıs’ta Gezi Parkı’na girip ağaçları sökmeye çalışan ekibi durdurmak, Gezi Parkı’na inşa edilecek Topçu Kışlası projesine karşı koymak için başlayan direniş bugün bir halk ayaklanmasına dönüşmüş durumda. Başbakan’ın ısrarla CHP’li ve CHP’nin uzantıları olan örgütler olarak nitelendirdiği ve Türkiye’nin her yerinde direnişe imza atan toplumun neden bu şekilde kenetlenerek direnişe geçtiğini sorgulamak gerekir.
Gezi Parkı’nda ‘birkaç ağaç’ı savunmak olarak başlayan eylemler, projeden geri adım atmayan İBB ve Başbakan’ın tavrı ile eylemler karşısında polisin uyguladığı şiddet sonucunda alevlenerek ülke çapında yankı uyandırdı. Neden bir park eylemi tüm Türkiye tarafından sahiplenildi diye sorarsak yanıtı basit. Gezi Parkı da Topçu Kışlası projesi de artık birer semboldü. Tüm Türkiye aslında son 30 yıldır gaspedilen hakları, yaşam alanları için mücadele veriyordu. Bu mücadelelerden biri elbette Gezi Parkı direnişinin de temelinde yer alan herkesin erişimine açık, toplumun her kesiminin kullanım hakkı olduğu kamusal alanların ele geçirilmesine karşıydı.
Marx, ünlü eseri Kapital’de feodalizmden kapitalizme geçiş sürecinde İngiltere’de köylülerin ortak alanlarına nasıl ve hangi yöntemlerle el konulduğunu yazmıştı. Köylülerin kollektif üretim ve yaşam alanları olan toprakları, birçok kanlı yasa ile ele geçirilmiş ve bireysel mülkiyet hakkı ile kullanım değerinden değişim değerine indirgenerek rantın kurbanı olmuştu. Marx’ın analizine geri dönüp bugünü değerlendirirsek aslında büyük bir paralellik kurmuş oluruz. Tıpkı köylülerin ortak alanlarının çitlenmesi gibi bizim de kentsel kamusal alanlarımız sermaye ve işbirlikçi kent yönetimleri tarafından ‘ekonomik gelişme’, ‘ülkenin gelişimi’ gibi söylemlerle ele geçirildi. Bugün de Gezi Parkı direnişiyle sembolikleşen mücadele gaspedilen tüm kamusal alanlarımızı, haklarımızı geri almak üzerine. Dolayısıyla bu süreçte direnişin haklı taleplerinden biri de ‘Kent Hakkı’ talebi oldu.
Kent hakkı kavramı 1968’de Henri Lefebvre tarafından ortaya atılmıştı. Lefebvre’e göre kent hakkı geleneksel kentin talebinden ziyade karşılaşma mekanı olan, kullanım değerinin öne çıkarıldığı, ortak yaşam pratiklerinin mekanı olan bir kent tahayyülüdür.* Lefebvre’nin kent hakkı kavramını bugün yeniden tartışmaya açanlar arasında yer alan David Harvey ise kavramın, basit bir hukuki talep olmadığının, ahlaki talep olduğunun üzerinde durur. “Kent hakkı, kent kaynaklarına ulaşma bireysel özgürlüğünden çok öte bir şeydir: Kenti değiştirerek kendimizi değiştirme hakkıdır. Ayrıca bireyselden çok ortak bir haktır çünkü bu dönüşüm kaçınılmaz olarak kentleşme süreçlerini yeniden şekillendirmek üzer eortaklaşa bir gücün kullanımına dayanır.”** Kent hakkı kavramını bugüne uyarlayanlardan biri olan Margit Mayer ise Harvey’in tanımlamasına ek olarak kent hakkının, bir yeniden dağıtım aracı olduğunu, dolayısıyla tüm insanlar için değil, ondan yoksunlar ve ona ihtiyacı olanlar için sahiplenilecek bir hak olduğunu söyler.*** Bugünkü mücadele de, bir ortak alan olan kenti rant aracı haline getiren, toplumun farklı kesimlerinin karşılaşma, ilişki kurma alanını sınırlayan, katılımcı olmayan yollarla ortaya çıkan tüm uygulamalara karşı verilen bir kent hakkı mücadelesidir.
Şimdi ‘Sayın Başbakanımız’ “Ne oldu da 2 günde bu insanlar ayaklandı?” diye soruyormuş. Merak etmeyin Başbakanımız, yediğimiz gaz bombalarının etkisi değil bu. Sadece kentine ve geleceğine sahip çıkan halkların dayanışması.
* Lefebvre, H. (2011) “Kent Hakkı” http://www.egitimbilimtoplum.com.tr/index.php/ebt/article/view/449/pdf
** Harvey, D. (2013) “Kent Hakkı” http://www.sendika.org/2013/05/kent-hakki-david-harvey/
*** Mayer, M. (2011) “Kentsel Toplumsal Hareketlerde Kent Hakkı” http://www.egitimbilimtoplum.com.tr/index.php/ebt/article/view/450/pdf