Mardin’deyim. Mezopotamya Ovası’na bakan eski kente, yaslandığı dağın kuzey yamacından tırmanıyoruz. Asfaltın kıvrıldığı yerde tuhaf bir oluşum var. Şelale yapıyorlarmış. Bizi gezdiren ahbabımız gururla işçilerin Ankara Keçiören Şelalesi’ni yapan ekipten olduklarını anlatıyor. Mardin’in güney yüzündeki tarihi doku eklentilerden temizlenirken, kuzey yüzü hızla tipik bir apartman kente dönüşüyor. Mardin Dağı, iki yüzünde iki başka kent, iki ayrı kültür barındırıyor. Diyebilirim ki Mardin’de sınır dağın bitip ovanın başladığı yerde değil, iki yamacı ayıran zirvede beliriyor.
Gariptir ki, ertesi gün aynı şelalenin bitmiş ama akmayanını Diyarbakır’da gördüm. Keçiören ekibinin işi gibi duruyordu. Daha önce de Konya’da gördüğüm altgeçitlere Antalya’da; İzmir’deki plastik çocuk parkına Trabzon’da; Adana’daki alışveriş merkezine Samsun’da, Ankara’daki üstgeçite Bursa’da rastlamıştım. TOKİ’nin bir örnek konutlarını Batman’da, Bolu’da, Isparta’da görmüştüm. 19 boylam uzunluğundaki ülkede dağ yamacında, nehir kenarında, ovada, kıyıdaki şehirler nüfus ve tarih, flora ve fauna, etnisite ve iklim gözetmeden hızla birbirine ve en çok da İstanbul’a benzemeye başlıyor.
Sık sık bir belediye başkanından o şehri Las Vegas, Dubai, Nice, Paris, Viyana’ya; ya da şehrin bir bölgesini Manhattan, Soho, Şanzelize’ye benzeteceğini duyardık (bu, başkanın en son nereye gezi yaptığına göre değişirdi). Şimdi de Türkiye’de kasabalar şehirleri, şehirler büyükşehirleri, büyükşehirler de İstanbul’u model alıyorlar. Tüm belediye başkanları refüjlerdeki panolarda İstanbul’daki başkan gibi gülümsüyor artık. Ve açıklıyor gururla: “300 ton asfalt döktük.” Nereye, kaçıncı kez, ne kalitede: Bilmiyoruz.
Bugün Türkiye’de şehirlerin birbirinden ayırılabilir özellikleri giderek azalıyor. Kente hücum sonunda şehirler şiştiler, şişmeye devam ediyorlar. Şehirlerin karakterini oluşturan sokak dokusu, yapı tarzları, malzemeler, tarihi eserler, geçmiş dönemlere ait kentsel izler tarihi merkeze -şanslıysa bozulmadan- kısılıp kaldı. Kentsel boşluklar yok oldu. Siluetler, nizamlar bozuldu. Yeni siluetler, nizamlar belirmedi. Şehirlerin kendi iklim, topografya, tarih ve kültüründen doğan özgün karakterleri oluşamadı. Türk şehirleri birbirinden ancak suriçindeki doku, belki birkaç önemli anıt eser ve en önemlisi de altlarındaki topografya sayesinde ayırılabilir. Altlarından coğrafyayı çekiversek geriye ne yazık ki tarihi çekirdeği çevreleyen çirkin bir mamut derisinden başka bir şey kalmayacak.
Nüfus yoğunluğuna yüksek emsalli, “yaklaşık nizam” apartman cevabı veren bu şehirler bir süre sonra ister istemez birbirine benzeyecekti. Çıkmalar ve çatılarla işaretlenen, pencerelerle delinmiş kutular. Biteviye bir ritimle sonsuza uzanan sektörler (bu bilimkurgu terimi manzaraya “mahalle” lafından daha çok yakışıyor). Antalya’da Akdeniz, Bey Dağları manzarası ve şehrin sıkıştırıp durduğu tarihi çekirdek dışında bir güzellik kalmamış gibidir. Merkezde trafik kötü kararlarla arapsaçına döndürülürken şehri yaran hızlı trafik hattının dış yüzünde apartman gettoları tarım alanlarını yutarak ovaya yayılır. Durum, Kayseri’de ve Diyarbakır’da, Bursa’da ve İzmit’te, hatta Nusaybin veya Alanya’da farklı değildir. Sorun betonlaşma değil, içinde yaşanabilecek bir kent mekanı oluşturamamaktır. Henüz kaldırımları ve asfaltı oluşmamış mahalleler birden onbinleri barındırır hale gelirler. Sonra başkan refüjde övünür: “Çalışınca oluyor. 14.700 konut yaptık.” Neden, nasıl, neyin yerine: Bilmiyoruz.
Geçenlerde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin bültenini okurken uyandım, -yanılmıyorsam Kenya’ya- trafik sinyalizasyon sistemi ihraç edildiği yazılıyordu. Belediyeler öyle iri ticari teşebbüsler haline geldiler ki, kârlılık hizmet vermenin şartı oldu. Paket hizmetler, ucuz standartlar, benzer zevkler merkezi bir sistemle ülke sathında paylaşılır hale geldi. Keçiören ekibi tüm Türkiye’ye şelale yapadursun, başka ekipler aynı aydınlatma direklerini, üzeri logolu istinat duvarlarını, aynı kent mobilyalarını, parkları, camileri şehirlere diziyorlar. Aynı parke taşları sokaklara çabuk çabuk döşeniyor. Bir grup hızlı mühendis, öte yandan tuhaf kavşaklar çiziyor bu merkezi sisteme. Aynı refüjlerde başkanlar aynı gururla açıklıyor: “Konuşmadık, yaptık. Her güne bir açılış.” Ne açıldı, kim için? Bu şehir nerede bitiyor? Bilmiyoruz.
Reklam gelirlerinden olmamak için şehirdeki tabela pisliklerine göz yumarak; şehrin doğrudan para getirmeyen yeşil alanlarını, tarım arazilerini, kamu arazilerini pazarlayarak; her işi hızlı ve ucuz yapmak için doğru yapmaktan taviz vererek; proje, ihale, Ar-Ge süreçlerini kısaltarak belediyeler gıda, ulaşım, ithalat, ihracat, inşaat, turizm, pazarlama, gemicilik, taahhüt, ticaret ve vesaire şirketi oldular. Planlama büroları küçülüp küçülüp bir odaya tıkılırken, aynı belediyelerin türlü türlü ticari birimleri kendilerine büyük aynalı camlı binalar yaptırdılar. Düşünmeyen yapan, yaratmayan kopyalayan sistemler. Belediyeler her işin yarım yamalak uzmanı olan şirket azmanı holdinglere dönüştüler.
Türk şehirleri kimlik bunalımında. Hepsi marka olmaya uğraşıyor. Belediye başkanları bu kez gazetede aynı gülümsemeyle bildiriyor: “Bursa’yı marka şehir yapacağım.” “Adana markası büyüyecek.” “Kayseri marka olacak.” Yayaların yok sayıldığı, sokakta yaşam yerine “AVM’de yaşam” sloganıyla büyüyen, hızlı araç trafiğinden arınmamış, engelliler için sadece pilot uygulamaların hayata geçirilebildiği, sağlıklı yaşamanın zorlaştığı, nüfusun kontrol edilemediği, denetimin aksaması nedeniyle gerçekleşen ölümlerin giderek arttığı, temiz suyun ilaç sayıldığı Türk şehirleri tıpkı ün peşinde koşan insanlar gibi. Güzelliğinden habersiz, sağlığının değerini bilmemiş; zaten artık ikisini de kaybetmiş prensesler. Hepsi ülkenin kötü kalpli kraliçesi İstanbul’a öykünüyor.