Ulaşımın zorluğunun getirdiği "ücra" hissi; güneş, soğuk ve deli rüzgarın aynı anda olması nedeniyle bütün algıların çalışması: Ada'ya bir gidenin hemen yerleşmeyi düşünmesine neden olan da bu duyguydu muhtemelen...
Bozcaada ile tanışıklığım 1989 kışında başladı. O zamanlar Odun İskelesi – Bozcaada seferlerini birkaç senedir eski çıkarma gemileri yapmaktaydı. Bu gemilerin Normandiya çıkarmasına katılmış oldukları kulağa şehir efsanesi gibi gelse de, doğrusu çok görmüş geçirmiş oldukları aşikardı. Gemiler tam 25 araç kapasiteye sahipti. Adaya giden bir otobüs ya da çavuş yüklemeye giden bir kamyon girdiğinde bu sayı iyice düşerdi. Bu kutsal 25 sayısını bilenler, Geyikli Odun İskelesi arasındaki daracık yolda bir punduna getirip iki taraftaki zeytinlikleri keyifle seyrederek yavaş yavaş ilerleyen araçları geçmeye bakarlardı. İtiraf ediyorum ben de bu hedef odaklı, yaşadığı anın keyfini çıkaramayan insanlardan biriyim! 26. Araç olarak iskelede kaldığım da oldu, 25. ve son araç olarak bindiğim de…
Odun iskelesinin çok kuvvetli bir karakteri, atmosferi vardı. Yanılmıyorsam, sadece üç tane salaş lokanta vardı. O zaman için bile oldukça salaştılar. Basit ahşap iskele, gününe göre balık haline dönüşürdü. Avdan dönen balıkçıların iskeleye bağlı teknelerden kasa kasa balıklarını kıran kırana açık artırmayla sattıklarını ilk Odun İskelesi’nde görmüştüm. İskeleye Dalyan tarafından gelen yolun az ilerisinde bulunan, sevgili Sedat Gürel hocamın evlerine kısa bir ziyaret yapılması da adettendi.
1989 kışına dönersek, Ada’ya ilk ayak bastığım andan itibaren hayran kalmıştım: Kuvvetli bir mimari ve mekansal bütünlüğü olan bir yerleşim; zamanın durmuş olduğu, hatta zamansızlık hissini veren bir sakinlik ve durgunluk, Ada’nın içi ve bağları ile karakteri çok belirli kentsel ve kırsal dokular; bağların bakımlılığı yanında plajların vahşiliğinin ve genel olarak Ada’nın boşluğunun getirdiği ikili karakter; ulaşımın zorluğunun getirdiği “ücra” hissi; güneş, soğuk ve deli rüzgarın aynı anda olması nedeniyle bütün algıların çalışması. Aslında, hayranlık bu duyguyu açıklamaya yetmeyecek zayıf bir kelime, aşk da çok fazla çağrışım ve kültürel bagaj içeriyor. Bu duyguyu, çok uzun süre, yakın zamanlara kadar adaya gidip seven herkesin paylaştığına şahit oldum. Ada’ya bir gidenin hemen yerleşmeyi düşünmesine neden olan da bu duyguydu muhtemelen. Aşık olma nedenleri farklı olsa da, Ada’nın kendine özgü karakterinden herkesin etkilendiğini düşünüyorum.
Tanıdığım zaman Ada’da turizm yok denecek kadar azdı, konaklama alternatifleri birkaç pansiyon ve iki otel ile sınırlıydı. Ada’nın birkaç otelinden biri olan eski Rum İlkokulu’nda kalmıştık, daha yeni otele dönüştürülmüştü, Koz Otel’di adı sanırım. Kış olduğu için açık restoran yoktu, zaten çok az restoran vardı. Ahmet Abi’nin yerini kapatmış gibi olmuştuk, 8 kişi. Genel bir boşluk ve tenhalık; rüzgarın uğultusu; Ayazma’ya yürüyüş aklıma kazınanlar.
Bu ilk seferden sonra, Ada’ya çok sık gittim. Bazı yıllar senede birkaç kere. Aradan geçen 25+ sene içinde, doğal olarak, Ada’da birçok şey değişti, değişmeye de devam ediyor. Bazı şeyler de pek değişmedi. Bu yazı, asıl bu değişim üzerine kişisel bir değerlendirme ve gelecek projeksiyonları olmak üzere kurgulandı. Şimdiye kadar olan giriş kısmı “eskiden herşey ne güzeldi” mesajı için değil, Ada’yı nasıl gördüğümü ve aramızdaki (aslında yakın zamana kadar Ada’yı gören herkesin arasındaki) o büyülü ilişkiyi anlatmak için yazıldı.
Ada, 1995 – 1996 arasında hızla gerçekleşen birkaç büyük proje ile ciddi değişim geçirdi. Geyikli’ye büyük feribotların yanaşabileceği iskelenin yapılması ve dolayısı ile büyük feribot seferlerinin başlaması, Ada’nın zor ulaşılan bir yer olması durumunu pratik olarak ortadan kaldırdı. O ana kadar var olan feribota sığamayıp kalakalma riski çok azaldı. Aynı zamanda, bir defada gelen araç dolayısıyla Ada’ya bir günde ve sezonda gelen kişi sayısı çok artmış oldu (feribot kapasitesi 25 araçtan 100 araca yükseldi), sefer sayıları da paralel olarak arttı. Belki de en önemlisi, büyük feribotlar ile günübirlik tur otobüsleri Ada’ya rahatlıkla ulaşabilir hale geldiler. Dolayısı ile bu zamana kadar bir anlamda “mahrumiyet bölgesi” olan ve çok zor ulaşılabilen Ada’ya bir anda rahatlıkla ulaşmanın mümkün olması ile sadece ziyaretçi sayısı artmadı, ziyaretçi niteliği de değişmeye başladı. Bu zamana kadar çoğunlukla, Ada’nın yukarıda bahsettiğim yarı-vahşi yarı-uysal karakteri için gelinirken (o zamanlar, birçok kişi “burada bir şey yokmuş” diye ilk gemiyle geri dönerlerdi) yeni durumda tipik turizm tetikleyicisi deniz-güneş-plaj üçlüsü için de gelinmeye başlandı.
Feribotlardan ilk inen, benzer durumlarda genellikle olduğu gibi, geniş asfalt yollar oldu. Adayı bağlara ve elbette kıyılara bağlayan yollar olduğu gibi birçok ara yol da genişletildi, ara yollar asfaltlandı. Böylece, yolların genişlemesi öncesinde, Ada’nın merkezinden çıkıp gidilebilecek en uzak noktaya 15 dakikada ulaşılırken geniş yollar sayesinde bu süre yaklaşık 12 dakikaya indi. Daha önce, ana yollarda bile iki araç karşılaşınca yavaşlamak şarttı, yollar o kadar dardı. Genişleyen yolların asıl getirisi, araçların hızlarının artması oldu. O günden beri, artık ara yollarda bile hızla gitmek mümkün. Ada’nın kırsal peyzajının çok karakteristik ögesi, yanlarındaki kendilerine özgü bitkileri ile dar ve tozlu şose yollar tarihe karıştı.
Diğer bir büyük proje, Ada’daki konut sayısını bir anda artıran Emlak Bankası Evleri’nin yapılmasıydı. Bu ana kadar, çok sınırlı yapı stoku nedeniyle Ada’daki satılık konutlar kısıtlıydı. Emlak Bankası Evleri (183 birim) bu durumu bir anda değiştirdi, artık adalılar için evlerini satmak yada pansiyona dönüştürmek mümkün oldu.
Adanın bahsedilen bu iç dinamiklerindeki değişimler ile kısmen ilişkili olarak, Bozcaada birkaç sene içinde, popüler gazeteler – dergilerde sürekli bahsedilen bir turistik destinasyon oldu. Ulaşımın kolaylaşması, pansiyon – otel sayısının artması, Ayazma Plajı’nda tesislerin yapılması gibi birbirini tetikleyen arz – talep sistemi ile turist sayısı giderek arttı. 2010 itibarıyla bir yıl içinde Ada’ya gelen turist sayısı 15.000 kişiye ulaşmış durumda. Bu sayı çok görünmese de, Ada’nın çok kısa turizm sezonu (ağırlıklı olarak Temmuz – Ağustos) düşünüldüğünde bu sayının aslında Ada’nın altyapı ve her türlü fiziksel kapasitesinin çok üzerinde olduğu görülebilir. 1990’larda Ada’daki yatak kapasitesi ile ilgili kesin bir bilgi elimde yok, ancak yaklaşık olarak 250 – 300 arasında olduğunu tahmin edebiliriz. 2010 yılı itibarıyla ise Ada’da 1600 üzeri yatak kapasitesi bulunuyor. Bunun yanında 220 adet de ikinci konut bulunuyor. Adanın nüfusuna baktığımızda ise 1990’da 1903 kişiden 2014’de 2754 kişiye bir değişim görüyoruz.
1998 yılında MGK’nın adalarda şarapçılığı özendirme kararının ardından verilen hibeler ile yerel şarapçılığın teknolojisini yenilemesi Ada’da turizm dışında katma değer yaratabilen bir endüstri olan şarapçılığa hareket getirdi. Aynı yıllarda, Ada dışından gelen girişimcilerin de yeni ve uluslararası know-how getirmeleri ile birlikte Ada’da şarapçılık büyük bir hamle yaptı. Şarapçılığın ve dolayısı ile bağcılığın niteliğinin artması Ada için çok yaşamsal, oldukça kısa bir sezonu olan turizm ekonomiyi bir yere kadar taşıyabiliyor ayrıca Ada’da turizmin şu ana kadar bahsedildiği gibi sınırları çok belirgin. Biraz daha kitlesel turizm yönünde ilerlenirse, Ada Kuşadası nereye vardıysa oraya varabilir.
Ada’nın şu anda yaşadığı açmazı Türkiye’de birçok turizm yöresi daha önce yaşadı ve yaptıkları tercihler sonucu kendilerini farklı, ilgiye değer kılan karakterlerini yitirdiler. Kuşadası, Bodrum, Marmaris, Side, Ada’nın geçirmekte olduğu değişimi çoktan tamamladılar, ekonomilerini sadece turizme, çok dönemsel olan tek bir sektöre bağladılar. Sonuç ortada duruyor. Ada’nın bu yola gidilmeden ekonomik kalkınmayı sağlayabilecek şansları var: Çok özel (ve katma değer üretebilen) bir tarım yapılabilmesi; fiziksel özelliklerinin kontrollü bir turizme kendiliğinden izin vermesi. Şu anda, Ada’nın geleceğini belirleyecek bir süreç yaşanıyor. Kamuoyunda çok tartışılan ve sonuçta iptal edilen yeni imar planı yapılaşma ve turizm odaklı bir gelecek öngörüyordu. Şimdilik bu plan devre dışı kaldı. Ancak, Ada’nın geleceğinin var olan karakterinin korunarak geliştirilmesi çok kolay değil, çok ciddi bir mücadele gerekiyor, zor olan da kolay yanıtların bulunmaması. Adanın kaynakları kısıtlı, altyapısı çok büyük sayıda turist ağırlamaya uygun değil. Baştan beri anlatmaya çalıştığım gibi, aslında bu bir avantaj. Kapasite artırımı – kalite düşmesi çıkmazı önünde doğal engeller var. Ancak, bu durum ancak bilinçli davranıldığı zaman avantaja dönüşebilir, örneğin turizmin çeşitlenmesi ve sezonun uzatılması için çaba gösterilebilir. Şarapçılık yaptığı büyük atılım sonunda, politik ortamın kısıtlamaları nedeniyle tekrar durgunluğa girmek üzere. Çok popüler olan şarap festivali iptal edildi, tekrar yapılıp yapılamayacağını zaman gösterecek. Adanın üzerindeki imar ve yapılaşma baskısının kontrol edilmesinin sağlanıp sağlanamayacağını da zaman gösterecek.
Yaz sezonunda Ada’da nüfus kaydı olmayan araçlar alınmıyor, Geyikli’de araba veya otobüs, park edilerek karşıya geçiliyor. Ada içinde elektrikli (hızları sınırlı) servis araçları hizmet veriyor ancak ulaşımın çoğu ayrılmış bisiklet yolları ile gerçekleşiyor. İnsanlar kendileri veya çocukları adına ezilme tehlikesi yaşamadan veya korkmadan bisikletle Ada’nın her noktasına ulaşabiliyorlar. Adalıların araçlarını kullanmaları serbest ancak çok ciddi hız sınırlamaları var. Ekolojik turizm teşvik ediliyor, Adaya yıl boyunca turistler bağlarda çalışmak ve şarap kültürünü daha yakından öğrenmek üzere geliyorlar. Her isteyen, bir dönüm bağ alıp, bağı söküp bir daha gelmeyeceği bir ev yapamıyor, yapılaşmaya ancak tarımsal karakterin sürdürülmesi garanti altına alınmak şartı ile izin var. Ada şarap festivali uluslararası bir boyut ve ün kazanmış durumda, bir zamanlar olduğu gibi Ada şarapları dünyanın her yerine gönderiliyor. Giderek azalan bağlar koruma altında, bağ sökmek olanaksız. Yeni bağların dikilmesi teşvik ediliyor, Ada’da bağcılık ve şarap enstitüsü kurulmuş. Ada’ya ilk defa gelenler ya Ada’ya aşık oluyorlar ve Ada’nın kültürünün parçası oluyorlar ya da “burada da hiç eğlence yokmuş” diyerek ilk gemi ile geri dönüyorlar…