Konservatuvar’ın Zorla Boşaltılmaya Çalışılmasının Düşündürdükleri

Rivayet muhtelif. Resmi açıklamaya göre “müze” yapılacakmış, onun için Devlet Konservatuarı yerinden edilmeye çalışılıyormuş.*

Ama işin aslı söyleymiş: Müze deniyormuş ama Başbakanlık Çalışma Ofisi Cumhurbaşkanlığı ofisi olacakmış ve haliyle büyüyecekmiş. Daha önce iskeleler için geçiş alanlı yolların bile kapatılıp, önüne çiçek tarhları konduğunu düşünürsek, binlerce öğrenci yetiştiren bir kurumun nereye taşınacağını hiç umursamadan böyle bir kararın verilmesi herşeyden önce öncelikler konusunda bir fikir veriyor olmalı.

Evet Devlet işine aklımız ermez. Ama gene de insan şaşırıyor. Şu tuhaflığa, söylenenlere bir bakın: “Suyunuzu, elektriğinizi keseriz…” Hatta daha da ötesi: “Polis zoruyla tahliye ederiz, dışarı atarız…” Devlet, tıpkı Sulukule’de, Süleymaniye’de, ya da başka kentsel dönüşüm alanlarında insanlara nasıl davranıyorsa, aynen öyle davranıyor köklü bir geçmişi olan koskoca üniversiteye. Yani bu ülkede koskoca bir devlet üniversitesi de olsanız, devlet karşısında boynunuz kıldan ince. Üniversite rektörü sanki kentsel dönüşümde evinden zorla tahliye edilen bir vatandaş konumunda!

Bu olay bu açıdan da son derece anlamlı. Böyle bir keyfiliğe, buyurganlığa karşı sessiz kalmamak gerekir. Çünkü bu sorun yalnızca bir kurumun sorunu değil, Türkiye’nin nasıl bir devlet anlayışı ile yönetilmek istendiğini ortaya koyan bir gösterge. Bu konu üzerinde epey düşünmek gerekir.

İnsan ayrıca şunu da düşünmeden edemiyor, doğrusu: Neden üniversiteye başka bir yer göstermediler? Bilindiği gibi yıllar önce “asla terk edilmeyeceği, sonuna kadar direnileceği” söylenen Resim Heykel Müzesi bir mutabakatla ile terk edildi. Buna karşılık Salapazarı’ndaki yeni yapılacak binaya taşınması kararlaştırıldı. Burada geçen sürede bir pazarlık koşulunun dahi oluşmamış olması neye bağlanabilir?

Acaba bunun arkasında başka bir şey mi var? Konservatuarın zorla tahliye edilmeye çalışılması ve yer gösterilmemesi kültür ve sanatta yer tutamadığı, bir varlık gösteremediği için iktidarın sanat eğitimi kurumlarını yok etmeyi amaçladğını mı gösteriyor? Kamu alanındaki güç mücadeleleri, vatandaşlığı ideolojik amaçlarla inşa etmeye dayanan yaklaşımlar çok da yabancı olmadığımız konular.

Ama konuda ben bir de bu kırılganlığı oluşturan nedenlere, Ankara’nın İstanbul’un en değerli alanlarını böyle “har vurup harman savururken” biraz da ne yaptığımıza bakalım diye düşünüyorum. Yani “çuvaldızı başkasına batırırken, gene de iğneyi de kendimizden esirgemeyelim” diyorum.

Öğrenci iken Giancarlo De Carlo’nun Architecture d’Aujourd’hui adlı dergide yayınlanan “Üniversitenin Şehirsel Rolü” gibi bir başlık taşıyan makalesini çevirip, okulun en üst katında orta duvara kocaman harflerle yazarak astığımı hatırlıyorum. O makalede hatırladığım kadarıyla De Carlo, “üniversite ile şehrin karşılıklı olarak birbirlerini etkilediklerini ve bunun şehir halkının kendi geleceği üzerinde söz sahibi olmasında çok büyük bir önemi olduğunu” vurguluyordu.

Açıkçası o zaman okulun şehirle, çevresiyle ilişkisini, ilgisini sorgulamak için bunu yapmıştım.

Çünkü çevrede üniversite ilişkilerini kullanarak mimarlık işleri aldıkları görülüyordu, bir takım hocaların. Hatta Sütlüce, Süleymaniye gibi yerlerde üniversite adına kamu projeleri ile de uğraştıkları görülüyordu. Ayrıca Koruma Kurulu’nda üyelikleri dolayısı ile Boğaziçi’nde, Beyoğlu’nda, Tarihi Yarımada’da bayağı bir etkileri vardı. Bunlar elbette ki ilgilenilmesi gereken konulardı; ancak ilgi biçimleri genellikle bu iki şapkanın aynı şekilde giyilmesi şeklindeydi. Zannedersem kamu ile bu özel ilişki modeli yüzünden ne Haliç’teki, Perşembe Pazarı’ndaki yıkımlara, ne de bitişiklerinde işlevsiz kalan Salıpazarı’ndaki (Galataport) bağıra bağıra gelen dönüşüme en ufak bir ilgi göstermediler.

Üniversite yönetimi yalnızca Roma Bahçesi’ndeki eski ahşap binaları (sonra Mektebi Harbiye’de de gördük aynı yaklaşımı) hortlatmak isteyen, çevresine “acaba nasıl daha genişleyebilirim, fırsat sağlayabilirim” diye bakan bir ilgi biçimiyle yaklaşıyordu, o zamanlar.

Biz de hem öğrenciler, hem de mezunlar olarak “şehrin içindeki köklü bir mimarlık eğitimi veren kuruluşun şehirle ilgi biçimi yalnızca bu olabilir mi” diye bir tartışma açmaya, üniversitenin şehirle ilişkisini sorgulamaya çalışıyorduk.

Sonra bir hocanın bize tartışırken söylediği gibi, “bu bal tutan parmağını yalar” felsefesiyle kamu işlevlerinin, yetkilerinin nasıl kullanıldığını, nasıl proje işleri alındığını görünce bu kamu sisteminin içinde bir problem olduğunu fark ettik. Bu yüzden çok daha sonra Bomonti’de, bu alana okulun yaklaşım ve ilgi biçimine çok şaşırmadık.

De Carlo’nun dediği gibi, üniversite bir çıkar grubu gibi kendisini temsil etmez. Kamusal alanın genişlemesine, şehirle ilgili politikaların geliştirilmesine hizmet eder. Bu nedenle kendisinden bile bağımsız olması gerekir, eğer bir üniversite ise. Şehirle ilgisi yalnızca kendi kurumsal çıkarlarıyla sınırlı değildir. Bir üniversite yalnızca kendisini ilgilendiren konularla ilgili görüş sergilemez.

Bence 80’li yıllardan itibaren İstanbul’un bütün kamusal alanlarında bir dönüşüm yaşanırken, bu köklü kurum da en azından kendi yakın çevresiyle, şehirle ilişki biçimini yenileyebilir, sorunu yalnızca kendi binalarının korunması ile çerçevelendirmeyebilirdi. Bunu söylerken tereddüt ediyorum, çünkü bu arada Türkiye’nin en eski mimarlık eğitimi kurumu, üstelik kurumun ve Cumhuriyet mimarlık dünyasının kült kişisi Sedad Hakkı Eldem’in tasarladığı kendi binalarını, Çifte Sarayları kendi elleriyle mahvetti. Ayrıca gene Eldem’in sapasağlam ayakta duran Denizcilik İşletmeleri binalarının ve Antrepoların yıllarca boş kalmasına, yıkılmasına seyirci kaldı.

Bu söylediklerim “Konservatuvar binasının boşaltılma kararına karşı çıkmaktan vazgeçelim, başka şeylerle uğraşalım” anlamına gelmiyor, elbette. Tam tersine daha dayanıklı bir kent anlayışının temellerini güçlendirmek gerekir diyorum. Böyle bir karar, böyle bir girişim yokken dahi üniversitenin bu kıyı bölgesinin dönüşümü hakkında kamuoyunu bilgilendirmesi, kararların daha katılımcı yöntemlerle alınması için çaba göstermesi gerekirdi, demeye çalışıyorum. Elbette ki sonuna kadar direnmek gerekir, karşı çıkmak gerekir. Ama bunun fırsatçı bir şekilde yapılmaması, kendi adına değil, şehir adına yapılması ve uğraşılması gerekir. Yoksa durmuş bir saat gibi zamanın içinde, günde iki defa doğruyu söylemek çok fazla bir şeyi değiştirmiyor.

*Editörün notu: MSGSU konservatuvarının boşaltılması kararı ve üniversiteden yapılan açıklamayı içeren habere buradan. Sonrasında TBMM Basın Yayın ve Halkla İlişkiler Başkanlığı’ndan yapılan, boşaltılmanın ertelenmesine dair açıklamaya buradan ulaşabilirsiniz.

Etiketler

1 Yorum

  • azmi-acikdil says:

    Birileri bir şeyler yapıyor mimarlar savunuyor ama yine golü yiyen biz oluyoruz.
    Defans için transfer mi yapsak veya hücuma geçip bozulacak yıkılacak yerleri gösterip biz mi gol atsak.
    En iyisi maça çıkmayalım belki bizi unuturlar. (Kafayı bozunca insan ne diyeceğini bilemiyor.)

Bir yanıt yazın