Hakan Kıran ve Sinan Genim'i televizyonda izledikten sonra epeydir susmuş olan defterimi yeniden açıyorum.
Arkitera’da bir dönem köşe yazmama rağmen yeni web sayfasında yer alan ‘görüş’ kısmına bir şeyler yazamamıştım. Görüş sözcüğü yazılan şeyi iyice bireyselleştiriyordu sanki hem Arkitera’dan hem de mimar okurlardan uzaklaştırıyordu. Öyle ya yazılan şey yazan kişinin görüşüydü sadece. Bir pencereydi ve pencereden kimse dışarı çıkmazdı, ayıp olurdu. Köşe sözcüğü tabii daha da kötüydü, bir kürsü vardı o zaman da. Bir zapt bile söz konusuydu. Bir açı ihtiva ediyordu, bir yerden bir yere sınırlı bir bakışı… Ta ki Hakan Kıran, mimarlar konuşmasın çizsin, diyene kadar bu kararsızlığım sürdü gitti. Ama baktım ki mimar olarak pek dar bir çizim alanım var daha çok yazmışım, konuşmuşum-karanlığa doğru ama olsun yine de- debelenip durmuşum. Hakan Kıran’ın bu ifadesinde yatanın “herkes işi oranında konuşsuna” kadar varabilecek sonuçlar bir bir belirince, kalem masada durmadı. Bir çizgi olamadı-sizlerden özür dilerim ki söz konusu alan (Taksim Meydanı) kamuya açık bir yarışma ile projelendirilmemişti ne de olsa yani hiç bir şansım yoktu, hani affedin- naçizane sözcükleri dizmeye karar verdim.
Öncelikle “siz de her şeye karşısınız be kardeşim”cilere bir yanıt bulalım. Şöyle deyip geçiştirebiliriz: “siz de her şeyden yanasınız be kardeşim”… Ne ki burada bizim zekâmıza ve bilgi birikimimize bir hakaret var. Proje içerikleriyle konuşuyor, ayrıntılarla nedenleri sunuyor, gelecek üzerinden hesaplamalar yapıyor ve karşı olduğumuz şey ile neredeyse artık gece gündüz yaşar hale geliyoruz. İstanbul’un ve kamunun zararına olabilecek şeyler “her şey” de olsa gücümüz yettiğince karşı olmaya hazırız. Çünkü gerçekten “her proje” aynı kişilerce, aynı neo liberal kazanç amacıyla yani tek bir amaçla yapıldığı için otomatikman o “her projeye” karşı oluyoruz. Biz aynı değil, birbirinden farklı insanlarız ama onlar aynı… 3. Köprü, Çılgın Proje, Haydarpaşa, Üsküdar Sahil Dolgu Yolu, AKM (gündemde asılı) Taksim, Emek Sineması, Nevizade engellemeleri ve saymakla bitmeyecek pek çok projeye aslında temelde aynı nedenlerle karşıyız.
“Ne talihsiz bir şehirdir ki İstanbul, bilgelikle değil tamahkârlıkla eskiyor,” diye yazmış yazar Ayfer Tunç en son.(1)
İstanbul eskiyemiyor bile. Eskimesine izin verilmiyor. Öyle ya onarımlar bir şeyin eskimesine engel değildir. Yaşamaya devam etmektir eskimek. “Bir şehirde on yıl boyunca aynı bankta oturmamışsanız, hangi manzara sizin için bir anlam ifade eder? Zihninize çektiğiniz fotoğrafları tazelemek istediğiniz gün geldiğinde ilk nereye gideceksiniz?” diye not düşmüştüm İstanbul üzerine bir yazıda, yine burada Arkitera’da. 4 yıl olmuş. Hâlâ o bankı arıyorum.
“Tüketim ve tüketicilik değerleri üzerinden şekillenen yeni paradigma yeni bir kent ortaya çıkarmakta ve böyle bir kentte kentlilerin yaşamlarını iyileştirmeye, yaşam alanlarını sağlıklaştırmaya ya da kamusal binaları ve mekanları kamu yararı doğrultusunda kullanmaya yönelik bir kaygı yok. Merkezi ve yerel yöneticiler, kentlerin çok önem kazandığı bir çağda, artık yöneticilik yerine girişimcilik yaparak kentlerini küresel sermayeye pazarlama telaşındalar.” (2) Cihan Uzunçarşılı Baysal çok güzel özetlemiş. İstanbul’un son derece özel coğrafi olgularına arazi olarak bakanlar, boğazı, topografyası, haliçleri, bitki örtüsü, kuş türleri ile yaşayan bir kara parçası olduğunu yok farz edilerek sanki beton bir tepsiymişçesine durmadan(bir şeye yetişircesine) üzerine devasa yapılar planlanıyorlar. Beylerbeyi Kavşağı Projesi’ni hatırlayalım, halkın haberi bile olmadan bir gecede buldozerlerin girmesiyle yok olup giden asırlık saray ağaçlarını düşünmek kimsenin cebine kazanç sağlamayacaktı. Kavşak bittikten sonra da aynı oranda sıkışan trafikte tutsak kalan insanlar bir şeyleri düşünecek özveride olmayacaklar, tek arabalarının içinde tek kendilerini düşüneceklerdi.
Taksim Yayalaştırma Projesi’ni okuyan her mimar elini vicdanına alıp düşünmeli. Bu proje ile Taksim, altında çığlık çığlığa trafiğin sıkıştığı beton bir tabak mı olacak? Yeni araç düzenlemesiyle araç geçişi artacak. Sürekli elitleşen, lokantalaşan, otelleşen yani geçici bir yaşam koridoru haline gelen bir alanda nasıl bir gelecek olacak? Kültür sanat hizmeti, giderek azalacak. Pahalılaşma sonucu öğrenci dolanımı bitecek. Öğrenci olmayan mekân dinamiğini, üretkenliğini ve umudunu da yitirecek. Çevresinde yaşamaya çalışan sanatçı kesim artan kiralardan ötürü göçecek ve Taksim, Roma’nın can çekişmesine benzer, turizm yozlaşmasına kurban gidecek… Kent içinde yaşanılan bir gerçeklikten çok, içi boş bir gösteriye dönecek.
Haydarpaşa gibi ucu Anadolu’ya varan bir bina için biçilen değer otel. Bir binanın en değerli hali otel halidir. Kuleli Askeri Lisesi de otel olacak. Oteli kamu binası sayan arkadaşlar var. Otelleşmeyi kamulaştırma sayan mimarlar var. Aynı “korkusuz” mimarlar gökdelen yarışında araç oluyor, bu çılgın projelerden kendilerine düşebilecek payları ağızları açık bekliyorlar. Sinan Genim sözgelimi televizyona mimar sıfatıyla çıkıyor ve onca projeden kendisini bir tek Ataşehir’in finans merkezi haline getirilmesinin endişelendirdiğini söylüyor. Korkmayın diyor, ne korkuyorsunuz ki. Ne olacak, diyor. İşte adamlar yapıyor. YAPMAK yüce tanrının insana bahşettiği bir kudrettir.
Korkmayan mimar olur mu? Yeryüzüne ve insanlığa verebileceği zarardan korkmayan (ama Allah’tan korkan) mimar… Eli titremeden toprağın üstüne dünyanın en büyük ürünlerini dizen mimar, sermaye, yerel yönetimler, başbakanlar… Olabilir mi?
Tanrıyla girilmiş bir yarışa teslim oluyor İstanbul. Şimdi susmak, İstanbul’un yerine gökyüzünden bir koç inmesini beklemek demek değil mi?
3 yorum
Katılıyorum, söylemek istediğim buna benzer bir şeydi ancak “görüş” kelimesinin bir açı içermesi nedeniyle tereddütteydim. Bir pencereydi bir kapı değil.Bu yeni haliyle kesinlikle daha samimi bir ortamda her biri birer “tartışma”… Teşekkürler. Ayrıca bir kenti en iyi anlatanlar ne yazık ki mimarlar değil yazarlar o nedenle genellikle yazarlardan alıntı yapmayı seviyorum.
Ne güzel bir yazı olmuş, unutmuşuz yazılarını Simla, daha sık yazmanı bekleyebiliriz artık.
Eski Köşe Yazısı’nın yerine Görüş’ün gelmesinden ben şahsen çok memnunum, sana cevap olarak değil ama sırası geldiği için not düşmekte fayda var. Köşe Yazısı bizi disiplinli bir şekilde yazı istemeye iten, bir düzeni olan, formatı daha tanımlıydı. Yani biz kendimize öyle bir çerçeve çizmiş sonra da onu takip etmeye çalışmıştık. Görüş hem adıyla, hem çizdiğimiz çerçevesiyle çok daha rahat devam ettirebildiğimiz bir bölüm oldu. Niteliğin gündemin ve Arkitera’nın bu bölümüne olan ilginin kendisinin belirlediği bir bölüm. İyi oldu bence.
Sondaki iki link dipnota gülmedim diyemeyeceğim. Epeyce postmodern bir tavır olmuş.
Eline sağlık.
Haydarpaşa’nın otel olması meselesiyle ilgili ayrıca tartışabiliriz bu arada. Hiç bir çıkar grubu ile ilgim yok, mimarlık yapmam ama bence Haydarpaşa Gar işlevini sürdürmeli. Ana hat trenleri Gar’a gelmeli ve geri çıkıp gitmeli Avrupa’ya. Ama üst katlar da otel, lokanta, bar, kültür tesisi olabilir. Olmalı hatta bence.
Tartışmanın yeri burası değil o ayrı 🙂