Kuklaların Arkasındaki Mimarlık

Hüseyin Yanar, bu metninde; inşa etme odaklı mimarlığı eleştirerek, kentlerin geleceği ve mimarlıkla insanlık arasındaki ilişkiyi sorguluyor.

Bir tiyatro sahnesi düşünün. Siz de orada diğer seyretmeye gelenler ile oyunun başlamasını, perdelerin açılmasını bekliyorsunuz diyelim. Bu oyun hakkında da hiçbir şey okumadığınızı, ortaya ne çıkacağını bilmediğinizi varsayalım. Merak ve heyecan içinde olursunuz herhalde. Acaba hangi aktörler, nasıl oynayacak ve nasıl bir oyun ortaya çıkacak? Hiç bilmediğiniz bir güne uyanmak gibi, olacaklardan habersiz olmak gibi olur. Oyunun çok farklı anları vardır şüphesiz. Bazen oynayanlar ya da oyunu sahneye koyan bile olacakları kestiremez. Ezberler, sözler, cümleler, sıralamalar, rollerin akışı unutulabilir ve işte o zaman doğaçlamalar devreye girer. Oyuncu ya da oyuncular da sürecin tam ortasındadır, deneyimlerine bağlı olarak, senaryo da yazılmamış, spontane çözümler bile üretilir. Olanlara göre kendilerini hatta sahneyi paylaştıklarını yönlendirebilirler. Oyun da her nasılsa sürer gider. Kimi zaman seyirciler de katılır şölene. Dünyadaki her oyunun, öyle ya da böyle bitmesi gibi sonunda o da biter. Evet, her şey bir oyundur belki de. Final sahnesi ise en sevilen ve beklenen anlardandır. Rol alan herkes sahneye gelir, el ele tutuşulur. Oyuncular alkışlanır tekrar gider tekrar gelirler oyununa bağlı olarak. Hatta geleneksel “Gölge Oyunu”nda sanırım Karagöz ve “Orta Oyunu”nda Meddah finalde sesiyle de öne çıkardı ve ünlü tiradı yinelerdi, sahne de neler olmuşsa olsun. “Sürç-i lisan ettiysek affola” (Yanlış bir şey söylediysek affedin) der ve son noktayı koyardı. Yeni bir oyuna dek alkışlar arasında “Ve perde” ile sahne kapanır, ışıklar sonunda söner. Ama oyunlar hep sürer gider. Aynen birçok disiplindeki yaratma ve yapım süreçlerinin sonunda ortaya çıkan yapıtlar gibi.

Çağdaş bir tiyatro oyunundan, geleneksel bir gölge ya da orta oyunundan farklı olsa da burada söz edilecek oyun da genel anlamıyla böyle bir şey, bir nevi gösteri, kentteki dev ölçekteki bir gösteri. Oyuncuları da, yönetmenleri de, sahneye koyanları da, tasarımcıları da, dekorları da, hatta sahnesi de var ama başka türlü. Kente dair, inşa edilen çevreye dair diyelim. Tabii ki oyunun seyircileri de dünyanın bir ucundaki Fin Ülkesi’nin başkentinde yaşayan sakinleri. Bu oyundaki perdeler yani ahşap paravanalar çok çok iki insan boyu yüksekliğinde. Yandan çıkan hafif yokuş yukarı yol tarafı da dahil, alçaktan arsayı çeviriyor ve mekânı da dışarıdan ayırıyor. Yine de arkasında olanları tamamen kapatmıyor ve uzaktan oradaki yapılanlar seyredilebiliyor. Her şey ortaya çıktıktan sonra etraftaki perde de yok olup gidecek.

Süreç esnasında olan biten de oradaki aktörler de bir şekilde görülebiliyor. Yani duvarları olmayan sanki tiyatroya gelenlerin oyunun arka planını bile gördükleri kulis gibi de. Oradaki hazırlıklar da olanlar da sanki maç öncesi antrenman da olduğu gibi göz önünde oluyor. Herkes oyunu, süreç içinde ortaya çıkanı bir yere kadar seyrediyor. Efsane hocamız sevgili Muammer Onat’ın proje atölyesindeki sohbetlerinde söylediği gibi “Antrenmanda atılan gol, gol sayılmaz” ise de burada yapım aşamasında sanki her atılan gol, gol sayılıyor. Ama her şey bütün detaylarıyla plan projesine bağlı olarak tasarlanmış aslında. Yine de buradan geçen ve olanları gören bir sürü kişi, ortaya ne çıkacağını bilmiyor. Laf aramızda ben de hikâyenin bu tarafının gizemli kalması için sonunu bilmek istemiyorum.

Binaların arasında kalmış üçgen şeklindeki önemli bir meydan yeni binanın yapıldığı arsaya doğru açılıyor. Aleksander’ın Caddesi (Aleksanterinkatu), öncesinde bembeyaz Helsinki Katedrali’nin yer aldığı Senato Meydanı’nın yanından geçerek aynı doğrultuda bir zıpkın gibi sözünü ettiğimiz alana ve inşaatın tam karşısına varıyor. Yol huni gibi, perspektif vererek açılan meydanın bir köşesindeki Üç Demirci Heykeli’nin hemen yanından dönerek adeta kentin oturma odası Stockmann Alışveriş Mağazası’nın yanından da geçerek, Mannerheim’in Caddesi’ne (Mannerheimintie’ye) katılıyor. İşte burada daha önce var, olan herkesin gelip geçerken gördüğü sıradan büro binası yıkılmış, alan fazlalıklarından temizlenmiş, parça parça farklı malzeme ve renklerle ortaya çıkan arka duvarlar, sanki kalıntı dekorlar gibi görülüyor. Onların hemen arkasında da Helsinki’nin merkezinde, etrafı 360 derece gören yüksek kule, Fin dilinde de kule anlamına gelen “Torni” en üst katındaki kafe-bar aracılığı ile olana bitene yukarıdan bakıyor. Yazın dondurma yenilen, bira içilen geçici masa ve sandalyelerle, kışın ise Noel hediyeleri satan ahşap kulübelerin sıralandığı yere bakan etrafındaki balkonları ile yüksek bir seyir mekânı burası. Caddeyi takip eden uzun dikdörtgen yerde, kaldıraçlar, makineler ile uçlarında inşaat malzemeleri, prefabrik beton parçalar taşıyan, sanki dev kuklalar gibi ağır ağır, kesik kesik, birbiriyle göz göze, senkronize hareket eden iki dev vinç, iki dev aktör kendilerine yardımcı olan daha küçük vinçlerle, rollerini oynamaya başlamışlar bile. Birkaç aydır Helsinki Kenti’nin tam orta yerinde “Bir kukla oyunu”, yeni “bir mimarlık oyunu” sahne alıyor.

Kim bilir metrekaresi kaç euro olan ve şimdi yapılmaya başlanan altı, yedi katı ile yapana büyük kar getirecek bu çok özel alanda “neyi, nasıl inşa etmenin ya da inşa etmemenin” tartışması uzun uzun yapılsaydı diye akıldan geçiyor. Keşke kentliler, kent bileşenleri, planlamacıları, mimarlık ve sanat okulları, hatta ilgili her türlü kuruluş burasının gelecekteki hikayesine, bu sahnede, bu boş alanda ne olacağına karar verseydi, bu kent sahnesinin gelecek hayali günlerce aylarca tartışılsa, yarışmalar açılsaydı diye düşündürüyor. Her yıkılan yere yeni bir bina yapmayı değil de yapmamayı ya da var olanı bir şekilde dönüştürmeyi hedefleyen bir sonuç da hedeflenebilirdi. Hatta her haliklarda bina yapmanın yerine, yapmamanın, ya da kendini sürekli yenileyen mekânın, mekanların, alternatif olabilecek büyük bir deneysel boşluğun, deneysel sahnenin sonuç olarak bir karşı duruşun, bir manifestonun yeri de olabilirdi. Bu bitmek tükenmek bilmeyen inşa etme haline karşın hep inşa etmemeye yönelik dev ve sembolik bir ateş yakılırdı. Kentlilerin kullanabileceği bir kent sahnesi olabilirdi.

Neden boş bulduğumuz yere hep bina yapıyoruz, neden hep parayı düşünüyoruz, iş kaçırılmaz fikri kafamızdan hiç ama hiç çıkmıyor? Neden hep paranın kuklası oluyoruz öyle ya da böyle biçimde? Neden politikalar hep ama hem inşa etme üzerine kurulmuş? Dünya kadar insanın kaybedildiği adeta mimarlığa, yeni alanlar açan, alan temizliği yapılan savaşlardan sonra hatta trajik depremlerden sonra bile neden hala parayı, kendi çıkarlarımızı, kendi dünyamızı düşünüyoruz? Neden mimarlık okullarındaki eğitim hala büyük oranda bina yapmaya yönelik programlarla yönetiliyor? Her şey neden projeye ve bina tasarlamaya yönelik? Neden mimarlık genellikle hep inşa etmeye, bina yapmaya dayalı, yapmamaya yönelik değil? Her şey niye yıkıp yapmaya yönelik, yıkıp yapmamaya değil? Bu işi doğru dürüst yapan ofisler, istisnalar, mütevazi ve dürüst mimarlar elbette bir yana ama neden mimarlık okulları çoğunlukla mimarlık fabrikalarına dönmüş ofisler için, adeta yorgun ordular yetiştiriyor? Tabii yapılması gereken binalar ve geliştirilmesi gereken kentler var ama bu durdurulamaz para kazanma hırsı, kentleri, arsaları neden deneme tahtasına çeviriyor? Yapay zekanın bu işleri daha da hızlandıracağı ve bina yapım süresinin çok daha azalacağı, mimarın yükünü çok daha düşüreceği, bu yüzden bina üretiminin çok daha hızlı gelişeceği de çok açık. Kentlerin içine kim bilir kaç kent sığacakken her zaman yeni yapmak, var olanı korumak yerine bina yapma çılgınlığının artacağı, dünyayı, kentleri çok daha büyük çıkmazlara götüreceği de ortada.

İşte bu defa Helsinki’nin ortasında sahneye koyulan oyunun önünde rüzgâr çıkmış. Meçhul bir kadın pelerine benzer bol elbisesi ile Stockmann’dan önündeki caddeyi geçmiş meydanın bir ucunda adımlarken, arkasındaki mimarlık oyunundan habersiz kestirme yoldan Baba Saarinen’in Rautatieasema yani Merkez Tren İstasyonu’nun olduğu tarafa doğru yürüyor. Bir diğer resimde ise geceye doğru hala ışıklarıyla sahnede olan biten devam ediyor. Diğer karede de Noel kulübeleri önde, arkadaki iki dev vinç sanki mimarlığın bitmek tükenmek bilmeyen kukla oyununu canlandırıyor. Mimarlık gündüz gece hiç uyumadan sanki rollerini yapan bu kuklaların elinde Noel ışıklarının yansımaları altında parça parça, malzemeleri, duvarları, ünlü teorileri, tanınmış düşünürleri ve ustaları ile adım adım kurulmaya, yeniden inşa edilmeye devam ediyor. Gelecek hayali sanırım bu sahne oyununun bu kukla oyununun özeti, yapılanlar, yıkılanlar, geride kalanlar, umutlar, hayaller arasında.

Bu yazıdaki oyununun adeta sembolü ve aktörü olan bu iki vinç ve daha küçük olan yardımcıları ve bir ara görünüp kaybolan meydandaki meçhul siyahlı kadın ve diğer görüntüye girip çıkanlar makaleye esin kaynağı oldukları için ve derinden düşündürdükleri için teşekkürü hak ediyorlar. Umalım buraya yapılmakta olan bina da övgüyü hak eder, hem içinde yaşayacaklara ve onu dışarıdan göreceklere keyif verir. Helsinki’nin en özel yerlerinden birinde, en özel binalardan, mekanlardan biri olur. Zamansız bir yapıt olur. Başkente de çok şey katar. Ama yukarıda da vurgulamaya çalıştığım gibi buraya yapılacak olan neyse daha ilk kazma atılmadan, ilk vinç buraya gelmeden uzun uzun tartışılmayı hak ediyordu. Bu hali ile bile hala da ediyor.

Yine de yukarıdaki konu ile ilgili sayılabilecek, beş yıl kadar önce aynı sütunlarda yazdığım bir makaleyi buraya bırakayım. Sözü geçen yazıyı dünyanın adeta çıkmaza girdiği, hiç hesapta olmayan çok büyük felaketlerden birine doğru hızla giderken, olacaklardan habersiz yazmıştım. Unutulmaz korona günlerinin birkaç ay öncesiydi. Yazıyı bitirmem uzun sürmüş ve sonunu çok zor toparlamıştım. Başlığı “Dünyanın Sonuna Doğru Mimarlık” olmuştu. Bu metin, beni mimarlık, yaşam ve gelecek adına tedirgin etmiş hatta korkutmuştu. İçinde umut da olsa yine de gelecekte olacaklarla ilgili kâbus gibi bir dünya tahayyülü idi. Hikayedeki dünya inşa edilmiş çevre olarak bildiğimizden çok daha farklı hatta bambaşkaydı. İnsan da yapay zekâ ile şimdikinden çok farklı hale gelmişti. Çok uzun yıllar, hatta yüz yüzyıl ya da yüz yıllar sonrasıydı. Yer gök, her yer o zamanın teknolojilerine uygun, alt alta üst üste bina dolmuştu. Doğayı da çok tehdit ederek kentlerde, yerleşim yerlerinde sanki nefes alacak yer kalmamıştı.

“Yaşam elden gidiyordu. Tam bir cinnet haliydi. Ortalık ayağa kalkmıştı. Yapılacak başka hiçbir şey de kalmamıştı. Dünya o ana kilitlendi. Herkes televizyonları, iletişim araçları başında bugünü bekliyordu. Birleşmiş Milletler özel ve çok acil bir oturumda toplandı. Karar açıklanacaktı. Üye ülkelerle, bilim insanlarıyla, uzmanlarla yıllarca yapılan çalışmaların sonuçları onaylanacaktı. Nefesler tutuldu, kameraların önünde genel sekreter kürsüye çıktı. “İnsanlığın geleceği için” diye başladı…

Bütün dünyaya ve oturuma katılan ülkelere oy birliği ile gezegenin her yerinde uygulanacak ortak bir karar alındığını duyurdu ve devam etti.  “Ülke ve coğrafya gözetmeksizin gezegenimizin her bir bölgesi, bütün yeryüzü hiçbir şekilde dokunulamayacak sit alanı ilan edilmiştir. Dünya yüzündeki istisnasız her yere yeni bina yapma yasağı getirilmiştir. Dağlar, ovalar, vadiler, ormanlar, kentler, turistik yerler, deniz kenarları da dahil. Bu yasakla ilgili yeni kurallar konulmuştur. Yasak, devletler arası koordine edilecek bir ağ içinde, Birleşmiş Milletler Komiseri’nin ve ona bağlı alt birimlerin kontrolünde gerçekleşecektir. Her şey ana merkezden yönetilecek, her ülkede denetimi sağlayan yerel birimlerle eşgüdüm halinde çalışılacaktır. Uzun yıllar sürecek bu yapı yapma yasağı ile ilgili kontrol noktaları olacaktır. Her şey kurulmasına karar verilen Mimarlık Polisi’nin denetiminde yapılacaktır.” diyerek konu ile ilgili diğer detaylara geçti. 

Yazıyı bitirmemden yaklaşık üç dört ay sonra Korona patladı. Dünya ülkeleri sınırlarını kapadı. İnsanlar evlerinden çıkamaz hale geldi. Herkes korku içindeydi. Resmi rakamlara göre yedi milyondan fazla insan da bu pandemide yaşamını kaybetti. Bundan pek ders almadık. Her şey, savaşlar, harcanan paralar, bir tarafta açlık, bir tarafta zenginlik, adil olmayan paylaşım, dünyadaki hâkim politik düzen, kaldığı yerden yeniden devam etti tabii mimarlık da inşaatlar da bu işlerden zengin olmalar da. Yüzyıllar sonrası hala akıllanmamıştık.

“Hikâyenin sonunda anladığım bizim bildiğimiz, öğrendiğimiz, üzerine titrediğimiz mimarlığın sonunun artık geldiğiydi, her yeri tıklım tıklım dolduran, ofisleri projelere boğan, bina yapmaya dayalı, paraya bağımlı mimarlığın bittiğiydi. Dahası proje fikrinin giderek yok olmasıydı. Proje her şeyi programlamanın ötesine geçti ve yaşamın ta kendisi oldu, olmuştur diyebilirim. Artık tek bir proje vardı. O da dünyamızı kurtarmaktı. Aradan neler olduğunu bilmediğimiz uzun yıllar daha geçti. İnsanların aklına giren robotlar, ya da robotların aklına giren insanlar, klonlanmış, kopyalanmış olanlar ne oldu? Tam anlamıyla bir kaostu… Gerçek miydi, hayal miydi, her şey iç içe girmişti, ayıramadım. Bütün dünya başımıza yıkılıyor sandım. Kâbus desem bir türlü, umut desem bir başka türlü, her şey karmakarışık olmuştu.”

2024’ün son aylarında, yeni yıl öncesi Noel ışıkları ve şarkıları eşliğinde önünden sık sık gelip geçerken Helsinki’nin kalbindeki bu yılın sonunda bir sembol haline gelen işte bu iki dev vinci ve bu dev kukla oyununu görünce yine bu yazıyı ve o kriz anındaki çaresiz Birleşmiş Milletler Genel Sekreterini, onu dinleyen milyonları, Mimarlık Polisi’nin kuruluşunu, mimarlığın iflas edişini ve yıllar süren dünyayı geri kazanma savaşını hatırladım.

Etiketler

Bir yanıt yazın