Kuruluş, Kurtuluş ve Diriliş Arasındaki Bilecik ve XXIII. ETAK Toplantısı

ETAK toplantısının XXIII.sü 15-16 Mayıs 2018’de Bilecik’te gerçekleşti. Bu sebeple Kıbrıs’tan ulaşımı zor da olsa hem meslektaşlarımı görmek hem de tarih derslerinden merakımı uyandırmış bu bölgeyi gezebilmek amacıyla yollardaydım. İstanbul’a uçtuktan sonra minibüsle İzmit’e geldim. Hiç bilmediğim bir firmanın eski görünümlü otobüsünün en arkasında üç saat kadar daha yolcuydum. Lise ve üniversite yıllarımda memleketime gidebilmek için sıklıkla yaptığım uzun yolculuklarımı anımsadım. Uyuyabilmeyi isterdim; ancak mümkün olmadı. Her ne kadar koltuk arkalarında oyalayacak ekranlar olsa da, kucakta giden mavi gözlü oğlan çocuğunun istekleri hiç bitmedi. Yanımdaki genç annenin huzursuzluğu bana da bulaştı.

Bilecik’e geldiğimde kentin epey dışındaki yeni terminalde inip yeniden dolmuşa bindim. Beni ilk karşılayan kitsch denilebilecek yapıdan kentte görebileceklerimi tahmin etmeye başlamıştım. Bitmemiş detaylarıyla henüz inşa edildiği anlaşılan otelin ana caddeye bakan penceresinden gördüklerim sezgilerimin doğruluğunu ispatlar gibiydi.

Gün ışığı gitmeden kısa bir şehir turu atabilirim diyerek dışarı çıktım. İnternet taramasında önüme ilk çıkan yapı olan türbeye gidip ‘Sağ salim gelebildim’ diye şükretmek de istedim. Caddenin hemen altındaki Bölge Çarşısı’nı ve İstiklal Mahallesi Konağı’nı geçerek aşağıya doğru inmeye başladım. Yayalarla araçların birbirine karıştığı kesişme noktalarında kentlilerin soluklanma yerleri vardı.

Biraz daha ilerleyince çınarların gölgelendirdiği cami avlusu hızımı yavaşlattı. Aralarında kendi ana dillerinde konuşan çocuklar saklambaç oynuyorlardı iri gövdelerin arkasına gizlenerek. Bakışları biraz tedirginleşen esmerciklere gülümsedim. Cesedi kıyıya vuran Aylan’dan şanslıydılar. Kimilerinin halen savaşın içinde çırpındığı gerçeğiyle ayıpladım hepimizi.

Suriyeli göçmenlerle ilgili üç yıl önce Bodrum’da, bu yıl ise Ankara’da şaşkınlıkla yaşadığım olaylar geldi aklıma. Tepecik Camii’nin yanındaki kahvede otururken dört yaşlarındaki oğlan çocuğunun kızımın elindeki yarı dolu içeceği alıp kaçışı… Kızılay Meydanı’nda eşimin de oturduğu masadan iki kardeşin yemek çalışları… Gördükleri yokluk ve yoksunluklar, iri kara gözlerini daha da karartmış, ellerini çirkinliklere bulaştırmıştı. Bu insanların yaşadıklarını bizim kavramamız zor. Tek bildiğim, çocukların benimkiler gibi aynı oyunları oynadıkları!


Fotoğraf 1: Şeyh Edebali Türbesi yolundaki yapılar, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Türbeye doğru dik yokuştan salınırken içlerine sığılmadığını belli eden evlerin samimiyetlerini gördüm. Plastik terlikler dizilmişti demirli alüminyum kapıların önüne. Çift cam olsun diye yeni değiştirildiği belli olan pencereler sıvası dökülmüşlere yabancı. Paslı çamaşır tellerinde delik çarşaflar. Su basmanların üzerinde bir onların gölgeleri, bir de dolanan doğal gaz boruları. Ay yıldız ve kurtbaşları ise bakımsız cephelerin vazgeçilmezleri.

Türbeyi bulmak pek zor olmadı; “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın” tabelaları pek bol. Şeyh Edebali, mekanını sanki hem aşağıdaki koyu yeşil vadiyi bütünyle seyretmek hem de pek farkedilmemek istercesine konumlandırmış. Tepedeki türbe, karşı sırttaki mezarlık ve öylece kalakalmış yıkık minareler; hepsi birbirlerinin yalnızlığına eşlik eder gibi.

Türbenin girişinin algısını artırmak için elden gelen yapılmış; hatta tevazunun terkedilmiş olduğu açıkça görülüyor. Yolun bir yanında yaldızlı parmaklıklar, diğer yanında efsanesiyle zihin karıştıran Zincirli Kaya. Kapısında “Dünyayı bize büyük gösteren bizim küçüklüğümüzdür” öğüdünü veren Şeyh ‘nasıl isterdi acaba?’ diye düşünüyorum.

 

 


Fotoğraf 2: Şeyh Edebali Türbesi ve çevresi, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Türbenin genel olarak iyi bakıldığı, etrafındaki temizlikten anlaşılıyor. Ancak girişteki hediyelikçiler ve otağ şeklindeki derme çatma cafe bir alaturkalık hissettiriyor. Mangal yapanların dumanları arasında kalmış park yeri düzensiz. Arabaların üstünden tepeye dikilmiş direklere kadar her yerde Kayı boyu bayrakları var. Derin vadide gezinenlerin sesleri ulaşıyor yukarıya. Buradan bakılınca yörenin mesire yerleri ve ormanları bakımından çok zengin olduğu açık.

Şeyh’in mezarına çıkmadan önce Osmanlı Padişahları Tarih Şeridi’nin bulunduğu parktan geçiyorum. Uçan halıyı andıran saçağın altında yürürken tarihimizin o dönemiyle ilgili bilgileri izliyorum. Tavaf edercesine etrafında döndüğüm alanın aktifliği özçekim yapma derdinde olanlardan kaynaklı. Kırmızı güllerle bezenmiş parkta, aşk ve tutkudan çok “sadakatin temsil edilmiş” olduğunu düşünüyorum.


Fotoğraf 3: Osmanlı Padişahları Tarih Şeridi ve park, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Park içinde özçekim yapılan bir diğer kalabalık nokta ise “BİLECİK” yazısının önü. İlk olarak Amsterdam’da müzeler bölgesinde gördüğüm, şimdilerde ise bizim Kıbrıs’taki Alsancak çemberine düşecek bollukta, neredeyse her şehrimizde bulunan yapısal peyzaj elemanına “Dirilişin şehri” açıklaması da eklenmiş.


Fotoğraf 4: Şehy Edebali Türbesi yanındaki BİLECİK yazısı (Yücel Besim, 2018)

Parktan sonra karşıda Orhan Gazi Camii, kendisine uygun küçük ahşap saçağıyla hoş karşılıyor. Tuğla işçiliği öne çıkan yapının naif duruşu ve minarelerinin narinliği etrafındaki kara selvilerle dengeyi oluşturmuş.


Fotoğraf 5: Orhan Gazi Camii, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Bir solukta türbeye tırmanan merdivenlerin sonunu buluyorum. Kapıda Ertuğrul Gazi’nin “Bak Oğul” hitaplı vasiyetini okuyorum. İçeride, tabutların sarıldığı örtülerdeki Arapça yazılarla yerdeki halıların karışık desenleri gözümü yoruyor. Sessizce duruyorum kendinden geçerek dua eden kadının arkasında. Türbenin altında mezarlarından büyük olan dikililer adeta birer sanat eseri. Aralarından geçerken hem cinsimin ellerini hangi dünya için açtığını merak ediyorum.

Biraz önce kolaylıkla indiğim yokuştan tırmanarak türbeden ayrılıyorum. Kentin bu geniş yeşil alanını her an talan edebilecekmiş cesaretinde duran yeni apartmanların kalabalıklığını farkediyorum. Söğüt ve kavakları besleyen dereyi manzara edinmişler. Altlarında ezilmiş olan evlerin bahçelerinde ceviz, kiraz ve incir ağaçları birarada.

 


Fotoğraf 6: Apartman türü yeni yapılar, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Hiç beklemezken ilginç bir yapı durduruyor beni önünde. Dar girişinin bir yanı grafiti, öteki yanı aynı renklerin devam ettiği cam tuğlalardan. Pansiyonun aynalı kapısında kendi yansımı görüyorum; yorulmuşum, belli. Yemeğimi küçük bir Konya lokantasında yedikten sonra otele dönüyorum.


Fotoğraf 7: Yeni bir apartmanın girişi, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

ETAK toplantısı için ertesi gün erkenden Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi’ne gidiyorum. Kentten kopuk yerleşkeye Ankara’nın şehir kapılarına benzer kubbeli ulu bir tak altıdan giriyorsunuz. Oysa yıllar önce Prof. Dr. Atilla Yücel’in bir konuşmasından net olarak aklımda kaldığıyla “Hiçbir üniversite kampüsüne nizamiyeden girilmemeli!”. Selçuklu ve Osmanlı biçimlerinin yeni malzemelere büründüğü eğitim yapıları, içlerine kapalı ve sert bir duruştalar. Etrafına dizildikleri meydan, farklı açılardaki teraslardan oluşuyor. Bitişi yokmuşcasına görünen desenlerle kaplı döşemenin yarattığı karmaşıklık öğrencileri de rahatsız etmiş olacak ki fazla kullanıcısı yok. İki ay önce Zonguldak’taki üniversite bahçesinde de gördüğüm tamamlanamamış daire biçimindeki birimlerde sanki hapsedilmiş gibi oturuyor gençler. Ellerindekine bağımlılar arasında bakışma az, tartışma hiç yok belki de…


Fotoğraf 8: Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi Kampüsü (Yücel Besim, 2018)

ETAK toplantısı Bölüm Başkanı Prof. Dr. Bülent Yılmaz’ın önderliğinde resmi bir açılışla başlıyor. Toplantının işleyişi bu defa biraz daha farklı. Hem oturum başkanının hem de bizlerin sunumları var. Son derece inceliklerle hazırlanmış olduğu belli olan toplantının gündemi yoğun. 20 farklı katılımcının arasında Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi olarak en uzaktan katılan ünvanımı koruyorum. Beyaz saten örtülü masalardan mı, yoksa kürsüye çıkacak olmamdan mı; bilemiyorum, biraz gerginim. Ama hep samimi olan toplantımızın ciddi bölümünü verimli bir çalışmanın sonunda kolaylıkla tamamlıyoruz. Bazı üniversitelerin bölünmesi gündeminden ötürü gelecek toplantının yeri için ilk kez hiç talip çıkmıyor. Belirsizlikler hoşumuza gitmese de ortadaki kubbeli boşlukta gülümsüyoruz kameraya. Parlak gri zemin üzerindeki siyah deri koltuklara oturup protoköle uygun yeni bir ETAK anı çekimi  yapıyoruz.


Fotoğraf 9: XXIII. ETAK toplantısı, Bilecik, 2018

Toplantıdan ayrılmadan önce Güzel Sanatlar ve Tasarım Fakültesi’ni detaylıca gezdiriyor Bülent hocamız. Özellikle Endüstri Tasarım Bölümü’ne özendirici fiziksel olanaklar sağlanmış. 3 boyutlu yazıcılar, büyük ekranlı bilgisayarlar, cam atölyesi, seramik atölyesi gibi aslında olması doğal olan donatı ve mekanlara bazılarımız imrenerek bakıyor. Sanki hiç dokunulmamış gibi steril ve tertipli görünen tasarım stüdyolarındaki yere sabitlenmiş masaları beğenmiyorum doğrusu.

Kampüste eğitmenlere de güzel olanaklar verilmiş. Her birinin bilimsel çalışmalarına odaklanabilecek kişisel odaları da var, sosyalleşebilecek mekanları da. Hatta biz de bunlardan birinde yemiştik öğlen yemeğimizi. Maalesef bahar festivali sebebiyle uzaktan gelen arabesk müzik eşliğinde. Buradaki terastan bakınca aynı Kıbrıs’taki gibi Bilecik etrafındaki dağların da ocaklarla gaspedildiğini gözledim. Yöredeki porselen üretim yerlerine hammadde çıkarılıyormuş buralardan. Koruyamadan üretmek üzücü!


Fotoğraf 10: Bilecik etrafındaki dağlar ve taş ocakları, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Her ne kadar öğrencilik yıllarımdan alışık olduğum manzaraları bulamasam da üniversiteden memnun ayrılıyorum. Bu kadar misafirperverlikle mutlu olmamak, hatta şımarmamak mümkün değil. Ayrıca toplantının biçiminden çok; içerik açısından çıtasının yükseldiğini görmek de kıvanç veriyor.

ETAK toplantılarının en sevdiğim bölümü olan gezi programı ertesi gün. Turumuz başlamadan geldiğim günden beri ilgimi çeken kent içindeki heykelleri yakından görmek istiyorum. İlki otele en yakın olan bulvar üzerindeki Atatürk heykeli. İnönü zaferlerinden sonra “Siz orada yalnız düşmanı değil, Milletin makus talihini de yendiniz” diyerek bu yörenin Kurtuluş Savaşı’ndaki önemini vurgulayan önderin önünde, “Süs havuzuna girmek tehlikeli ve yasaktır” yazısı gelişmişlik düzeyimizin kanıtı adeta. Kentte anlam kargaşasının devam ettiği figüratif başka heykeller de var. Ana caddenin sonundaki Şehit Asker heykeli de farklı değil. Etrafta şarkılı türkülü asker uğurlaması yapan arabaların arasında çember heykellerinin anıta dönüşmesi zor.


Fotoğraf 11: Bulvar üzerindeki Atatürk heykeli, Bilecik (Yücel Besim, 2018)


Fotoğraf 12: Bulvar üzerindeki Şehit Asker heykeli, Bilecik  (Yücel Besim, 2018)

Ara sokaklara dalarak resmi yapıların olduğu tarafa geri dönüyorum. Tepedeki Şelale Park kına, nişan, düğün gibi kutlamalar için kullanılan kentin gözde mekanlarından. Kale burçlarına benzetilmiş cephesiyle başka bir kitsch yapı. Yeniyle eskinin karıştığı yerlerden geçerek Cumhuriyet Meydanı’na ulaşıyorum. Buradaki Atatürk Heykeli ise büyük boy poster ve bayraklarla donanmış. Anıtın simetrisini bozan ve Atamızın Türk övün, çalış, güven” sözünün vurgusunu azaltan yazıda ise BİLECİK bu sefer “Kurtuluşun şehri”.


Fotoğraf 13: Cumhuriyet Meydanı ve BİLECİK yazısı, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Hemen yanında gösterişiyle uzaktan dikkatimi çekmiş olan Hükümet Konağı, meydanın baş rol oyuncusu. I. Ulusal Mimarlık Dönemi’ ne ait olduğunu çok net ifade eden yapı, ilk kez 1905-1907 yıllarında; daha sonra 1922-1924 yılları arasında yeniden inşa edilmiş. “Yer teslimi, 600 iş günü” yazan tabelası restorasyon işinin uzadığını gösteriyor.

Meydanın ilerisinde, sarı bir konak yer edinmiş köşeyi kendine. Üzerindeki “Yine içmeye daldık ve o kızıl saçlara yağdık” duvar yazısı gülümsetiyor sabah sabah. Geniş saçağı, cumbası, kemerli kapısıyla geleneksel Türk evi gibi duran, ancak pencere oranları farklı olan küçük, kendinden en az üç kat yüksek olan komşusuna tamahsız. Karşıdaki aç gözlülere ise yetmemiş, en üstleri de camla kapatılmış.


Fotoğraf 14: Cumhuriyet Meydanı yakınındaki yapı, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Meydandan ayrılırken cadde üzerindeki kent müzesine uğramak istiyorum. Ancak o gün de kapalı olduğundan bahçesindeki eserleri görmekle yetiniyorum. Dışardan bakımlı görünen yapı, etrafını kuşatan yeni yapılara boynu bükük. Müzenin karşısında pencere boyutları ve köşe odaları ile konağa benzetilmeye çalışılmış lila renkli ilkokul ise başka bir cümbüş.


Fotoğraf 15: Bilecik Kent Müzesi karşısındaki ilkokul ve çevresi, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Sabah yürüyüşümde her kentteki gibi bana eşlik eden kediler var ayaklarımına dolanan. Çiçekçinin önünü mesken edinmiş sevimliler, belli ki komşularından çok farklı duran küçük dükkan sahiplerini de mutlu ediyorlar. Hemen fotoğraflarını çekip yeni yöntem ‘günaydınımı’ gönderiyorum evdekilere.

Sonra çocukluğumda sınavlar için Bodrum’dan kalkıp Muğla’ya gittiğim zamankilere benzer aile çay bahçesine oturuyorum. Kısa saçlarından asker oldukları belli olan gençler var kırmızı naylon örtülü masalarda. Mozaik kaplı havuzun çalışmayan fıskiyelerine bakarak evimde kullanmaya kıyamadığım cinsten el işi bir çini fincanda içiyorum kahvemi. ETAK’ın ikinci gün etabına keyifle hazırım.

Gezimizin ilk durağı, bazı meslektaşlarımızın kalmak için tercih ettiği, havası da suyu da farklı olan Söğüt ilçesi’ndeki İçmeler. Kuş seslerinin yoğunluğundan neredeyse uyuyamadıklarını belirten hocalarımız, bu güzelliği telefonlarına kısmen kaydedebilmişler. Buradaki çeşmelerden akan ve türlü dertlere deva olduğu kanıtlanan sulardan “fazla karıştırmayın” uyarılarını duymazlıktan gelip şişelerini dolduranları yararak şifa yüklüyorum kendime.


Fotoğraf 16: Söğüt ve İçmeler tesisleri (Yücel Besim, 2018)

Sonraki durağımız “Osmaneli” ilçesi. Burada çok güzel ağırlandık doğrusu. Belediye Başkanı’nın gösterdiği yakın ilgi hoşumuza gitti. Yerli bir görevliyle önce belediyeye ait kurs merkezini gezdik. Daha çok kadınların eğitim aldığı ve yerel ürünlerin yapımlarının öğretildiği merkezde, kimimiz dokuma tezgahlarına oturdu kimimiz takı tornalarına. Daha sonra kentin içine daldık. Dar sokaklar 16 ve 17. yüzyıldan kalan sivil mimari örneklerden oluşmuş. 150si tescilli 300’e yakın konağın insani ölçeklerine bir kez daha hayran kalıyorum. Genelde üç kat olan yapıların en karakteristik özelliklerinin kırma köşeleri ve cephe süslemeleri olduğunu söyleyebilirim.


Fotoğraf 17: Osmaneli sokaklarındaki eski evler (Yücel Besim, 2018)

Osmaeli’nde yeni bir süreç başlamış. Eskinin kıymetlilerinin üzerine gayrimenkul ilanları çoktan asılmış, fiyatlar artmış. Önce terk edilmiş ve unutulmuşken şimdi yeni konuk ve kullanışlarını bekliyorlar. Bazıları ise halen uykuda. Son sahiplerinin isteklerine uyum sağlayamamış olanlar da var. Uydu antenlerini güçlükle taşıyor ahşap çıkmaların payandaları.


Fotoğraf 18: Osmaneli sokaklarındaki eski evlerden detaylar (Yücel Besim, 2018)

Yenilenme şansını elde etmişlerinden birinin içine giriyoruz. Necla Hanım Konağı, evin güçlü hanımefendisi gibi vakur bir duruşta. Avlusundaki haçlı mezar taşı sahibi hakkında daha özel bilgiler veriyor. Konağın odaları o dönemin yaşam hikayesini anlatacak biçimde düzenlenmiş. Seyvanaltında 1914’te Ertuğrul Sancağı’na bağlı Lefke Nahiyesi’nin adının Osmanili olarak değiştirilmesi için Padişah’ın iznini gösteren önemli bir belge asılı. Konağın “böceklik” denilen en son katına çıkıyoruz. Bir zamanlar yörenin en önemli gelir kaynağı olan ipek böcekçiliğine ayrılan alanı şu anda belediye tarafından nikah salonu olarak kullanılıyor. Açık bırakılmış mikrofondan anons yapıyorum ETAKlılara. Kıbrıs’ın en sevdiğim, ender kıvrak türkülerinden birini mırıldanıyorum; “Dolama dolamayı, getirin bağlamayı, nerden alıştın yavrum…” Alkışları topluyorum bitirmeden. Müziğe meraklı meslektaşım ise bana aynı türkünün Rumcasını dinletiyor. Bedri Rahmi’nin deyimiyle “Ana sütü gibi temiz, ana sütü kadar candan” türkülerimiz ortak; içimi aynı şekilde kıpırdatıyor.

Konaklardan sonra kentin ibadet yerini geziyoruz. Rüstem Paşa Camii ahşap tavan işçiliği ile beni büyülüyor. Geometrik biçimlerin ve renklerin biraraya gelişi muhteşem. Yerdeki bordo halı ve kemerlerdeki süslemeler de tamamlayıcı. Keşke olmasalardı dediğim ama rehberimizin övünerek anlattığı yeni yol döşemelerindeki motiflerin referansı buradan alınmış olsa gerek.


Fotoğraf 19: Rüstem Paşa Camii içinden detaylar, Osmaneli (Yücel Besim, 2018)

Kentin yukarılarına doğru ilerledikçe yapılar, dokular, kokular değişiyor. Duvarlar üzerinde bir yılan gibi sürünerek çıkan tuğla bacalar; göğe salınan tezek dumanlarıyla yarışır gibiler. Bakımsız kerpiç evlerin arasından geçip tanıtım çekimi için gezi boyunca hep tepemizde dolanan drone ile bir başka viraneye ulaşıyoruz. Rum Ortodoks Kilisesi olan Aya Yorgi, uğradığı vandalizmle biraz vahşileşmiş. Yine de ayakta kalan kilisenin yalın ve narin strüktürü ‘bu çıplaklığıyla mı kalsa acaba’ dedirtiyor.


Fotoğraf 20: Aya Yorgi Kilisesi, Osmaneli (Yücel Besim, 2018)

Etrafındaki gelinciklerle arkadaş olmuş tarihi eser parçalarını toz duman içinde bırakarak minibüsümüzle daha da tepeye tırmanıyoruz. Belediyeye ait seyir yerinde bir sabah kahvesi daha içiyorum. Arada bir apartmanlar yükselse de kırmızı çatılarla bezenmiş manzarayı beğeniyorum. Zaten eski adı Kıbrıs’taki “Lefke” ile aynı olan Osmaneli ile daha gelmeden önce gönül bağı kurmuştum. Geleceğini tam kestiremesem de umutla ayrılıyorum bu şirin kasabadan.


Fotoğraf 21: Osmaneli kentinin seyir yerinden görünüşü (Yücel Besim, 2018)

Sakarya nehri manzaralı yerde yemek yedikten sonra gezimiz Ertuğrul Gazi Türbesi’ne doğru devam ediyor. Bu defa bize eşlik eden türbenin bayan rehberi; ilk olarak akademisyenler karşısındaki heyecanını dile getiriyor. Etrafdaki kalabalıktan bu mekanın gözde bir ziyaret yeri olduğu anlaşılıyor. Çevresinde hemen yeni oluşumlar gelişmiş; pazar kurulmuş, anı fotoğraf çekimleri yapılıyor, gösteriler için bir de büyük hipodrum var.


Fotoğraf 22: Ertuğrul Gazi Türbesi (Yücel Besim, 2018)

Türbe, kapısında nöbet tutan Alperenlerle hiç izlemediğim o meşhur dizinin bir sahnesi sanki. Arka bahçe çok güzel olsa da son iki gündür gördüklerimin tekrarı; güller, mezartaşları ve “Bak oğul” diye başlayan yazılar… Hepimiz yorulmuşuz ki türbenin yanındaki yörük çadırında içilecek demli çaya kimse hayır demiyor. Çocukken ninemin evinde hızlıca kuruverdiğim gibi bağdaşarak oturuyorum kilimin üzerine. Birçok arkadaşımız ayrılacağı için bundan sonrasında gezimiz hızlanarak sona eriyor.


Fotoğraf 23: Tren garı, Bilecik (Yücel Besim, 2018)

Ben de ertesi gün yandan bir file benzettiğim gardan başlıyorum geri dönüş yolculuğuma. Hızlı trene binerek gelişime göre çok daha konforlu geçiriyorum yolculuğumu. Yol boyu bir yandan türkü dinleyip bir yandan Bilecik ile ilgili izlenimlerimi diziyorum zihnime. Kısır ve karışık kent merkezine rağmen halen koruduğu sakin, huzurlu kasaba havasını not ediyorum. Bugünlerde “Kuruluş, Kurtuluş ve Diriliş” arasında kalmış kentin dinginliği, köklerinin derinliğinden gelse gerek.  Çevresindeki bereketin ve hayran kaldığım doğal güzelliklerinin farkında. Nazım’ın “Bakmayın siz benim kuru bir yaprak gibi sallandığıma, Köküm sağlamdır, sarsılsam da kopmam dalımdan… Ben baharıyım yarınlarımın. Çiçek açarım her kışın ardından…” sözlerini türkü yapmış kendine; mırıldanıyor kulağıma.

 

Kaynaklar:

Bilecik Gezi Rehberi, İl Kültür ve Turizm Müdürlüğü Yayınları, 2014.

1075 Yılından Günümüze Kesintisiz Türk Kenti Osmaneli, Osmaneli Belediyesi Yayınları, 2018.

https://www.osmaneli.bel.tr

Etiketler

Bir yanıt yazın