Bir kadın erkekten ne ister diye sormayınız, ben hiç bilemem lakin bunu anlatan roman yazarını bulmak gerekir.
Türk Edebiyatının erken Cumhuriyet dönemlerinde bu işe merak salmış edebiyatçımız boldur; Refik Ahmet Sevengil onlardan birisidir.
Kadın yahut bir genç kızın erkekten ne beklediğini anlatmak üzere değil, fakat başka bir hikâyeyi aktarırken kalemi sürçüp yani Latincesiyle Lapsus Calami’ye uğramış romancı R.A.Sevengil birkaç sayfada kadın kalbine derinlemesine yer veriyor.
Yazarın, belki şimdi yeni baskısı ortada olmayan Açlık adlı romanında, başka şeyi anlatırken kadınlara lafı, hünerli bir İngiliz terzisi gibi lakırdı kumaşını iyisinden kesip, biçip getirmesi bir sanat eseridir.
Şimdilerde unutulmuş yazarlarımız arasına karışan Sevengil’in romanındaki genç kız, mühendis Ahmet Turgud Beyefendiye gizliden gönlünü kaptırmış, ona yularını teslim etmeye hazır olmuştur.
Fakat, heyhat, gel gelelim Ahmet Turgud, eşekliğin âlasını yapar, genç kızı başkasına yâr eder.
Oysa roman kahramanı genç kızımız her şeye hazırdır, yeter ki erkeğin taş gibi göğsüne başını dayasın!
Bütün mesele buradadır, erkeğin tahakkümünü kabullenen bir kadın mutlu olur; feminizm işte o ân, şıppadanak, rafa kalkar, sözde kalır.
Tahakküm dediğimiz vur, kır değildir, romancımıza göre, azıcık hat höt‘tür.
Nasıl mı olacaktır, buyrun işte burada recette‘si…
Kadın kalbi hassas sismograf gibidir, hatta yerkürenin en dibinde, dünyanın esfel-i safilindeki hareketleri dahi kaçırmadan kaydeden aletlerden daha hassastır.
Erkeğin yüreğinde kadına karşı beliren zafiyete dayalı her türden zelzeleyi şıppadanak hisseder, ayrıca üşenmez ve zengin dehlizlerle dolu beyninin bir köşesine kaydeder.
Şimdi, evvel emirde hakkını vermek gerekir. Kadın, bir erkek için Radar Üssüne benzer, havalimanı kontrol kulesi kadın yanında işlevsiz kalır. En paspal, pespaye, pejmürde zannettiğiniz kadınlar bile erkeği tarassud altına alıverir; göz ucuyla bir izler ki sormayın…
Edindiği izlenimlere bakarak kayıt defterinde sicilini çıkardığı erkeği bazen hemen, çoğu kez uzun zaman eline fırsat verip tecrübe ettikten sonra birgün yolcu eder; geçmiş olsun.
Buna eski dilde, ¨Şifası tebeyyün etmeden hastayı taburcu etmek¨ denir. Kelimenin tam anlamıyla hasta olan, âşık erkektir; zira aşk bir tür hummalı, ateşi yüksek hastalıktır. Hastanelerin İntaniye Koğuşu bu yüzden hep erkekle doludur.
Erkeğin talimli sirk maymunu gibi olmasına tahammül gösteremeyen kadın, aslına bakarsanız, erkeğinden azıcık at gibi kişnemesi ister. Fakat ne yazık ki erkek milletinin, yumuşaklık ve ikram severliği tutup kadınının eline her akşam elmasını, armudunu, şeftalisini soyup tabağıyla uzatmak hatası, başına sonradan iş açar.
Şimdi böyle yazınca, okurlarımızdan erkek olanların arasında yüzü yağmur toplayan havalar gibi kararanı çıkarsa, darılmaca yok; ama öyledir…
Şimdi siz böyle okuyunca, aranızdan kadın okurların bu yazıya çakırpençe kesilmesine de gerek yoktur; nihayetinde hiciv ve mizah sanatına denememizde yer veriyoruz.
Refik Ahmet’in Açlık romanına, adı verilmemiş bir taşra kasabasındaki şeker fabrikası işletmesine, ¨Kadınlar arasında onun mukavemet edilemez bir erkek olduğuna dair şöhreti bulunan…¨ [s.16] Ahmet Turgud Beyin genel müdür olarak tayin edilmesiyle başlarız.
Ahmet Turgud, Avrupa’da eğitim almış, İstanbul sosyetesini avcu içi gibi bilen, sportmen, son derece kültürlü, zeki ve zekâvetli, muhtemelen birkaç dili anasından doğmuş gibi konuşan biridir.
Tam, Cumhuriyet rejiminin istediği cinstendir; dikkat, roman 1937 basımlıdır… O dönemin romanlarında Cumhuriyet ve Kemalizmin talepleri dile getirilecektir; böyle olması romancıdan beklenir.
Şeker fabrikasını kısa sürede ayağa kaldırıp kâra geçirmesi, Ahmet Turgud’un aynı zamanda işletmeci, sanayici yanını da ortaya kor. Kasabada kimseyle fazla samimi olmadan, lakin şehirde kuş uçsa haberi olacak kadar her şeyle alakadar biridir. Bekârdır, hiç evlenmemiştir, kırk yaşına kadar kırk bir tane kırmadığı yumurta kalmamış, artık orta yaşını geçtiğinden de evlenmesi giderek güç hâllere düşmüştür.
Kasabalı Ahmet Bey’e takar, ona yakıştırılan dedikodulardan birisi, mesela, evindeki Almanya’dan hususi olarak getirilmiş hizmetçi kadınla münasebeti olduğu üzerinedir; günâhı alınmıştır, biz roman okurları, Ahmet Bey’in bu yönde namusuna itimat ederiz.
Zira Ahmet Bey, ununu elemiş eleğini duvara asmış cinstendir ve artık her önüne çıkana el uzatıp tokalaşmaz. Ahmet Turgud’un mazisini de roman boyunca, ustalıkla bize anlatan romancımız Refik Bey’den öğrendiğimize göre, delikanlılık zamanlarında İstanbul’un Erenköyü semtindeki köşklerine komşu öteki kâşanede yaşayan Hatice adlı bir genç kadına âşık olmuştur.
Fakat, mesele, iki ucu kötü kokan bir şeyle pislenmiş değnek gibidir:¨Ahmet Turgud’un sevgilisiyle evlenmesine engel vardı. Kadın evliydi! Bundan daha ehemmiyetli bir mâni daha vardı. Kadın kocasını seviyordu.¨ [s.20]
Hatice Hanım, karşı köşkün genç delikanlısının kalbinden geçenleri, aradaki yüzlerce metre mesafeye rağmen cumba ardından, tül perde gerisinden bakıp şıp diye anlamıştır; anlamaz mı hiç! Lakin namusunu takdir ettiğimiz bir kadın çıkar, yüz vermez.
Evli bir kadına tutulup umduğunu elde edemiyen roman kahramanımız Ahmet Turgud Bey, eğitimini tamam etmek bahanesiyle Avrupa’ya kaçarak gider, uzun yıllar orada kalır, hesaplıca serserilik eder, huyu suyu değişmiş olarak geri gelir.
İstanbul’un Cumhuriyet Baloları ve Ada sefalarıyla geçen yeni yetme, savaş vurgunu, burjuvalaşamamış zenginleri arasında biraz sürter, sonra ver elini inzivaya diyerek işte bu adı sanı bilinmeyen kasabaya gelir.
Şeker fabrikasında bir kimyager kızcağız vardır, Ahmet Bey öl dese ölecektir.
Şeker fabrikasında bir de hukuk müşaviri olan bir genç kızımız vardır; henüz öl dese ölünecek durumda değildir. Mesafeli, donuk, ihtiyatlıdır; tedbiri elden bırakmaz.
Kısa sürede kimyager kız, fabrika müdürüne yuları takıp dizginleri çekmeye gücü yetmiyeceğini anlayıp romanda sırra kadem basar; aşk ringinde havlu atar.
Ortalık kalır mı hukukçu genç kızımıza, elbette kalır…
Ne ki Gülseren adındaki genç kız bir muamma gibidir, kendisini ele vermez. İçine kapanıktır, fabrikadan oda kiracısı olup kaldığı evine gider gelir, ortada görünmez.
İlk göz ağrısından yaralı olan Ahmet Turgud, kırık bir ümidin enkazı altında kalmıştır, zaten Gülseren ona gülücük dağıtsa bile görmeyecek hâllerdedir.
Efes’li hemşehrimiz Heraklitus‘un ikibin beşyüz yıl evvel söylediği gibi, Ethos Anthropos Daimon‘dur, yani karakter kadere bağlıdır. Bir kez Ahmet Bey’in kaderi, talihi baştan kötü gitmiş, karakteri de bu yönde belirmiştir.
Eskiden, aşkın âlameti azıcık olsun utanmaktı, dili tutulup yüze al basmaktı.
Âşık insan, mahçup biriydi.
Gülseren bu eski âdeti yerine getirecek, aşkını kolayca itiraf edemiyecektir;ta ki son güne kadar… Kendisini dirhemle satacak, ağırdan alacaktır. Fakat gerçek başkadır, genç kızın kalbi bozuk floresan lambası gibi göz kırpıp durur, kıpır kıpırdır.
Şimdi burada durup eskiyi hatırlamak şart olur. Ahmet Bey Avrupa’da gecelik ilişkiler yaşayıp kadına önem vermezken, Hatice kocasını kaybeder ve tek kızıyla başbaşa kalır; Allah’tan para pul gani ganidir, keseye cüzdana, kasaya masaya sığmamaktadır.
Hatice birgün trafik kazasında ölüverir, işte kızı da hem babasız hem anasız, öksüz yetim kalır. Fakat, burada arabesk film tadı aramayınız. Romanımızda Latin ve Roma Edebiyatında olan trajedilerin hemen hepsinden bol kepçe vardır, Gülseren işte o kızdır.
Para ve aile kuvvetiyle İstanbul’da Hukuk Fakültesi’ni, maşallah, Allah zekâsını artırsın, birincilikle bitirip başka yapacağı şey kalmamış gibi bu taşradaki şeker fabrikasına gelir. Kader, talih bir kez ağlarını örmeye başlamıştır!Ahmet Turgud bu gerçeği kızın ağzından öğrendiği gün başından aşağıya kaynar sular dökülür ve kararını hemen verir. Fabrikanın mühendislerinden, aşkından ölüp gidecek kadar Gülseren’e uzaktan tutkun, şaşkın şaşkaloz, ama iyi koca olacağı garanti gösteren bir delikanlıyla onu evlendirmeye karar verir; çöpçatanı olur.
Zaten dünyada erkekler sınıf sınıfa ayrılır. Bir kısmına iyi koca denir; hürmetkâr koca olmaya hazır bulunanları Dostoyevsky‘nin Ebedî Koca adlı romanında okumuş olduğunuzdan, şimdi tekrarına gerek duymayız.
Oysa Gülseren’in gönlü, annesinin uzaktan âşığı Ahmet Bey’dedir, lakin efendi çocuktur gönlünü faş etmez, sırrını ele vermez. Evlenmeye razı edilişi ise şeker fabrikasının ihtiyat akçeleri hesabından bir miktar paranın o günlerde açlık çeken civar köylere dağıtılması için girişimde bulunan Gülseren’i, buna mukabil pazarlık edercesine evet demesiyle son bulur. Romanın başlığı AÇLIK da köylüye yardım etmek çabasındaki Gülseren’e ithafen konulmuş olmalıdır.
Gülseren köylünün açlığına para dağıtılsın diye mühendisle evlenip karısı olacaktır; Cumhuriyet köylüsüne gösterdiği yakınlık bundan daha değerlidir.
Açlık, velev ki karın gurultusunu başkası çekiyor olsa da insana her şeyi, demek ki, yaptırmaktadır.
Gülseren, işte böylece kendisini evlendirmeye kalkışan Ahmet Bey’e, ¨Sen de kim oluyorsun!¨ demeyecek ve âdeta bir Stoik Çileci gibi kendisini elinin tersiyle iten bu şakaklarına kır düşmüş, ama erkekliğinden tenzilat yapmayan adamın kararına itimat gösterip bir tür ömür boyu sürecek köle hayatına girmeye razı olacaktır. Gülseren’in kendisine kol kanat gerecek erkeğe duyduğu aşkın anlaşılmamasından dolayı kalbi, elbette, kırılmıştır. Gururu kırılan kadından korkunuz, erkeğini ne kadar severse sevsin derhal düşman kesilir. Fransız atasözünde denildiği gibi, ¨Bir güvercini dahi kendine düşman etmeyeceksin!¨; heyhat Gülseren şimdi yavaş yavaş şeker fabrikası direktörüne öfkelidir, düşmanlık gösterir.
Gülseren’in küskünlüğü, gönül kırıklığıdır. Hindistan denilince aklınıza farelerin cirit attığı kanalizasyon akan dar sokaklı görüntüler geliyor olsa da bu ülkenin yetiştirdiği nice dehâlar, sanatçılar vardır ki unutulmasın!
İşte onlardan birisine yer vermeden bu durakta inmeyip ötekisine kadar Bombay trenini bırakmayız. Bombay’lı ressam Hemendranath Mazumdar‘ın 1920’de çiziktirip boyadığı tablonun adı Yaralı Gurur’dur.
Resimde Hint Sarisi denilen rengârenk kumaşa bürünmüş, ancak sırtı tamamen açıkta kalmış, sol eliyle duvara dayanıp ona başını yaslamakla kendisini siper etmiş bir dilberi görürüz. Yerde, ayak uçlarında, elinde tutmakta olduğu, belki sevgilisinden alınmış yahut ona verilmek üzere devşirilmiş bir çiçek demeti, galiba sümbül, yaprakları vardır. Yer karosu fayansların üzerinde can çekişen yapraklardır, ancak asıl can çekişen kadının yüreğidir; bizden saklamak için duvara dönmüştür. Gülseren işte bu hâlde kalıp, şeker fabrikası duvarlarına yaslanıp, galiba, ağlamaktadır.
Aslına bakarsanız şeker fabrikası direktörünün gönlünden, başlarda, taa en başlarda Gülseren hiç geçmemiş değildir; erkek değil mi, muhakkak düşünmüş, hayalini kurmuş olmalıdır. Ama çekinir, romandaki bir alıntıyı burada davet edersek, durumu şöyle bir manzara gösterir:
¨İçi başka dışı başka görünüşte olan kumaşlar vardır. Üstü kadife tüylü gibidir, altını çevirince çuval örgüsü görürsünüz. Dışarıda, sokakta, işbaşında pırıl pırıl, temiz yüzlü, temiz ruhlu ve harikulade görünen bu genç kız da kendisini başkalarına beğendirmeye mecbur olmadığı zaman, yani bir kere evlendikten sonra kim bilir ne pasaklı bir hanım olup çıkacak! Zaten her şey, güzellik, kılık kıyafetteki zerafet, hatta sıhhate itina genç kızlar için yalnız evleninceye kadar dikkat edilmesi gereken zaruretlerden sayılmıyor mu? Ne kadar istenilmeye layık, sade fizik kıymetleri itibariyle değil, manevi itibarla ne derece kıymetli sanılan genç kızlar tanımıştı ki bunlar evlenir evlenmez ya kendilerini kapıp koyvererek şişmanlamışlar; şişmanladıkça tembelleşmişler, tembelleştikçe üstlerine başlarına bakmaz olmuşlardır ve mahremiyetleri en yakın seyircilerine bile azap verecek bir manzara almıştır. Bazıları da vardır ki ev işi ve çocuk gailesi sinirlerini bozmuş, böylece harap ve tebah olup aile müessesine kurban edilmişlerdir. Ahmet Turgud, bilhassa, bu sonuncular için yüreğinde uzaktan uzağa bir samimî şefkat ve merhamet hissederdi. Evlendikten sonra Gülseren hangi cinsten bir kadın olarak ortaya çıkacaktı; bilinmez… Fakat birincilerden ise kendisinden _ şimdiden _ tiksinmek lazımdır; ikincisi ise Ahmet Turgud kır’atında bir adam böylesinden çok çekinir…¨
Demek ki Ahmet Turgud, bu ceylan gibi kızı arzulamamış, hesaba kitaba alıp düşünmemiş değildir. Ama hakikatle karşılaşması ona yeter de artar bile…
Şeker fabrikasındaki işler şeker gibi giderken, Gülseren ve Ahmet Bey arasında şekerrenk olan ilişki neticesinde fabrika müdürü istifasını verip İstanbul’a dönecektir. Valiz topladığı sırada, Gülseren, hani Hatice’yle evlenmiş olaydı bir bakıma kendi kızı sayılacak bu kızcağız gönülsüz biçimde gerdeğe girmek üzeredir; mühendis delikanlının sırıtan dudakları fiyong makarna misali kulaklarına kadar açılmıştır.
Romanın trajik sonu sırada bekliyor, bir yerlere uzaklaşmayınız!
Ahmet Turgud trene bindirilip İstanbul’a doğru selametlenirken mühendisin karısı Gülseren, eline bir mektup tutuşturuverir. Mektup bir itirafnâmedir; zaten mektup, okuyucusuna değil yazanın kendisine içini döktüğü bir yazıttır.
Gülseren mektubunda gizli aşkını üstü kapalı olarak itiraf eder ve kendisine kol kanat gerecek bir koca aradığını, fakat mühendis Erdoğan’da bundan zerre kadarının dahi görmediğini söyler.
¨Erdoğan güzel çocuk. Erdoğan yakışıklı, genç, ince duygulu, terbiyeli insan; fakat küçük bir insan. Halbuki benim, üstüme açılacak büyük kartal kanatlarına ihtiyacım vardı. İçimin susuzluğunu
büyük bir müfekkirenin _ düşünce âlemi _ derinliği görülmeyen büyük nehirler gibi yavaş yavaş akan derin ve korkunç sularında dindirmeye ihtiyacım vardı. Tabiatın göğsü gibi içten gelen çarpıntılarla dolu bir erkek göğsüne ihtiyacım vardı. Benim siz gibi duyan, düşünen bir erkeğe ihtiyacım vardı.¨ [s.147]
Bu satırları okuyan Ahmet Turgud ne kadar dövünse azdır. Sofokles‘in Antigone eserinde Kral Kreon’a sıradan bir adamın ağzından söylettirdiği gibi, ¨Bir adam hayat sevincini yitirdi mi artık yaşamıyor demektir, bir soluk alan ölüdür.¨
Şeker fabrikasını kâra geçiren direktörleri buncacık şeyin hesabını yapamamış, genç kız kalbini anlamamıştır.
Demek ki neymiş, ey buraya kadar sabırla okuyup bekleyen okurum, bir kadına azıcık sert karakterli ama ruhunun kumaşını anlayıp ona göre dikiş iğnesi-ipliği kullanan erkek lazımmış…
Limonata gibi şekerli kocalar, en başta kadının hoşuna giderse de sonrası tatsız gelir, içini bayar, sıkıntı verir. Şekerin fazlası mide bulandırır.
¨Karı kısmına erkek ne kadar AT gibi olursa, o kadar iyidir. Yaban atı gibi herif…¨ olunca erkek kadın gözünde kıymet keser; bu kısmı da Memduh Şevket Esendal‘ın Mutlu Bir Son adlı eserinden alıverir, buraya yapıştırırız. [M.Ş.Esendal, s.19]
Romancılarımızdan öğrendiğimize bakarsanız, anlaşılan şu ki, kadın gölgesine sığınılmak ihtiyacı duyduğu ağaç gibi adam aramaktadır. Çınar gibi adam lafı buradan çıkmış olmalıdır.
Yıllar evvel yayımlanmış eski bir gazete fıkrasında yazmış bulunmaklığımız, konuya mücavir olduğumuzu da gösteriyor.
Açık Gazete‘de, daha evvelindeyse Gazete Kent‘te yer almış yazımız ¨Ne İyi Kocalar Var¨* başlığıyla o vakitler epeyi gürültü kopartmış, biz sessiz kalıp vartayı atlatmıştık; tekrarlarız, zira yazar dediğiniz istikrar içinde olmalıdır…
Netice-i kelam şudur ki erkeğin fazlasıyla limonata, şerbet gibi olması gereksizdir, fakat demirhindi şurubu kıvamında kalıp sonradan azıcık sirkeleşmesi, bu romandan anladığımıza bakarsanız, kadın için ballı börektir.
Kadına, ¨Yeter ki sen iste, ben senin gül hatırın için iğne deliğinden geçerim!¨ demenin bir kıymet-i harbiyesi olmadığı acı tecrübelerden sonra birgün ortaya çıkınca erkeğin artık dermanı da kalmaz; ömrünü tüketmiş olur.
¨Galata’dan üç köhne fahişe kaldırdık, kadınlar iltifatlarımız karşısında kendilerini prenses saydı, biz de kendimizi Don Juan zannettik,¨ derekesine inmeksizin hayatı adam gibi tamâm etmek isteyen kocaların bu tavsiyeleri açık seçik yazan romancımıza kulak vermesi de salık verilir.
Bu işin heyet-i mecmuası, yani genel görünüşü işte öyleyken böyledir.
Aşkın dahi bir haddi hududu vardır, zaten üstünde konuşulmaya başlandıktan sonra hiçbir şeyin değeri kalmaz. Sonrası mihnettir, zahmet ve eziyet, dert ve tasadır.
Mihnet deyince, Enderunlu Vasıf‘ın yamacına sığınıp lakırdımıza son veririz:
¨Mihneti kendine zevk etmedir âlemde hüner,
Gam-ü şâdi felek böyle gelir, böyle geçer…¨
Bu fuzulî çene düşüklüğümüzü mimarlığın sağlam payandalarına bağlayamamış olabiliriz, ama lafı Enderunlu’ya verip işin içinden sağ salimen ve lafımızı balla kesip tatlığa bağladığımızı kanıtlayarak çıkıp gitmekle göstermiş oluruz ki işte bu da bize yeter, dahi artar…
* http://www.acikgazete.com/yazarlar/mahmut-senol/2009/11/27/ne-iyi-kocalar-var.htm?aid=32396