Kimilerinin merak tilkisi dur, durak bilmez!
Kümese dadansa, aklı çiftliğin kilerinde kalır.
Merak iştahı bir türlü doymaz, doyurulamaz.
Merak denilen şey hüzün ve acıma, pişmanlık ve keder, neş’e ve sevince kadar açılmadık kapı bırakmadığı için duygu karmaşasına yol açacaktır.
Milan Kundera, bu durumu, Çekçe’de litost diye adlandırıp Gülüşün ve Unutuşun Kitabı başlıklı eserinde uzun uzadıya anlatır.
Litost’u teferruatıyla kavramak için, evvela, bahsettiğimiz romanı okumaklığınız şarttır; işte merak, biz böyle deyince başlamış bulunuyor.
Bütün bunlar, merak kedisini çağırmak üzere şimdi bize pisi pisi yaptırır.
Şimdi, siz de merak ediyorsunuz, bunca lafın ardından ne gelecek diye; bilmez miyim?
Orada olamamak, insana büyük sıkıntı verir.
Belki de insanoğlunun en köklü kaygısı, kendinde bulduğu âcz ve yoksunluk, başka yerde olamamaktır.
Bulunduğu yeri değiştirmek, daha başka bir yere geçip orada aradığını, arayıp da hele bir bulabilirse mutlu olacağını düşündüğü şeyi yakalamak ister.
Merakın köklerini maymuna kadar indiren çıkar, fakat beri yandan insana dair ilk merakın Âdem’le Havva’dan kaldığı da söylenir.
Öyle ya, merak etmeselerdi, kendilerine yasak olan meyveyi, ham elmayı yerler miydi?
Merak maymunla başladı diyenlere kızmayınız. Zira mesela kediler hariç, hayvanlar dünyasında, masal kitaplarını saymazsanız, merak bulunmaz.
Bir gergedanın merak ettiği için zürafanın memesine, kangrunun ise koalanın çüküne baktığı görülmemiştir; ama insan bakar.
Bir vakitler, Çekoslavak yazarı Milan Kundera‘nın Yaşam Başka Yerde – Život je Jinde başlıklı romanını, başlığının büyüsüne kapılıp hayat denilen şu garip bilmecenin belki çözümünü veriyordur diye merak ve hırsla okumuş, lakin ne başlığıyla içini, ne içiyle dışını râbıtalı bulamamıştım; belki bulanı vardır.
Ne ki roman okumak, tıpkı başka kitaplara ham hum şarolop diye yumulup, içinden bir şey elde etmek merakı gibi, insanın başka hayatların varlığından haberdar olması, bu hayatları başıboş gezinen kendi ruh dünyasında hayâl ederken bir başka yeri, orada olamadığı, şayet oraya bir giderse mutlu olacağını zannettiği yerin adresini öğrenmek çabasıdır.
Roman okuru iyi bilir, karşısına çıkan her yeni metni okuma uğraşısına kalkıştığında, “İşte bu kitapla bir türlü gidemediğim oraya ulaşacağım!” düşüncesi hain ve zâlim bir bıçak yarası almış insan kalbinin kanayan yerinde saklı durur; parmağa batıp gömülmüş kıymık gibidir.
“Birgün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti!”
Bu sihirli ilk cümleyle, Yeni Hayat başlıklı romanına adım atan Orhan Pamuk, aslında hem romanı size okutur, ama siz buna aldanmayın o kendi kendisinin de Okur’u olacaktır. Romanda vaat edilen yeni bir hayat vardır, genç kahramanımız kitabı okuduktan sonra onu aramaya karar verir.
Artık O, orada olmaya çalışan Monoman karakterdir; bir şeye saplantılı kalır.
Hasılı, orada olamamak, aslında insanın en büyük lanetidir; mitolojik vaziyete bakarsak, tanrısaldır.
In aeternum damnatus, Ebeddiyen Lanetli İnsan hep yer değiştirmek telaşesindedir.; lanet onu takip eder.
Lakırdının gidişatı bizi kaçınılmaz biçimde Yunan Şairi Konstantinos Petrou Kavafis‘e taşıyacak ve hani, Cevat Çapan üstâtın güzel çevirisiyle sık sık okunan Şehir şiirini hatırlamak gerekecektir. Lakin, artık birazcık kült olmuş, hemen her fırsatta ağza dile pelesenk şiiri, o güzel şiirini tekrarlamak yersiz kaçacaktır. Merakına düştüyseniz, dibâce-dip notu olarak bu yazının sonuna kadar okuyana sunulur; bekleyiniz.*
Öyledir nitekim, nereye giderseniz gidin aradığınız o şehri asla bulamıyacaksınız.
Kendi şehriniz hep sizi takip edecektir. O hâlde merakına yenilip serüvene kalkışanlar boşa kürek mi çeker, elbette asla böyle düşünemeyiz. Bizim dememiz, vaziyetin vâhametini açıkça ortaya koymak üzeredir. Zira madem lafı şairlerden geçirdik, Charles Baudelaire‘in Paris Sıkıntısı adıyla bilinen meşhur şiirlerinin yer aldığı, Les Fleurs du Mal başlıklı eserinde, Hastane şiirine gelmezsek hiç olmaz!
Baudelaire, hayatı bir hastane koğuşuna benzetir evvela, sonra hasta döşeğinde yatanlara demediğini bırakmaz: Her hastanın yatak değiştirmek saplantısı vardır. Kimisi cam kenarındaki yatağa geçerse veremi iyi olacak, ötekisi soba yanına yatağı atarsa romatizmasından eser kalmıyacak, bazısı kapıya yakın tarafa döşeği sererse kuranderde kalıp tekrar üşüteceğinden taa en dipteki köşeye göz dikecek, diğeriyse sedyesini hemşire masasına yakınlaştırırsa işte o vakit herkesten evvel ilacına kavuşacak da mide ağrısı şıp diye geçiverecek zanneder.
Şiirdeki mudhike-komedi, bana göre, insanın zavallığı ve muhteşem kahramanlığı arasında kalmış bir didişmeyi açıklar.
Alman sembolizminin ressamı Carlos Schwab‘ın, 1907’de tamamladığı ve Baudelaire’e adadığı resmindeki anlatım, bize kuvvete karşı direnişi gösterir. İyiliği sembolize eden kadın, beyaz kanatlarıyla bir fırtına tablosundadır ve ona sarılmış yılanvâri kuyruğuyla, Medusa saçlarıyla bir canavar kadın daha vardır, elbette kötülüğü betimler. Bakmayın siz Medusa saçlının erkek gibi göründüğüne; o kısmı algının seçiciliğidir. Bu kavgada yenilecek tarafı kestirmesi zor değildir, işte bu insanın sıkıntısıdır; yenileceğini bile bile hayata karşı direnmek çabası… Herkes yenilecektir, kimsenin hayata karşı zaferi söz konusu olmayacaktır.
İnsanın bir büyük kuvvet karşısında ona meydan okuyuşu Titanism adını alır ya, aklımıza ilk gelen iki kahramanın adını, onlara ah vah çekip acıyarak zikrederiz. Işığı bize hediye etti diye Tanrılar tarafından cezalandırılan Prometheus Kaf Dağı’nda hergün ciğeri parçalana parçalana cezasını çeker; bir ötekiyse, ağır işkenceye bırakılmış, hani Tantalos İşkencesi diye bildiğimiz diğeri, Sisyphus‘dur. Onlardan Titanism dersleri alırız, ne ki bunun Ceza Kanunlarında suç sayılmadığı bilindiğinden söyleşisi de serbestir.
Kendisine çınar yapraklarını dileyen akasya ağacının hikâyesini baştan tekrara gerek yoktur; uymuyordu akasyaya çınarınkiler, tabiatına aykırıydı, kendi yapraklarına razı olmalıydı. Nihayetinde, amaç yapraklanmaksa, tabiat ondan bunu zaten esirgemiyordu ki; o hâlde neydi bunca başkalaşmak telaşesi!
Galiba o yüzdendir ki, olmazı olur yapmak merakının esiri olan insan, cadılardan, büyücülerden, sihirbaz ve muskacılardan, hasılı tabiatımızda bulunmayan şeylerden medet umar. Yatır ziyaretine gidip mezar başına çaput bağlamak da ulaşamadığı yere, yani orası neresiyse işte oraya varmak isteğidir.
Oysa bu kadar helâk olmaya, yırtınıp didinmeye gerek duyulmayacak kadar hayat kısadır; çabucak geçiverir, merak geride kalır. Sözümüzde hep şairlere ihtiyaç duyduk, o zaman şairler şairi, Latinlerin, Horace‘ı, galiba kapısının çalınmasını beklemektedir: Epistles adlı kitabının bir yerinde diyor ki, Dimidum facti, qui coepit habet! Bir kez başladın mı yarısına gelmiş sayılırsın; gerisi de gelir, merak etmeyiniz.
Fakat merakını giderememiş olanların kimisinde bu heves, tedavi kabul etmez bir saplantıya dönüşecektir. Dikkatle bakarsanız, çevrenizde böyle insanlara rast gelirsiniz.
Mesela, bizim, Mübaşir Fahriye Hanım adlı bir aile dostumuz vardı, ben delikanlılığa girerken, onun vakti gelmiş oldu, hayata veda etti.
Ne ki Mübaşir Fahriye Hanım’ın hikâyeleri ardından uzun zaman aile meclisinde, dostlar arasında konuşuldu.
“Mübaşir”, Fahriye Hanım teyzenin lakabıydı, onun yüzüne söylenmez, arkasından lafı edilir, aslında yüze vurulsa mübaşir olmaklık fena bir şey bulunmadığı cihetle, aynı zamanda rahmetli kadın zannederim bundan rahatsız da olmayacaktı.
İtalyan karikatürist-çizer Osvaldo Cavandoli‘nin Çizgi Adam-La Linea adlı, kurşunkalem ucunda yaşayan sevimli kahramanı gibi hemen her şeye meraklı olduğundan, Mübaşir Hanım mahkemelere takılmış, merakını orada gidermeye çalışıyordu.
Bu arada, malûmatfuruşluğumuzu-çok bilmişliğimizi gözler önüne sermek fırsatı ele geçmiş bulunduğundan, bir küçük teferruatı araya sokuşturmadan duramayız. Türkiye televizyonlarında Bay Meraklı diye adlandırılan bu arkaik insan, mesela Arnavutluk’ta Bajram adıyla tanınıyordu; yani, bildiğiniz Bayram Efendi.
Fakat, Arnavut’un pırasası ona kalsın, bizi bekleyen Mübaşir Fahriyâ’nıma dönmemiz gerekir.
Mahkeme kapısında çığırtkan olan mübaşirliğe dair lakap alması, İstanbul’un bilhassa ağır ceza mahkemeleri başta olmak üzere adliye koridorlarını arşınlanmasından kaynaklanıyor, demiştik. O derece meraklıydı ki davaları, duruşmaları sektirmeden takip ettiği, vazife gibi orada hep hazır bulunduğundan, bir vakitler Fahriye Hanım’ı tanımayan hakim, savcı, avukat kalmamıştı. Merakının peşinde mahkeme zabıtlarını günü gününe takip eder, çantasında gezdirdiği Takvim-i Râgıp ajandasına tehir edilen duruşma vakitlerini not alır; hasılı merakıyla mutlu yaşardı.
Onun için hayatın keyfi mahkemelerden çıkıyordu.
Fahriye Hanım, kendinden galiba otuz yaş kadar büyük bir eski paşazadeyle erken yaşta evlilik yapmış, adamcağız beklenileceği gibi hayata çabuk tarafından veda edince, çocuksuz dul kalmıştı. Kocasından intikal eden üç katlı bir kâgir apartmanın girişinde yaşıyor, diğer dairelerin kirasıyla ve belki başka aile gelirleriyle idare ediyordu; pek cimriydi, cimrilik onun öteki lakabı olmalıydı.
Mesela, Eminönü’den kalkan Sarıyer otobüsüne binip, aslında Beşiktaşı’nda inecekken, emekli pasosuyla yarı ücrete aldığı İETT Belediye Otobüs biletine yazık olmasın diyerek, son durağa kadar gidip, ama orada inmeyip, gerisin geri yola devam eden otobüsle bedavaya Boğaz Turu yaptığı dahi meclislerde anlatılırdı.
O vakitler, Molière‘in L’avare-Cimri adlı eserine hayran olduğumdan, Fahriye Hanım’ı hep mıhsıçtı, eli sıkı, nekes, pinti, otlakçı, hasis Harpagon‘a benzetirdim.
Suyu kesilmiş Terkos musluğu gibi damlayı ziyan etmez, damlatmazdı boş yere… Fransız Tiyatrosuna ait olmakla beraber, artık evrenselleşmiş bu oyuna dair bir kitap kapağı, kimliği tarafımızca bilinmeyen-Laedri çizere ait akmayan bir musluk görseli, hem Harpagon’u hem de bizim rahmetli Fahriyâ’nımı pek iyi anlatmaktadır.
Nitekim, bir parça doğruydu: Mübaşir teyzenin bize gelişlerinde, bana hediye olsun diye cebinden çıkardığı akide şekeri külâhı ya bir başkasının mevlidinden kalmaydı, bayattı veyahut iflas geçirmiş bir şekerciden çok vakitlice alınmıştı. Fahriyâ’nım, bana Walt Disney‘in vakvak amcası Varyemez‘i de hatırlatırdı, laf aramızda…
Merakını gidermek üzere mahkemelere dadanmış Fahriyâ’nım, aslında başkalarının hayatını ıcığına cıcığına karıştırmak, o hayatların içinde bir başka hayat parçası yakalamak istiyordu. Yakalayınca ne yapacaktı, alıp kendi hayatına mı monte edecekti; elbette meraktı bu, illa sonuç alması gerekmiyordu.
Cumhuriyet’in erken dönemlerinde yetişmiş, Batılı giyim kuşamıyla dolaşan, eski İstanbul terbiyesi almış asilzade görmüşü bir kadındı. Kısa boylu, akça pakça, temiz bakışlı, temiz bir hanımdı. Yaz kış eldivensiz dolaşmaz, mevsimine göre dantelli eldivenleri elinden eksik olmazdı. Sonraları bastona muhtaç kaldığını da hatırlıyorum; fakat o hâliyle bile mahkeme kapılarından eksik durmadı. Başörtüsü yerini almış beresini, yine sezonuna ve modasına göre, üstü çiçekli, böcekli veyahut meyve süslemesi şapkaları da vardı; hatırlarım. Bir mahkemede, hakim şapkasını çıkartmasını hatırlatmış Fahriyâ’nıma, galiba üzerinde turfanda meyve sepeti gibi plastikten süslerin olduğu bir şapkaymış. O vakit kadıncağız muhakeme sırasında nasıl davranılacağına dair terbiyesini, görgüsünü hemen sergilemiş.
Fahriyâ’nım, “Hâkim Bey, Hâkim Bey!” demiş güyâ, “Mahkeme Heyeti önünde başörtüsü neyse, kadın şapkası da aynı şeydir, beylerin fötürlerine, kasketlerine benzemez, şapka bir kadının süsüdür. Siz benden kulak küpelerimi çıkartıp, ojelerimi ve dudak rujumu silmemi istiyor gibisiniz!”
Hâkim Bey afallamış, galiba diş gıcırdatmıştır.
Fahriyâ’nım, böyle böyle, adliye koridorlarında dolaşıp ilginç davaları izleyerek, zannederim ki, âfakî bilgisiyle yarım avukat dahi kesilmiş olmalıdır. Zira bize geldiği zamanlarda pek meraklı mahkeme hikâyeleri dinlerdik. Yargılananlara meccanen-bedavaya akıl fikir dağıtıp yol gösterdiğinden bahsedilirdi. Hatta kimileri, avukata gitmeden evvel Fahriyâ’nımın adresine koştururmuş; öyle konuşulurdu. Fahriyâ’nım bir de cürm-ü meşhut yani suç üstü yaptırdığı aktarılırdı.
Günlerden birgün, mahkemede boşanma davası izliyormuş; aslında boşanma davalarına pek girip çıkmazmış. Hep aynı hikâye dinleyecek değil a! Fakat bu seferki biraz farklı davaymış, kulağı delik Fahriyâ’nım işin kokusunu daha evvelinden almışmış. Boşanmak isteyen erkek, karısının zina ettiğini iddia ediyor ama kanıtlıyamıyormuş. Kadının kendi ailesi ise zina lafını hazmedemediğinden boşanmak isteyen erkeği ölümle tehdit altında tutuyor, bu davadan vaz geçmesini bekliyor, ancak boynuzları yeterince uzadı diye kocanın ailesi de taraf olup meseleyi kavga dövüşe kadar götürüyormuş; elbette dava bir türlü sonlanamıyormuş.
Fahriyâ’nım durumdan kendisine vazife çıkartmış; almış mı bir tasa, merak! Meseleyi dert edinip kadını takibe başlamış, sonunda Cerrahpaşa semtindeki evinden çıkıp haftada iki gün Taksim taraflarında, Gümüşsuyu Caddesinde bir garsoniyere kadının ayak alıştırdığını saptamış. Meğer kadın, sadece burada bir dostuyla değil, her hafta başka erkeklerle buluşuyor, adresteki Manzara Apartmanı kapıcısına bakılırsa, akşam evine cüzdanı dolu olarak dönüyormuş; kapıcının da bahşişi eksik olmaz, diye düşünüyordu, Fahriyâ’nım…
Gündüz Güzeli- Belle de Jour, başlıklı filmde, evlilik hayatından sıkılıp başka meraklara yönelmiş Parisli bir kadını Catherine Denevue, amatör fahişe Madam Séverine olarak canlandırmaktaydı. Madamın randevü evindeki hayatı filmde anlatılır, ama siz siz olun, asıl romanını okuyun. Fransız yazar Joseph Keller‘in bu nâdide eserini, bilmem ki Varlık Yayınları‘ndan sonra tekrar basanı çıkmış mıdır?
Fahriyâ’nım, işte Türk usulü Séverine’e kocasını da cesaretlendirip baskın vermiş, mahalle karakolundan polis alıp suçüstü yaptırmıştır.
Ertelenmiş davanın son celsesinde yatakta yakalanmış kadına dair tutulan karakol zaptını hakime sunan kocanın avukatı, bu başarısından dolayı Fahriyâ’nıma göz ucuyla tebriklerini sunarken, kaçın kur’ası Hâkim Bey işi çakozlamış ve salonda sessiz sedâsız oturmakla beraber, içinden kıs kıs gülen bizimkine, “Hanımefendi bu iş sizin başınız altından çıkmasa, çok şaşardım!” diye azıcık kinâyeli, biraz sitemli, fakat daha çok kutlayan bir sesle konuşmuştur.
Karı-koca son celsede boşanmış olmalılar.
Bu kadar sözün ardından söyleyeceğimiz şuncacık şey, incir çekirdeğini dolduracak kadar mühimsenmemelidir. Fahriyâ’nım bir merak kumkumasıydı. Büyük bir neş’eyi yaşıyor gibi ıstıraplı hayat hikâyelerine kulak vermek merakı aslında Fahriyâ’nım teyzemizin büyük melankolisiydi. Bir türlü dindiremediği melankolisiyle adliye koridorlarını arşınlıyordu.
Başkalarının gerçeğiyle yüzleştikçe kendi gerçeğinden o kadar uzak duruyordu.
Bana kalırsa, Fahriyâ’nım, orada olamamanın sıkıntısını oraya ait insanların haksızlıkla karşılaştığı durumları düzeltmek üzere başvurduğu yerlerde gideriyordu. Don Quijote‘nin asil görevlerini romanda okuduğumuz gibi, Fahriyâ’nım için denilebilir ki, “Düzeltilecek hatalar, giderilecek haksızlıklar, cezalandırılacak suçlar, ödenecek borçlar çoktu.” (Cervantes, 1. Kitap, 2. Bölüm)
Şayet bütün bunları düzelmiş bulursa, bu nihayetsiz çabanın hakkından bir gelirse, aradığı başka bir yerin orasında olmaklığına da gerek kalmayacak, orası Fahriyâ’nım teyzenin ayakları önüne serilecekti. Galiba böyle bir yer, bu tirendâz-becerikli, nârin, minyon bedenli, her daim yüzü gülen kadıncağız için Cennet’ti. Orada bir olabilirse, en mükemmel saf varlığa kavuşacağını insanî ve insiyakî-içgüdüsel hislerle ümit ediyordu. Oraya ulaşabilmek için kötülüğü ve iyiliği görmeye, anlamaya çalışması da o hâlde boşuna sayılmazdı.
Orada olunamıyan yer öyle bir yerdir ki, orada insan tanrısallaşır. İncil’den alıntıyla konuşup, bütün Batı Edebiyatı üstüne mürekkep dökülmüş gibi sinerek yayıldığını aktarırsak, Eritis sicut Deus! Scientis bonum et malum, yani (Birgün, orada) Tanrı gibi olacaksın, kötülüğü ve iyiliği bileceksin.
İnsanın demek, böyle bir şansı, ikramiyesi, ihtimali vardır.
Hiç kimse tamamen masum değildir ama birgün insan, en azından bir kez masumiyete bürünüp tanrısallaşır.
Tanrı gibi olması imkânsız görünen tek yaratık ise merakından ölen kedidir.
Gerçi Antik Mısır’da kedi kutsal bir tanrı sayılıyordu. Baast, Ubaste adlarıyla tanınan Kedi Tanrıları pek fazladır, ne ki bu lakırdı hiyegrolafiye kadar uzanır; bizim o kadar lafa mecalimiz kalmaz.
Şimdi size son bir şey söylemeden, buradan şuraya gitmem:
Ben, Mübaşir teyzemizi azıcık kediye de benzetirdim.
Evimize gelip kaldığı zamanlarda sofraya oturup, bütün nezâketiyle ve masa terbiyesiyle çatal bıçak oynatırken, arada bir gözlerini tıpkı kedi gibi yumar, belli ki yemeğin lezzetini, tadını, râyihasını hissetmeye, kokusunu ve buharını içine çekmeye çalışırdı.
Şeftaliyi tabağında çatal bıçakla soyma becerisi gösteren, başka kimseyle bir daha karşılaşmadım.
* ŞEHİR – Konstantinos P. Kavafis
‘Bir başka ülkeye, bir başka denize giderim’, dedin
‘bundan daha iyi bir başka şehir bulunur elbet.
Her çabam kaderin olumsuz bir yargısıyla karşı karşıya;
-bir ceset gibi- gömülü kalbim.
Aklım daha ne kadar kalacak bu çorak ülkede?
Yüzümü nereye çevirsem, nereye baksam,
kara yıkıntılarını görüyorum ömrümün,
boşuna bunca yıl tükettiğim bu ülkede.’
Yeni bir ülke bulamazsın, başka bir deniz bulamazsın.
Bu şehir arkandan gelecektir.
Sen gene aynı sokaklarda dolaşacaksın,
aynı mahallede kocayacaksın;
aynı evlerde kır düşecek saçlarına.
Dönüp dolaşıp bu şehre geleceksin sonunda.
Başka bir şey umma-
Ömrünü nasıl tükettiysen burada, bu köşecikte,
öyle tükettin demektir bütün yeryüzünü de.
( Çeviren: Cevat Çapan )