Meşgul görünmeye çalışmak öylesine müşkül iştir ki bu duruma düşen insanı bir bütün işgünü ve hafta boyu akıp gitmeyen zamana esir eder.
İtikadımca, feodal ve kapitalist seviyeler arasındaki temel fark, insanların meşgul görünmesine dair çabada yatar.
Kapitalist iş bölümüne geçilmeden evvel çayır çimen dolaşıp mantar toplayan köylünün bir ötekisine meşgul görünmek telaşesi yoktur; buna ihtiyacı bulunmaz.
Fakat, sermayenin kârını her şeyin önüne çıkaran şu modern zamanlarda işsiz durmak, işe yaramamak, bir baltaya sap olamayıp işi Allah’a havale etmiş olmak pek ayıp sayıldığından, herkes güyâ işi başından aşkınmış da pek çok işi varmış gibi, işini sağlama bağlamak üzere kendine bir iş uydurur.
Maksat, dostlar alışverişte görsündür.
Biz buna meşgul görünmek sanatı diyoruz.
Hasılı zor iştir!
Meşguliyyet önemlidir. Meşgul olmak kapitalizmin temel sorunudur.
Meşguliyyet, kapitalizmde çalışma denilen organize yanılgının ta kendisidir.
İnsanın ihtiyacı, hele açlığı, Knut Hamsun‘un Açlık romanında okunduğu gibi tüyler ürperten tarzda olursa, işte o zaman bu açlık korkusu insanı çalışmaya zorlar.
Mecburiyet insana çöp ayıklatır!
Mamafih, ne olur bunun sonunda, insan çalışır ve bir karşılık bekler. O verilince midesi iyi kötü gıdayla dolan insanın bu kez beyni, zihni, fikri, tokluğunda açlıktan beter biçimde kemirilir. Midesinde az evvelki gurultuyu unutan insan, bu defa, edimini zahmetli, yorucu, bıktırıcı bulmaya başlayacaktır.
Zira çalışma denilen şey angaryadır, metazori olarak insana dayatılır; hem de açlık karşılığında… Açlık, ölümden beterdir; “ölümü göster sıtmaya razı et” misali insana olmayacak işler yaptırır. Eskiler, “Allah kimseyi açlıkla terbiye etmesin” derdi; işitirdim eskiden…
Rezil rüsvâlık iştir, hasılı…
Hem aç kalmayıp hem de mutlu olunabilen bir iş yapan, ömrünü güzel geçiriyordur; bilesiniz!
Böylesi olanlar zanaatkârdır.
Zanaatkar, işini hevesle yapan ve çalışmayı angarya görmeyen işçidir; böylesi adam olmak her zaman iyidir. Zanaatkarlardan, feodaliteden bugüne ulaşıp bir antik dönem sanatçısı gibi halen iş göreni varsa da, bu kesim hepi topu iki elin parmağıdır.
Zanaatkarın yaratma ve işleme gücü, öğrenme hevesi, üretme merakı, sabrı aşıkane fedakarlık ister. Bütün bunlar ise, işbölümüyle insanı makinanın parçası hâline sokan kapitalizmde gereksiz kabul edilir.
Nedir, kapitalizm ciddi iştir azizim, şakaya gelmez, bugüne bugün şirketlerin HR departmanları bile vardır, insanı işe alırken kılı kırk yararlar.
Kapitalizm işyerinde oyun oynayacak adam istemez, ama insanı mutlu eden çalışmak aslına bakarsanız oynamakla ilintilidir.
Richard Sennett‘in Zanaatkâr başlıklı kitabına bir küçük ziyaretin şimdi sırası gelmiştir; diyor ki “…insanlığın gelişiminde oyun ve zanaatkârlık ortak zemindeydi.” (R.Sennett, s.351)
Hımmmm!…
Şimdi burada biraz durup, bu adam ne diyor diye meselenin sağına soluna bakınsak, yazımız sakız gibi uzayacaktır ama biz kısaca o bölümü özetleriz de hem okuru, hem de kendimizi bu zahmetten kurtarırız. Lafın gidişi şöyledir, insan oynamak denilen eğlenceli şeyi yaparken bir yandan zanaatkârlığa kalkışmış, ihtiyaçlarını böylece gidermiştir.
Mesela kitap ciltçiliğine soyunan emekli Müçteba amca, bundan hem keyif alır hem iş yapar; ama bugün pek para kazanamaz. Zira para, artık, kapitalistin kontrolündedir. Eskiden olsa, ciltçi Müçteba Efendi diye nam salması işten değildi; ah o eski yok mu, o eski…
Meksikalı Carlos Orduňa Barrera‘nın 1946 yapımı Maske Zanaatkarı tablosunda işine kendisini kaptırmış adamı unutmayınız!
Yüzünü göremediğiniz için mutlu olup olmadığına karar veremiyorsunuz, ama ben eminim o kadar maskeyi bir insan mutlu olmadan yapamazdı.
Proleterleşmiş insan sabahtan akşama dek aynı vidayı sıkıp durur. Charlie Chaplin‘in, nâm-ı diğer Şarlo‘nun 1936 yapımı, Modern Zamanlar başlıklı epik, komik, dramatik filmini hele bir hatırlayınız: Dişli ve çarklar arasında insanın kaybolduğuna dair sinema şâheseridir. İnsana dayatılan bir makinalaşma sürecinin acıklı komedisidir;ben ağlarım… Zira kâr acımasızdır, insanı ağlatır!
Ernst Bloch, ansiklopedist gibi yazdığı Umut İlkesi- Das Prinzig Hoffnung başlıklı, ucu bucağı olmayan eserinde diyor ki, “…Yunan kölesine serften daha iyi bakılırdı, serfe de modern ücretli işçiden. Çünkü köle, en azından efendisinin davarıydı, dolayısıyla yemlenirdi ve ahırda yeri vardı. Serfin ise, şayet buna zamanı kalırsa ve köy sahibi ona bir tencere bırakırsa, kendi başının çaresine bakması…” gerekirdi (E.Bloch, U.İlkesi, II.C., s. 234).
Ne olmuştur, hiç sormayın bir kere olanlar olmuştur, zira sermaye denilen üretim fazlalığı birilerinin elinde birikince acımasızlık lügatta tarihi ve antikacılarda aransa bulunacak bir kelimeye dönüşmüştür.
Sermayenin yıllardan beri birike birike, kendisini doyuramadığını ezcümle biliyor. Friedrich Engels, İngiltere’de Emekçi Sınıfların Durumu başlıklı uzun yazısında, hani şimdi bir sürü internet sitesine bakınmak varken siz bununla vakit kaybetmeyin diye özetlersek, “Yükselmekte olan kapitalizm vaad ettiği gibi mümkün olan en büyük mutluluğu değil, ama mümkün olan en büyük sefalete erişmeye başarmıştır.” der. Desin, ne mahzuru var, laf söylemekle bir şey olmaz, onu dinleseydik dinlerdik.
İşte bu çalışma düzeneği içinde meşgul görünmek, vida sıkan proleter adamın ekstradan zahmeti değildir, onun meşgul görünmeye ait bir derdi, tasası yoktur, zaten meşguldür.
Pekâla, meşgul görünmek mecburiyet kime aittir? Kime olacak! Zanaatkârlık ruhundan kurtulamamış zavallı insanlara… Diğer deyişle, ne işçi olabilmiş ne de kendisini oynamak içgüdüsünden kurtaramamış bulunanlara. Bunların başında yazar, çizer, okur tayfası gelir; laf aramızda… Onların işi, bana kalırsa, proleteryanın omuzlarına binmiş ağır sömürü düzeninden daha ağırdır.
Arjantinli ressam Antonio Berni‘nin Aylaklar adını taşıyan 1934’de çiziktirdiği tabloya hele bir bakınız, insan yüzlerindeki o derin sıkıntıyı göreceksiniz!
Kapitalist, insan emeğini satın alınan bir malzeme gibi alıp sıradanlaştırınca, geriye alabileceği bir şey kaldığının farkında olan insandır. Almak istediği, fakat beceremediği tek şey işçinin boş, aylak, dinlenceye ait fakat bu dinlenmenin nasıl yapılacağı konusunda pek fikri olmadığından havaya giden, boşa harcanan zamandır. İnsanın, henüz ve tamamen satın alınamayan, yani kapitalist tarafından bedeli ne olursa olsun alamadığı bâkir bir yanı vardır: Dinlenme, kendine zaman ayırma, aylak gezme zamanı…
Kapitalist bunu alabilseydi, sermaye birikimini hâd safhaya vardırırdı; heyhat, yazık ki bunu satın alamıyor. Dolce far niente, satın alınamayan hiçbir şey yapmamanın keyfidir…
Sâlah Birsel‘in güncesinde okuduğumuz gibi adlandırırsak, Beyaz Balina Beyazı Moby Dick‘in yazarı Herman Melville‘nin Katip Bartleby romanında adı geçtiği için meşhur olmuş noter memurunun, “Hiçbir şey yapmamayı tercih ederim!” diye diye patronu çileden çıkartan adamın bize tarif ettiği şey, işte anhasına minhasına budur!
Thorstein Veblen‘e yer vermeden, bu deneme yazımızı, vallahi bitiremeyiz. 19. yüzyılın son yılında yayımladığı Aylak Sınıfın Teorisi başlıklı kitabı bu yazının kitâbesi sayılır.
Veblen, aylaklığın suçlanacak bir şey olmadan kabul görüldüğü zaman gerçek ve mutlu edici çalışmaya ulaşılacağını söyler; o söylesin, biz dinleriz.
Zaten aylak olmak roman okumayla örtüşür; aylak edebiyatı sever.
Eğer öyle olmasaydı, koskoca Cervantes büyük romanı Don Quijote‘ye başlarken, “Desocupado Lector!” diye seslenmezdi! “Ey Aylak Okuyucu…”
Aylaklık, daha ilk cümlesinde roman okumayla taçlandırılır, edebiyat krallığının tacını giyer.
Bu laflara karnım tok diyenler Puriten iş ahlakı diye başımıza kakılmış şeyin takipçisidir. Dindarlığı kimselere kaptırmayan tutucu Protestanların cemaat düzeneği, iş ahlakı diye kuralcı, doxazofi-inanca dayalı bilgiyi öne çıkaran, komşun açken sen tok yatıyorsan yuh sana mantığını hayat felsefesi yapan, elbette bu anlamda iyi eden Puritenlerden söz ediyoruz.
Onlar mangalda kül bırakmıyor, herkesi işini yapmaya davet ediyordu. Bu davet Amerikan kapitalizmini yarattı, ne iyi oldu!
Şimdi Amerika’da hemen herkes, iş saatleri dışı hobi geliştiriyor; mutlu olmaya çalışıyor; zira işinde mutsuzdur. Dünyanın en çok hobi kulübü bulunan ülkesi ABD ve kardeşi Kanada’dır…
Bunca lafın içinde diyeceğim şu ki kapitalistin gölgesinden kâr elde edemediği zaman ağacı kestiğini bildiğimizden, fabrikalarda çalışan proleteryanın derdiyle ilgili değiliz. Bizim, bu denemede tek tasamız, bir baltaya sap olamamış diye _ne yazık ki_ adlandırılan insanlara aittir. Onlar lumpen proleterya dahi değildir; Amerika’da rast gelinen homeless_ evsiz barksızlar_ da değildir.
Ya nedir, ne olacak, boş gezenin boş kalfasıdır.
Onlar meşgul görünmek zorunda kaldıkları için ne kadar acı çeker, ah hiç bilemezsiniz!
Ben hatıralarımdan devşirip bilmeye, bildirmeye çalışıyorum:
Rahmetli babamın inşaat işleri yaptığı zamanlardan hatırlıyorum da Nazım Bey, İstanbul’da inşaatçılık ederken, yanından hiç ayrılmayan bir Yusuf Kalfası vardı.
Erzurum’un İspir taraflarından gelmiş, birçok acılı, suzişli, keder dolu hayat hikayesinden sonra yaşı neredeyse altmışlara yaklaştığı sıra, yine altmışlarını geçmiş babamın kenarına yamanmıştı.
Nazım Bey taşoron işi yapıyor, asıl müteaahitin işini üstlenip sürdürüyordu. Benim de ortaokul çağlarımdır. Şimdiki Bağlarbaşı semtinde bir işhanı inşaatında Yusuf Kalfa, tahta barakaya yatağı döşeği sermiştir; hatırlarım. Orada yer içer, yatar kalkardı.
Yusuf Kalfa, hem inşaatın bekçisidir hem amele puantörüdür, hem de ortalığın tanziminden sorumludur. Akşam serininde çatlamasın diye beton sular, tahta-kereste atığını toplar, yamuk çivileri yerden alıp çekiçle kamburunu düzeltip adama çevirir. İnşaatın tuğlası sırıtan bir odasında yığılı malzemenin sayımı ona aittir. Kireç kuyusunun kapağını akşamları örter ki içine biri düşmesin tedbirincedir. Gece el ayak çekilince transistörlü radyosundan Polis Radyosu Kanalı‘nı kısa dalgada bulur, onunla eğlenir.
Yusuf Kalfa’nın en büyük sıkıntısı patronlara karşı hep meşgul görünmektir.
Aslına bakarsanız, Yusuf Kalfa’nın yaptığı iş pek çoktur; ama olmasa da olur işlerdir.
Her şeyden evvel zamanını oraya ayırmış Stoacı çile sahibidir; bir bakıma Epictetus gibi sabırlı köle olmuştur.
Epictetus benzetmemiz boşuna değildir, Yusuf Kalfa’nın bir ayağı ciddi biçimde seker. Lakin onun topallığı, efendisinin Epiktetus’a yaptığı gibi bacağını kırmasından değildir, doğuştan bir soruna dayalıdır.
Yusuf Kalfa’dan ağır iş istenmez, ama onun içi pır pır eder.
Dışarılık yerde işçinin saat ücretini hak etmesi için nasıl bayıra, yokuşa sürüldüğünü bildiğinden, o rahatını ve huzurunu tepip kendisine iş icadına çalışır.
Her an patronlardan biri gelir diye, hep teyakkuzdadır. Hiçbir anlamı olmayan, değersiz işler yaratır:
Kereste balyalarını tek tek elden geçirir, onları bir bir hizaya sokar.
Çimento torbaları üzerine serili muşamba brandayı çalı süpürgesiyle iki saatte bir yanına gidip toz alır gibi temizliğe kalkışır.
Boyacıların, badanacıların ardından dolaşıp elde tinerli bezle zemine damlayan lekeleri siler.
Camcıların yerlere, ayak kiri gibi yuvarlayıp attığı cam macunlarını toplar, gün olur lazım olur diye sıkıştırıp top yapar, beziryağı dolu bir teneke kutuda saklar. Ortada inşaat ipi görmesin, hele tel parçalarının toplayıcısıdır.
El arabalarını, kazma kürekleri çimento ve ziftten ayırmak da onun kendine yarattığı işlerin başında gelir.
Amelenin çalışma saatlerini tuttuğu puanter defterini, defa defa, elden geçirir. Toplar çıkarır, yazar çizer.
Velhasılı bütün bu lüzumsuz işleri bir mucit zekasıyla yapması, hep meşgul görünme mecburiyetindendir.
Yusuf Kalfa meşgul görünmezse işinden olacağı endişesine düşmüş, ne yazık ki sendikası dahi olmayan, hasılı işçi sayılmayan bir emekçidir.
Keşke köyünde olaydı, dağa bayıra yayılmış koyun sürüsünü otlatır, öyle böyle yuvarlanır giderdi.
Bu büyük sıkıntısını ben küçük yaşımda anlamıştım; anlamaz olaydım.
Yusuf Kalfa, bir Pazar gününün öğleden sonrasında sıkılanmış düğümüyle naylon halata boynunu sokup intihar etmiştir. Pazartesi Sendromu denilen, Fransız romantik şairi Charles Baudelaire‘in Paris Sıkıntısı‘nı aratmayacak biçimde, ertesi gün ben ne yapacağım ve nasıl meşgul görüneceğim diye acı çekmiş olmalı…
Polis ve adlî kovuşturmanın ardı sıra bir sürü sigorta müfettişi, avukat falan da geldi gitti; gelseler ne olur, bir can ki meşguliyet adına yok olmuştu.
Babam, beni bir müddet o inşaata götürmedi.
Fakat, ben, Yusuf Kalfa’nın evimize bazen gelip annemin şehriyeli çorbasını içtiğini hiç unutmadım.
Meşgul görünmeye çalışmak öylesine müşkül iştir ki bu duruma düşen insanı bir bütün işgünü ve hafta boyu akıp gitmeyen zamana esir eder. O insanlara sunulan Pazar günlerinin güya eğlenceye ayrılmış alanları ise bir başka meşguliyet gerektiren fuzuli yerlerdir.
İşte, Georges Seurat‘ın La grande jatte adlı Pazar Sefaleti tablosu, küçük burjuvanın bir Pazar günü sıkıntısını ele verir. Tabloda yer alan bütün figürler hareketsizdir, köpekler bile zıplayıp hoplamaz; hepsi akmayan bir nehire bakar…
Onlar, akışı olmayan ırmağın kenarında sıkılan insanlardır…
Önlerine konulmuş birkaç saatin güya özgürlük verici zamanında bu insanlar donuk, hareketsiz, yahut hep aynı şeyleri tekrarlayan hayvanat bahçesindeki mahlukat gibidir; ressamın eserine bakınız, kafi gelir.
Bütün bunlara karşılık tembelliği övüyor değiliz, keşke övüyor olsaydık.
Şimdi, burada, tembellik etmeden bu ünlü ismi zikredince, hepinizin çalışkanlığı tutacaktır: Sıra tembellik üzerine bir ismi hatırlamaya geldi. Paul Lafargue, Fransız Marksçısı, devrimci, gazetecidir; Marx’ın damadı olduğunu da ekleyelim.
Lafargue, Tembellik Hakkı başlığıyla 1883’de bir eser neşr’eder.
Yer yerinden oynamaz, biz aylaklardan başka bileni de yoktur.
Ama satirik-dalga geçici bu eseriyle gönüllerde taht kuracaktır; zira herkes aslında tembel olmak ister. Çalışmak övülüyorsa başkaları için övülür, çalışanın kendisine zahmettir. Velev ki çalışan, tıpkı zanaatkâr gibi kendi işini yapıyor olmasın…
Zaten Marx’ın dediğince, aylaklık grev yapmakla aynı şeydir.
Tembelliği meslek edinip yollara dökülenlere ise Flanör – flaneur, derler. Flanör, meşgul görünmeye karşı direnen aylaktır, “…kendisini sokaklara, caddelere, pasajlara atar, yürümeye başlar, kalabalıklara dalar, insanlarda ve onların yüzlerinde, gözlerinde bir çıkış arar, sessiz bir dilde sorar: Neden çalışıyorsunuz?” (Flanör Düşünce, H.Çetinkaya, s.23, Ayrıntı Yayınları)
Size şimdi bir sır vereyim mi, aramızda bunca samimiyet var, esirgeyemem, haydi vereyim: Gelmiş geçmiş en büyük Flanör kimdir, dersiniz!
Elbette, hiç kuşkusuz Odysseus‘tur. Her türden yerleşik kurala karşı gelip on sene boyunca kayık üstünde oraya buraya giden Odysseus’tan daha büyüğü yoktur.
Meşguliyet yaratmak zorunda kalmamak için kendisini denize vurur.
Haydi oldu olacak, bir selam verip buradan ayrılmadan evvel, size şu sıralarda Amerikan aylaklığına merak buyuranlara hitap edince, çok-satar/best-seller olmuş bir kitaptan bahsetmeliyim.
Washington Post gazetesi yazarlarından Brigid Schulte‘nin, “Amerika’da kime merhaba deseniz, çok meşgulüm, I’m so busy, gördüğünüz gibi kafamı kaşıyacak vaktim yok!” dediğine şahit olursunuz teması üzerine yazılı kitabında, “Çok meşgul olmanın bir değeri yoktur. Kendinize zaman ayırın, bundan başka yaşanacak hayatınız yok!” diye tamamladığı satırlarını meraklısı bulur, okur.
Kendisine, talihi dönmüş de bir çirkin kurbağa gelip öpsün diye bekleyen zavallı prenses süsü vermeyi beceren insanların bu sahtekarlığı değildi, anlattığımız.
Bizim lakırdısını ettiğimiz meşgul görünmek sanatını icra eden, sen ben gibilerdir…
Bana sorarsanız, Pazar günleri çok meşgul görünmek isterim, yoksa hafakanlar basar beni…
Zira korkarım ki Pazar günlerinin öğleden sonrası, intihar etmek için en müsait zamandır!
1 Yorum
Yazıya göre kahramanlar ve sabit figürlü tablo yorumlanınca; Yusuf kalfa meşguliyet bulamamaktan yargılanır. Oysa yaptığı işin karşılığını haketmediğinden intihar etmiştir.
Seurat’ın tablosunda durağanlıktan ziyade kıyıda ki insanlar nehirde ki yelkeli ve yarış teknesinde ki kürekçileri seyrediyorlar güzel bir tatil gününde.
Zanaatkâr kendini sanatıyla meşgul ederken eli hamur karnı açtır. Yine de şikayet etmez. Sanat aşkı onun gönlünü doyurmaktadır.
Kapitalist düzende bol sıfırlar her şeyin önündedir. Yusuf kalfaya takılmadıkları gibi Seurat’ta tablosuna o ismi vererek bir para babasının duvarını süsleme gayretindedir.