Ülkemizden, neredeyse dünyadaki her ülkeye ihraç edilen, her bölümü saatler süren “soap opera” yani hafif dizilerin ününü biliyorsunuz. Arap ülkeleri başta olmak üzere artık İspanyolca konuşulan bölgelerle beraber Amerika’yı dahi sarmış durumda. Artık televizyon kanallarına dahi gerek yok, otomatik altyazı çıkartan Youtube’a her yerden erişilebildiği için, New York, New Jersey zaten Berlin gibi Türk kaynıyor, onlar cepte, Seattle’da, San Fransisko’da ve hatta San Diego’da, bir markette filan, Türk olduğumuzu söylediğimizde, kötü aksanla Türk dizisi ismi telaffuz etmeye çalışan kişilerle karşılaşıyoruz. Çok mutlular. Biz de başta “aa ne güzel” diyorduk ama bu dizileri seyredenlerin Türkiye algısının aslında pek övülecek durumda olmadığını görünce, artık “hı-hı” deyip geçiyoruz.
Bu dizilerin birkaçında oyuncular “rol icabı” mimar oluyorlar. Her meslekte olduğu gibi dizi içinde oyuncular genelde limitsiz bir zenginlik içindeler. Eğitim hayatı zaten geçmiş bitmiş. Para hiçbir zaman problem olmamış olmayacak gibi ayrıca. Üstüne başroldeki mimarlar ödüller, büyük projeler, sahibi oluyorlar. Yani hayatla, başarmakla ilgili öyle bir soruları yok ki, hem masa başı iş, hem de elin sıcaktan soğuğa değmeyeceği, “kadın kısmı” için güzel, özetle biraz da hafif, yani az stresli bir meslek olarak mimarlık… Böyle hafif sayılacak bir meslek seçimi için akla ilk olarak moda tasarımcısı daha mantıklı geliyor olabilir ama o kadar çok kullanıldı ki başroldekine bir de teknik mesele yüklüyorlar. Her meslek kendince zordur. Fakat dizilerde meslekler bir ayrı rahat. Genelde başrolde bulunan bu başarılı tasarımcıların, artık neyi tasarlıyorlarsa, hiçbir şekilde zorlanmadıkları görülüyor, yaptığı beğenilmeyen, maliyet ve mevzuat yüzünden duvara toslayan ve bir şeyi yetiştirmek için sabahlayan kimse yok. Her gün ofiste olmadık dedikodular, koridorda karşılaşmalar, kahve arasındaki gıybetler sonunda saat 5 oldu mu, “benlik bir şey yoksa çıkıyorum” diye izin istemeye gerek duymadan lüks sosyal yaşamlarına akabilen ve asıl rüya gibi bir hayatı yaşayan onlar.
Eh böyle sonsuz bir başarı olunca aşka ve hatta aldatmaya ve doğal bir sonuç olarak tabii ki aldatılmaya bolca zamanın kaldığı, hiçbir mesleki problemin hayatları etkilemediği, senaryodaki sıradan repliklerde geçsin diye, aslında hikâyeye bir katkısı olmayan öylesine seçilmiş bir meslek olarak; mimarlık iç mimarlık filan karşımıza çıkıyor.
Teferruat yani.
Para pul? Sorun mu canım o. Zaten herkes aşırı zengin ve her taraftan lüks akacak şekilde yaşıyorlar, hafta içi mesai saati geziyorlar, yiyor içiyorlar, hiçbir projenin teslim tarihi yok. Onu bırak yarışmaya filan da girmedikleri halde nasıl ödül alıyorlar belli değil. (*) Yakışıklı ve inşaat firması sahibi zengin patron ve güzel olduğu kadar fakir ama bir o kadar yeteneği ile dünyaları dize getiren mimar kızın öyküsü…
Babam ve annem mimar. (**) Bu senaryoları görünce çıldırıyorlar. Onları oflar puflar şekilde gördüğümde biraz da gülünç olduklarını fark ediyoruz ablamla beraber. Madem dayanamıyorsunuz seyretmeyin. Babam kolay pes ediyor kaçıveriyor hemen ortamdan ama annem “kafamı dağıtıyorum” diye, (bence seve seve) seyrediyor.
Bu mimarlar neden mesleklerini bu kadar kutsuyorlar. Bu hafif dizilere niye bu kadar tepki verdiklerini bilmiyorum. Tüm dünyada “tamam bu olmuş” denecek kadar iyi şekilde mimarlığı anlatan bir “mimari dizi” yok da ondan dedi annem. Babam da birkaç filmden bahsetti ama dizi yokmuş bildiği. Varsın olmasın. Niye istiyorlar ki onların çektiklerini gerçekten seyirciye sunacak bir dizi. Kendimi bildim bileli çok çalışıp karşılığını alamamaktan şikâyet edip dururlar. Dizi değil de belgesel filan olsa rahatlayacaklar belki de.
Mimarlık mesleğinin dizilerde sos olarak ilk “Binbir gece” isimli dizide kullanıldığını söylediler. Youtube’dan ilk bölümü bulduk hemen. Şehrazat ve Onur’un bir proje üzerinde çalışırken, videonun 2:56 zamanında bir merdiven çizimini düzelttikleri ekranı beraberce inceledik.
Bu çizimden sonraki anlarda durduk yere patrondan 150.000 Dolar isteyen 3 aylık çalışanına ahlaksız teklifini de izledik. Anlaşıldı ki “mimarlık” bu sefer seyircinin daha ilgisini çekecek bir konuya feda edilmiş.
Hak verdik anne babamıza ve mimarların mesleklerinde düştükleri ikilemleri ve sancıları göstermekten dizi ve film senaristlerinin sanki bilerek uzak durduklarını anladık. Bu kadar teferruat bir şey değil mimarlık. Tam bir anlaşma sağlamışken, tesadüfidir ki çok geçmeden Oslo’dan gelen bir dizi imdadımıza yetişti: Arkitekten.
Bir kere koca dizi 4 bölüm ve her bölüm yaklaşık 18 dakika. Bizim dizilerde 18 dakikada önceki bölümün özeti yapılamaz. 7-8 dakikalık bakışma sahneleri dahi var. IMDB’den aldığım bilgilere göre:
Bölüm 1: Praktikanten (Stajyer)
Bölüm 2: Naboer (Komşular)
Bölüm 3: CubeZ
Bölüm 4: Arkitekten (Mimar)
Tek bir oturuşta hepsini ailecek izledik. Sürprizbozan içerebilir ama genelde dizinin eleştirisini sunacağım. Sonra bir lise öğrencisi olarak evdeki diğer mimarlarla konuyu tartıştım.
Bu arada spoiler uyarısında bulunayım. İzleyin de öyle gelip okuyun yazıyı.
Her sinema filminde olduğu gibi burada da bir çakışma var. Olması da gerek. Seyredeni mutlu etmek amaçlı çekilen hafif bir müzikalde bile var bunda olmaması ayıp kaçardı. Konu basit, bir mimar olarak kendisi de barınacak yer bulamamaktan şikayetçi Julia, yasal olmayan şekilde zenginlerin otoparkında araba konulmamış bir yer kiralıyor ve kirası uygun diye orada kalıyor.
Çalıştığı firmaya onu mimar olarak almamışlar, mecburen getir götür işleri yapıyor ve okuldan eski sevgilisi genç ve yetenekli bir mimar olarak aynı büroda işe başlıyor. Ona nasıl hürmet ediliyor bir görseniz. Julia da okulda iyi bir öğrenciymiş belli, onun ofiste bu konumda olmasına yeni gelen mimar şaşıyor. Kız mahcup ama ona mecburen kahve yapıyor filan. Onur kırıcı bir durum.
Sonra ofise bir iş geliyor 1.000 konut yapılacak. Yarışma gibi bir şey var belli ki.
Bu arada biz, Türk dizilerinden alışık olduğumuz için, senaryoda hemen ofisteki entrikalar, külkedisi gibi kızın itilip kakılmasının abartıldığı bir drama filan bekliyoruz. Bakıyoruz ki hürmet edilen genç yetenek mimar da çok rahat değil. Onun da maddi problemleri var. Yani o da o kadar masum değil ve karısı da hamile. Evlerini yeni borca girerek almışlar, Julia’nın ulaşamayacağı bir durum. Fakat meğerse sigortadan aldıkları para ile peşinat ödemişler. Zaten dizinin sonunda da kız oğlanı silahla vurup artık nasıl oluyorsa sigorta peşine düşecekler.
Dizide bir kere silah gösterilince babam “…bu silah muhakkak patlayacak,” dedi. Ben onu ne kadar bilge saysam da Google’a bakarak kaynağın Çehov olduğunu gördüm.
Vikipedi’den: Çehov’un tüfeği veya Çehov’un silahı (Rusça: Чеховское ружьё), bir hikâyedeki her ögenin zorunlu olması gerektiğini ve ilgisiz unsurların kaldırılması gerektiğini belirten dramatik bir ilkedir. Bu unsurlar, oyunun içine hiçbir şekilde girmeyerek “hatalı vaatler” vermemelidir.
“Hikâye ile alakalı olmayan her şeyi kaldırın. Eğer ilk bölümde ‘duvarda bir tüfek asılı’ diyorsanız ikinci veya üçüncü bölümde o silah patlamalıdır. Eğer ateşlenmeyecekse o silah orada asılı olmamalıdır. Tutamayacağınız sözler vermek yanlıştır.”
Julia’nın otoparktaki illegal yerleşimindeki yan komşusu şarkıcı Adele var ya ona çok benziyor. O kız şehrin meydanında canlı mankenlik yapıyor. Vitrine canlı insan koymuşlar. Onlar hareketli olarak elbiseleri tanıtıyorlar.
Yahu her tarafa drone dolu. Vızır vızır, her taraf teknolojik de manken canlı insan mı yani derken, aslında insan emeğinin ne kadar ucuz olduğunu ve zengin ile fakirin arasındaki uçurumun durumunu anlıyoruz ironi yapmışlar iyi olmuş.
Julia otoparkları konut yapalım gibi “cin bir fikirle” herkesi etkiliyor. Önce o yetenekli çocuğu fikrin yok diye darlıyor sonra da söylüyor. Biz bekliyoruz ki yerli dizilerde olduğu gibi oğlan fikri çalacak, kızı yine kandıracak. Kızın gazozuna da ilaç filan da atabilir derken tam tersi Julia bu fikir benim yahu, deyip her şeyi o üstleniyor. Niye baştan kendisi kendisine saklayıp kendi fikrini geliştirmedi bilemiyoruz. Yani eğer adamın fikre bir katkısı yoksa ya da onun yardımıyla bir yere gelmeyecekse neden ona söyledin. Eğer onun popülerliğini kullandıysan onun da hakkı yok mu?
Dalgamızı geçtik, bazı fotolar koydum. Bir dizinin filmin eleştirisini yaparken durağan ekran görüntüsü koymanın telif hakları açısından bir sorunu yokmuş. Rahat olabiliriz. Şimdi işin felsefesine bakalım.
Bence mimarlık sadece yapıların şekillendirilmesiyle değil, aynı zamanda, belirli ideolojiler aracılığıyla şehirleri sunan bir dil. Ayrıca ülkeleri ve bu sayede genel olarak tüm dünyayı şekillendiren siyasi sistemlerle de rezonans halinde. Bu anlamda ideoloji ve mimarlık, her yerde karşımıza çıkıyor ve hangisi daha ileride bilinmeyecek derecede eşit önemli sahipler hem de.
Churchill’in bir lafını duymuştum (bu özlü sözlü filozof bir mimardan beklerdim, kurt bir politikacıdan değil.) Londra bombalandığı için tahrip olmuş Avam Kamarası’nın yeniden tasarımı tartışmaları sırasında 1943’te söylemiş: “We shape our buildings; thereafter they shape us.” Yani biz binaları şekillendiririz, sonra onlar da bizi. Mimarlık her yerde bizi etkileyecek kadar sarar, ama bu sarma işi derinlemesine kök salmış doktrinlerle birlikte olur. Bir nesnede mimarlık görebileceğimiz gibi, yaşamımızı etkileyen ideolojiler de günlük yaşamın içinde de mimarlığı görebilirsiniz.
İskandinav ülkeleri için konuşuyorsak “kurumsal minimalizmden” örnek vermek uygun olur. Finlandiya’ya gitmiştik ailecek. Orada annemin babamın mimar arkadaşı Hüseyin Yanar ile Helsinki’deki çoğu önemli binayı beraberce gezdik. Bu coğrafyalarda, aşırı basitleştirilmiş ve bej ve gri tonlarının hâkim olduğu genelde köşeli tasarım ve mimarinin arkasına siyasi bir boyut vardı. Kültürel açıdan o bölgede yaşayanlar zaten çok sıcakkanlı değiller ve sadeliğe önem gösteriyorlar. Gösterişi bir iletişim yolu olarak görmüyorlar. Google fotoğraflar arada sırada orada çektiğim fotoğrafları gösteriyor bana.
Nasıl oralarda belirgin farklar varsa. 21. yüzyılın şehirlerinde ve kasabalarında, politik ideolojiler, bu çevrelerin omurgası ve temel taslağını geliştirmiş gibi. Kapitalist liberalizmin egemen olduğu bir şehri düşünelim (örneğin San Fransisko). Bu şehirlerde, genel nüfusu oluşturan “halk”a Kamu Mülkiyetine Açık Kamu Alanları (POPOS) sunma zorunluluğunu var. Hatta oransal açıdan oldukça ilerideler. Bu tür alanlar sembolik olarak üst iş sınıfı ile şehri dolduran genel halk arasındaki “şehri kullanma” uçurumunu kapatmaya yarıyor. Alana göre kıskanılacak bir oran ve kendilerini soktukları kurallar kıskacında bir zorunluluk gibi geliyor ama belirli bir alışkanlık süresinden sonra, şehri oluşturan diğer öğelerin %99’nu izole eden bir şeyi alıp eksik parçaların üzerine bir kapatan bir sosyal (y)alan haline geliyor. Bir nevi vergi kesintisi gibi anlamsızlaşıyor. İsteyen istediğini yapıyor ve kurallara uygun sosyal alan bırakmak yeterli geliyor. Ofisler bu yüksek oranı karşıladıkça, daha az yere sahip oluyorlar ve daha da pahalı hale geliyor.
Kamusal alanı herkesin kullanmasına izin vermenin, sınıf farklarını gidereceği, politik ve yapısal sorunlarını değiştireceği veya hatta çözeceği gibi etik bir rahatlama geliyor. Dizide de geçiyor, park var, herkes istediği kadar kullanır, orada banklar var hem de çok ünlü bir tasarımcının bankları, onlar herkese açık konmuş ama üzerinde uyunmasın diye engeller var.
Park ve parktaki bank ile simgeleştirilen bu izolasyon ve kapanma hissi, Arkitekten’de iyi işlenmiş. Ötekileştiren %99’un patlamasını, kamusal alan yaratıldığı ve bunun herkese her an açık olduğunun devamlı suretle gösterilmesiyle zayıf bir çaba harcanarak azaltıyor. Nüfusun %1’in kapalı sessiz lüks yaşam tarzının rahatlığında yaşamasını sağlıyor.
Millet kalacak yer bulamazken, kamusal alan da bırakıldığına göre istediğin zaman park edebileceğin ve istediğin zaman da boş bırakabileceğin bir otopark alanı olabiliyor şanslı azınlığın.
Özel mülkiyet, araçlar için özel kapalı binalar ortaya çıkartır. O kadar parası var ki kendine has park etme yeri olan lüks otomobilin olabiliyor ve bunun için bina yapılabiliyor. Şehirdeki yeşil alanlarsa sadece gün içinde kullanabileceğin parklar olarak karşımıza çıkıyor. Yanındaki lüks rezidans bu yeşili her saat her an kullanabilir. Ancak şehir merkezinde evi olmayanlar için o parktan 1 saat uzaklıktaki sosyal konut bloğuna gidip uyuması gerekiyor. Ertesi gün yine çok erkenden kalkıp aynı yolu çekmek…
Kamusal alan, işlevsel olarak verimli çalışmıyor veya şehrin çeperinde bir sınırın dışına itilmiş bir grup insanın aleyhine çalışıyorsa, aslında “düşmanca tasarım” olarak adlandırılan kavramı çağrıştırıyor. Tasarımın dostane olanı olduğu gibi düşmancası da var. Genel halkın kullanılabilirliğini -aslında örtülü şekilde- sınırlayan bir bariyer oluşturmak, düşmanca tasarım etik dışıdır ve halka zarar veren bir şekle dönüşebilir.
Karşıt bir örnek vermek gerekirse, yine de soğuk gelebilecek eski demir perde ülkelerindeki (Berlin Duvarı yıkılmadan önce) mimari; tasarımın ana odak noktası, hizmet ettiği kişilere aynı fırsatı sağlayan bir ortam yaratmakmış. Mülkiyet olmayınca, kamunun parkı ve otoparkı da gerçekten kimsenin tekelinde sayılmayabiliyor. Doğrudur, Kapitalist sistemlerde kamusal alanlar kimsenin sahip olmadığı yerler ama herkesin sahip olduğu yerler değil.
İkisi çok farklı. Aynen annesi babası olmayan bir çocuk gibi kamusal alanlar. Bu çocuk kimsenin çocuğu değil ama herkesin çocuğu. “Devlet” denen ve herkesin hemen kabul ettiği kavramı da yakalamak zor. Platon’un devlet isimli eseri her ne kadar şimdiye göre farklı tanımlar içerse de kamusal alan kavramı için o zaman dahi düşünülmüş olmasıyla önemli
Vikipedi’den: Devlet (Grekçe: Πολιτεία, Politeía), Sokrates’in sağlıklı ve mutlu bir toplum hayatı için düşündüğü devlet modelini anlatan Platon’un bir eseridir. Günümüzdeki devlet felsefesi üzerinde temel kaynaklardan biri olması açısından önemlidir. Aynı zamanda mutluluk felsefesi üzerine yazılmış bir metindir. Eserde Platon’un hocası olan Sokrates’in konuşmaları yer almaktadır.
“Bu devlet nerede” cümlesi de klişeleşmiş. Evet, devlet sadece ülkemizde “nerede” olduğu sorgulanan bir kavram değil. En zengin yerlerde de sorunlu. Örneğin evsizler San Fransisko gibi hem finans hem de ABD’nin eski donanma üssünün bulunduğu şimdiyse, sadece Silikon Vadisi bölgesinin Dünyanın bilişim sektörüne yön verdiği yerlerde en büyük sorun ama bir çözüme ulaştırmaya kimsenin pek niyeti yok gibi.
Evsizlerin “ev sahibi” olması ancak “sisteme dahil olmalarıyla” mümkün. Fakat evsizler sisteme dahil olamıyorlar ya da olmuşlar ama sonra bir sebeple çıkmışlar. Haydi sisteme girmesinler, az ile yetinsinler, uzağa gitsinler, şehirden kopsunlar. Ne oldu, Julia’nın doğum gününde annesi şehre dahi gelemiyor. Dizide sadece yol masrafı değil, şehre giriş bile ücretli gibi bir durum var. Şehir içinde sosyal konut yaratımına ters bir kapital baskı var, sıfırdan inşa edilecek konutlar için yer de yok.
Peki, neden neredeyse çözülmesi imkânsız yaşam koşullarını peşinen kabul ediyoruz? Bu sorunun cevabını ararken, bir anda kendimizi Jouissance, Castration ve küçük nesne gibi terimleri anlamayı içeren Lacanian metinlerin içinde bulabiliriz. İnanın mantıklı bir açıklamaya ulaşmak bile temel bir zihin boşlamasını gerektiriyor. Cevabı bulamasak bile Arkitekten dizisi bizi en azından soruyu doğru sormamız için yönlendirebiliyor.
Oslo’yu yöneten ana tüketici (konut talep edenler) ideolojisi nedeniyle kamudan alınmış olan etik ve sürdürülebilir tasarım hayalinin peşindeler. Julia gibiler, uygun fiyatlı bir evde herkes için konut sahibi olmak istiyorlar. Aslında talebin hepsi bu kadar temel bir insani hak, fakat ulaşılabilir konut yaratmak imkansızken, borç almak ve sonsuz döngü içinde kilitli kalabilmek korktukları bir şey. Deneyenler başarılı olamamış ve hatta artık istesen bile borca girebilmek bile mümkün değil. Dizinin başlangıç sahnesinde borç istenen bankanın robot müşteri temsilcisi, gerçek bir insanla konuşmak için bile ekstra para istiyor Julia’dan.
Ve diyelim ki bu hedefe ulaşıldığında, onları hayatlarında bu motivasyona iten isteğin kaybolduğu da gerçek. Şimdi sıra o borcun altında ezilmemek ve borcu ödeyemeyip zorla elde ettiğinden de olma korkusunun bünyeyi ele geçirmesi de var.
Julia, sorunun çözümü için bir otoparkı kullanma gibi dâhiyane fikrini ortaya atar, ancak fikrin ne kadar “parlak” olduğu tartışılır çünkü 1000 dairelik uygun fiyatlı konut üretmek fiziki arsa olarak bir alanı başka bir alana dönüştürmek ile mümkün. Bunu anlamak çok zor değil ki. Bana da çok şahane bir fikir gibi gelmedi açıkçası. Mimarlık denen şey şans eseri ya da yetenekle gelen kimsenin göremediğini bir anda görebilme değil ki. O zaman gidip şarkıcı ya da müzisyen oluruz. Bir paça yaparız hit olur, en şahane şarkıcı oluruz ünleniriz. Ki o bile saatlerce çalışma, büyük sıkıntılarla mümkün. Her müzisyen de hakkını alamıyor. Etrafta ne kadar iyi müzisyen var ama şarkıları tutmadı ve az parayla yaşıyorlar. Mimarlıkta da çok popüler ünlüler var. Ama mimarlıktaki ün “çok tutan bir şarkı” ile bir anda gelmiyor belli.
Ana sorun içinde bulunduğumuz aşırı kapitalist sistemleri anlamamak değil, onu takip eden (etmek zorunda kalan) insan odaklı isteği algılamak ancak o kadar kolay değil yani sorunun içinde çözümden yana bir ipucu dahi yok. Büyük mimarların dünya sorunlarını çözmek için, tasarımlarının ne gibi yan etikler getireceğini ve nasıl sonuçlar doğuracağını bilmeleri (kabul etmeleri) çok zor oluyor. Onlara bu denli büyük bir sorumluluk verilemez ki yapamadık diye işin içinden çıkıverirler. Bazıları bilerek yapmıyorlar da. Ama onlar yapabilirlermiş gibi davranıyorlar egoları da şişiyor. Fakat meslekleri hakkında yapılan diziler ve filmler çok fena.
Kısaca sonsuz bir faydayı etik kanunlara bağlı kalarak elde etmek neredeyse imkânsız. Toplumun her kesiminin fedakârlık yapması gerekir ki eşit ve hizmet eden bir çözüm ortaya çıksın. Toplum eşit değil olmak için de bir çaba sarfetmiyor. Sosyal devlete varmaya çok var daha.
Bir hayat görüşü ve bir meslek olan mimarlık (tutkuyla ve doğru bir şekilde yapıldığında), dünyanın bu sorunlarını ele alacak şekilde çözüme giderken insan odaklı isteğini anlama odaklı olmak zorunda. Hala çok uzak gözüküyor. Bu nedenle Arkitekten’deki ana hedef, etik tasarımı nasıl önerileceği değil, değişim sonrası kaosu göstermek belki de. Sorunun nasıl ele alacağı bile tam belli değil, yani “eksik” olarak kabul edilen şeye ulaşıldığında yeniden başka bir eksikle karşılaşılacağı da malum.
Mimarlıktaki eksikleri sıraladık da, Arkitekten’de eksik olan şey, küçük bir nüfusun yerine kitleleri toplayan konut ve kentsel yaşam koşullarını kapitalistlerle kavga etmeden onları da razı ederek çözmeyi söylememesi. Tamam bir diziden böyle mükemmel bir sonuç beklenmeyebilir ama sırf bir otopark fikri ile bu nasıl çözüldü ben anlayamadım. Sordum ailecek anlamamışız.
Tamam, uçan adamın gösterisinde, adamın belinde görünmez bir çelik tel var. Kesin tel var yani. Zaten adam tel filan olmadan uçabiliyorsa bize gösteri yapıp bilet mi keser? Çok güldüğüm Cem Yılmaz bunu yıllar önce demiş. Bu durumda Arkitekten mimarlığın eksiğini gösterebilecek durumda olsa dizi mi olur, bir tasarım kılavuzu mu? Daha başrol oyuncusunun cetvel tutamadığı dizi mi çözüm olacak.
O kadar çok şey beklemiyoruz. Mimarlık, sadece insanların değil, aynı zamanda tüm çevrenin ait olduğu ortamlar yaratmak için çalıştığından, sistemler, sınıflar ve fikirler açısından incelendiğinde son derece siyasi, psikolojik ve felsefi bir hâl alıyor. Her ne kadar bir çözüm önermese de ve mutlu sonla bitmese de, bu dizinin güzelliği basitçe anlatarak çatışmaları seyirciye vermesi. Çoğu zaman etrafımızda fark etmediğimiz açmazlar ideolojik. Mimarlar bunun farkında olsunlar olmasınlar, tasarlayarak ulaşabildikleri çözümler yani onların ifadeleri ve insanların toplumda nasıl yaşadığını şekillendiren bir biçim haline geliveriyor. Yavaş yavaş oturuyor. Otobanların ve onlara eklenen şeritlerin trafik sıkışıklığına çözüm olmadığını ve fosil yaktı tüketen otomobilleri şehrin içinden çekip çıkarmanın anlamlı olduğunu 1990’lardan önce görememiş bu kadar mimar bu kadar devlet görevlisi. Şimdi “düşmanca tasarım” denen şeyden bahsedebiliyoruz. Bunları gerçekten doğru tartışabilmek, başarısızlık riski yüksek ve bunun için de cesaret istiyor aslında. Arkitekten bu yolda konulan bir ufacık tuğla.
Arkitekten’deki Julia, çok şey istemiyor, istediği tek şey barınma hakkı o kadar. Kazandığı maaşıyla karşılayabileceği bir sosyal konuta sahip olmaya çalışırken, kendisi gibi etrafındaki diğerleri de, onun gibi gerçeklikten koparılmış halde. Firmasında bu tasarım yarışmasının, sadece para kazanmak için düzenlediğinin farkında, ancak o kazanırsa alacağı parayla kendi problemini çözecek hem de onun gibi çaresizlere de çare olacak. Sonra bakıyor ki tam tersi, fikri geçici ve zorunlu çözüm bulanları dahi yerinden edecek o zaman çatışmaya giriyor.
Çatışma anlatılırken, Kaja (zayıf Adele) gibi anarşistlerin inşa ettiği bir devrimin olmadığı, ele alınması gereken bir felaket senaryosuyla sonuca ulaşılamayacağı, sadece arzunun boşluğunu dolduran biraz da ellerinden barınma hakkını alanlardan intikam almak gibi hedefleri eleştiriyor. Her ulaşılan hedef, başka bir hedefin peşinden geliyor. “Orayı protesto edip boyadık mı, diğer tarafta trafiği mi kilitledik buna rağmen farkındalık yaratamadık mı başka bir eylem yapmalıyız. Ses getirmeliyiz”e kadar giden sonu olmaz ve amacını aşmış eylemler serisi. Ünlü tablolara çorba atan, heykelleri boyayıp rezil eden ve hatta ambulans olduğu halde yolu kapatan eylemciler şu zamanın sosyal medyasının en sinir olunan örnekleri. Ses getirdik diye memnun dahi olabilirler. Amaca ulaşmak için gerekli yan amacı, hedefi saptırmış durumda.
Bu yazıda bu tür protestolar amacına ulaşıyor ulaşmıyor diye bir sonuca varmayacağım. O başka konu. Etik tasarımın amacı, herkesin mutlu, yerinde ve eşit olduğu bir dünya yaratmaktır bunu biliyoruz. Protestolara sebep olan ise, “düşmanca tasarım” yani işkence mekanları ya da boğucu hapishanelere gerek bile duymadan, otomobillerini koysalar da koymasalar da, zengin azınlığın şehrin ortasında işgal ettiği otopark binaları yüzünden oluşan çaresizlik hissi. Düşman kimliği olarak, her ne kadar lüks ve sadece zenginlere hizmet eden mekanlar, şehrin en değerli yerindeki kapalı otopark binaları ve o otoparklardaki araçların sahiplerine hizmet eden diğer betonarme binalar olmasa bile, bunların normalleştirilmesi asıl düşmanca tavrın ta kendisi. Mutfakta çekmecede duran keskin bıçak bir cinayet aletidir ama aynı zamanda salataya marul, yemeğe soğan ve kızartmalık patates doğramak için gereklidir de.
Buna rağmen en azılı ordulardaki en korkunç silahlar (Kaleşnikof diye bir adamın yaptığı bir silah varmış, tozda kumda yağmurda yine kurşun atmaya devam ediyormuş. Ucuz ve çok kolay erişiliyor ve çok sağlam. Bütün iç savaşların temel silahı.) mutfaktaki keskin bıçak gibi de değil bildiğin öldürmek için tasarlanıyor.
Oppenheimer, atom bombasını yaptığı için çok pişmanmışmış. O yüzden daha çok insan öldürsün diye bomba yere 600 metre kala özel bir mekanizma ile patlatılmasını o organize etti değil mi, sırf pişmanlığından(!) Azıcık hayat kurtarma endişesi olan kişi böyle hunharca bir mekanizmaya planlara dahil eder mi? Elim kanlı filan diyor, zamanın başkanı da sen çekil kenara diyor. Daha komiği bomba atılır atılmaz ABD uçaklarından bu kez yüzbinlerce kâğıt parçası Nagasaki’ye atılmış. Kağıtlarda Japonca olarak atom bombasının etkileri ve halkın bu etkileri azaltmak için neler yapabileceği anlatılıyormuş. Birini zehirli ucu olan bir bıçakla kurbanını bıçaklayıp sonra bıçaklanan adama kan kaybını azaltmak için ne yapması gerektiğini yazan kâğıt vermesi gibi insani (!) bir hareket. Nasıl ama…
Kalaşnikof ve atom bombaları sadece suç işlemek için yaratılmış bir canavarlar. En masumane yani en iyi ihtimal düşmanı korkutma işine yarar. Sende varsa bende de var. Atasan ben de sana atarım tüm dünyayı el birliği ile yok ederiz korkusu işe yarıyor. Fakat bu bombalara tüfeklere caydırıcılık kisvesi altında milyarlarca dolar para yatırılmasını hızlandırıyor. Düşmanca tasarım her zaman önde. Aynı şekilde otoparkları lüks konut yapmak da kalaşnikof piyasaya sürmek demek. Amacımız zenginlere had bildirmek derken, otoparkta yaşayanlara tahliye kâğıdı atmak demek uçaktan. Bu mutfakta çekmecede yemek yaparken kullanılmayı bekleyen bıçak değil.
Etik tasarım tek bir hamlede ulaşabilecek bir çözüm olarak gelmez, insan beyni ve istekleri gibi değişkendir, karmaşıktır. “Otoparkları konut yapalım nasıl fikir ama” ile çözüm ancak bir dizide seyirciye gösterilen bir senaryo etkisidir. Gerçek anahtar, birden fazla hamle ileriye düşünmektir, gidilebilecek yönler, çözüm gibi durduğu halde geçici boşluklara girip çıkmak, sorunları tek bir yönden ele almak için tek bir çözüm olmadığını bilerek çalışmaktır. Bu sonsuz bir döngüdür, doğa gibi, yaşam ve ölüm gibi gelir ve geçer, ancak bilinmeli ki her zaman döngü olacaktır, sonu varmış gibi davranmak doğru sayılmayabilir.
Bana göre açmazlar ve çatışmalarla okuduğum felsefi metinleri de dikkate aldığımda minimal güzel bir dizi olarak Arkitekten’i tavsiye ederim. Annem ve babama göre bir sürü yanlış olan mimarlığın dertlerini anlatmayan bir hali olabilir. Ne istediklerini tam olarak onlar da bilmiyor bence.
Dizi tasarım bağlamında bir sonuç göstermiyor. Gerçek bir soruna, gelecekteki bir zamanda çözüm bulunamayan şekilde hayali bir şekilde cevap veriyor. Normal.
Bu arada otoparktaki araçları olan zenginlerin Kaliforniya’da olduğunun söylenmesi de Avrupalılar’ın dahi tüketimde Amerikalı zenginlere özeneceğini anlatıyor.
Ben açıkçası beğendim bana başka fikirler ve araştırmalar için yol gösterdi. Size de tavsiye ederim.
(*) Sonradan öğrendim gerçek hayatta da ödül almak zor değilmiş Türkiye’de. Bir organizasyona fuara filan ciddi para bağışında bulunursanız, kolaylıkla “en hızlı çıkış yapan bilmem ne” ödülü alabilirmişsiniz. Yazıdan sonra anne ve babamın verdiği ek bilgilerden.
(**) Bu yazının orijinali İngilizcedir. Hala yapay zekâ çoğu yazıyı anlamı bozmadan çeviremediğinden, Türkçeye çevrilmesinde babam yardımcı olmuştur.