Yazılarımı okuyan öğrenciler, hocaları eşliğindeki yüksek lisans derslerinde bir çalışma yapıyorlarmış. Sanal stüdyolarına davet ettiler. Heyecan ile kabul ettim.
Abdi Güzer’in Cumartesi AURA’sında, geçenlerde bir konferansı vardı, “Mimarlık Eleştirisi” üzerine… Canlı sunumu kaçırsam da o günün akşamı konuşmayı izledim. Bittiğinde de bir süre düşündüm. Alt alta bir sürü kelime yazmışım… Fildişi kule, Nevzat, sivri dilli olmak, çekmeceler, ODTÜ’lü, İTÜ’lü, Akademi’li olmak, SHE, “olmuş-olmamış efem”, usta – çırak ve katılanların da yardımlarıyla son halini alan Güzer’in vurguladığı “duruş” kelimesi bazılarındandı. Yazının sonunda tekrar döneceğim bu sunum ile birlikte, birkaç gün önce beni çalışmalarına davet eden bir hoca ve bazı yüksek lisans öğrencileriyle geçirdiğim saatler, her iki sohbetteki sorular ve cevaplar, değerlendirmeler hatta eleştiriler arasında gittim, geldim.
Yazılarımı okuyan öğrenciler, hocaları eşliğindeki yüksek lisans derslerinde bir çalışma yapıyorlarmış. Sanal stüdyolarına davet ettiler. Heyecan ile kabul ettim. Bu defa seçtikleri benim bazı yazılarım olmuş. Bu dizide yedi ya da sekiz yazarı inceliyorlarmış. “Acaba hangi makaleleri seçtiler, hangi yazılarım ilgilerini çekti, neden ilgilerini çekti, okurken neler hissettiler?” diye de meraklandım. Sordum durdum, kendime. İtiraf etmeliyim, biraz da çekinerek bana gönderilen toplantının linkine girdim. Büyük fincanda sert bir Nespresso kahvesi yaptım. Yanıma en genişinden bir bardak da su koydum. Ve akşamüstü, istenilen saatte bana gönderilen linkteydim.
Karşımda pırıl pırıl dört öğrenci ile hocaları vardı. Aslında geçtiğimiz yıllar içinde, daha önce bir yerlerden bildiğim bazı öğrenciler, bana özelden email atıyor ve işte şu yazınızı bu yazınızı çalışıyoruz sınıfımızda diyorlardı. Ama bu defa çok özel ve hiç bilemediğim bir yazıları inceleme laboratuvarına girmiş ve masaya yatırılmıştım. Ne güzel bir şanstı. Yazdıklarım değerlendirilecekti, hatta eleştirilecekti her nasılsa. Spontane ön sohbette Finlandiya Türkiye arasında gittik geldik. Buzlar, sınırlar, uzun geceler, kısa karanlık günler, güneşe açlık ve tabii ki çemberleri gittikçe daralan Covid 19 gölgesi arasında.
Helsinki’de saat öğleden sonra dört civarıydı, pencereden baktım hava çoktan kararmıştı. Zaten sabahtan beri koyu gri, kara, kasvetli bir gündü. Güneş de yoktu… Hoca startı verdi, şimdi kim başlıyor dedi, herkes bir birine baktı ve kız öğrencilerden biri heyecanla sunuşuna başladı… Bir tuhaf olduğumu söylemeliyim. Çok iyi bildiğim, daha önce özenle yazdığım sözlerin versiyonlarını şimdi yeniden ve sesli duyuyordum. Ateş basmıştı ama göstermemeye çalışıyordum. Kahveden mi, sudan mı hatırlamıyorum ama ilk yudumu almış olmalıyım. Şimdi sanki dünyadan çok uzak bambaşka bir gezegende yaşıyordum. Bu gezegende zaman ve mekan oradakilerden çok farklıydı. İşte uzun yıllar sonra birileri, bir gün, tam da şu anda, özel bir haber getirmişlerdi. Dünyada senin yıllar önce yazdığım yazıların bulunmuş diyorlardı. Daha önce yaşadığım gezegene hemen dönmem isteniyordu. Beni tekrar buluyorlardı ve sanki ışınlanmış gibi anında eski dünyama gidiyordum, aralarına katılıyordum. Çok şaşırmıştım. Bana sıra gelince bu aklıma geleni onlara da söyledim.
Yazılarımdan tanıdık pasajlar geçerken, yankılanan kendi sesimi duyuyordum. Seçilenler daha önce sunan tarafından dikkate okunmuş belki de hep birlikte tartışılmıştı. Kendi kendimle karşı karşıya idim. “Sanki benim kılığıma girmişler, ben olmuşlardı” dedim tek tek onlar anlatırlarken. Hatta biri benim ağzımdan ben diyerek, ben diye konuşmaya başladı. “Sesimi mi taklit edecek yoksa?”, “Yoksa düşündüklerimi de mi zihnimden okuyor, konuşan?”. “Yok yok, herhalde beynimin içine de giremezler ya!”… “Ya girdilerse!”… “Girseler ne olur!”… “Dostlar arasında gördüklerimizi eleştiriyoruz, mimarlık kültürünü, eğitimini, starlığı, paramparça olmamızı, dünyayı bina ile doldurmamızı, hep inşa etmemizi, dünyayı kirletmemizi, mükemmeliyete olan gerçek dışı sevdamızı, tasarımın şahı doğayı ve günlük hayatı, duygularımızı, hislerimizi nasıl es geçtiğimizi vs yazıyoruz ama ne yazarsak yazalım bizi biz yapan mimarlık, başımızın tacı…” diyerek rahatladım.
Hoca, ilk baştaki hoş beş sonrası, hızla formatı anlatmıştı. Kafamda şöyle bir imaj canlandı. Hoca suya bir taş atıyordu. Açılan daireler önünüzde yayılıyordu. En dıştaki makalenin kendisi oluyordu. İçeriye doğru, daha büyükten küçüğe, bütün hikaye yazarın ağzından özetleniyor ve büyük özetten, küçük özete, birkaç cümleye, birkaç cümleden tek birine, tek birinden birkaç kelimeye kadar iniyordu. Yani en can alıcı yere neredeyse yazarın kalbine bir yolculuk gibi bir şeydi bu. Kendi kendime, “hiç düşünmemiştim, kitapları da böyle okumak özetlemek ne iyi olur” dedim. Bütün bir yazıdan, detaylı ve dikkatli okumadan anahtar kelimelere kadar giden bir yolda yolcuydu okuyucu da yazar da. Bu ritim içinde her sunumun ardından hocanın kendisi çok özel, çok kısa ve hassas bir iki yorum yaptıktan sonra, benden ne düşündüğümü soruyordu. Ben de orası öyle böyle olmalıydı, şöyle böyle yazılmalıydı yerine hiç plan yapmadan daha yazının özellikle bilinmeyen perde arkasındaki kulis bilgileri ve kişisel olarak bende yazarken oluşan duygular arasında gezmeye başladım yani hiç düşünmeden uzaklardan topa giriyordum, ya da söylenenlerin etrafında dolaştıkça dolaşıyordum. Aslında biraz daha ilerleyince hem onları hem de benim ne yapacağımı çok dikkatle izleyen hocanın da buna özen gösterdiğini giderek anlıyordum. Örneğin hoca sunumlarda yukarıda da söylediğim gibi çoğu zaman çok küçük, çok hassas detaylardan birine, bir kelimeye konsantre oluyordu. Bir kelimelik bir detay ile durumun ciddiyetinden söz ediyor, bütüne atıf yapıyordu. Can alıcı bir mesaj veriyordu, yazıyı ve yazarı analiz edene. Ama öte yandan kesinlikle onlara çok güveniyordu. Aslında ben de bu yazılarımla bu süreç içinde incelensem de pedagojik açıdan, bu sunum içinde müthiş bir derinlik buluyordum hocanın öğrencilerini eleştirme (ya da eleştirmeme, yapılanları değerlendirme) sürecinde. İşte burada eleştirinin, değerlendirmenin tam da sınırındaydık. Ve tabii hoca söyleyeceklerini merak uyandırıcı bir biçimde sona bırakıyordu yine bu ölçüler içinde. Adım adım bunu beklemeye başladım.
Diğer katılımcılar fark etti mi bilmiyorum ama, ilk konuşan zaten bütün bu düşünceler ve benim şaşkınlığım arasındaki sunuşunun yarısına gelmişti. Seçilen yazı 2014 tarihliydi. Başlığı “Sessiz Bir Devrimin Hikayesi: Peyzajın Binaya, Binanın Eskize Döndüğü An” idi. Duyuldu mu, içimden miydi, sesli miydi bilmem ama “of, of!” demiştim. Sonrasında bir yandan sanki gezegenler arasında gidip gelirken sunan arkadaşın söylediklerini zaten duyuyor, özenle sunduğu makalemi de düşünüyor ve Otaniemi’deki bir Fin Efsanesi Dipoli’nin unutulmaz mekanını da yeniden hayal ediyordum. Özgür mimari anlayışı, devrimselliği, stili olmaması, zamansızlığı, doğanın bir parçası olma hali hatta doğa ile bina arasında geliş gidişler, içeriye ve doğaya taşmalar, bitmemişlik ve diğer kavramlarla da iyi özetlenmişti makale. Seçtiği bu yazı çok eski yıllarda karşıma çıkan, metni onu görmeden tanıdığım, içselleştirdiğim bir bina için, yıllar sonra da içine girip yeniden gördüğüm ve başka versiyonları ile daha önce de yazdığım bir makaleydi. Bitmiş ama aslında bitmemiş eskiz bir binadan söz ediyordum. Gerçekten bir mimari devrimdi, kuzeyin bir köşesinde. Yazının içinde derinde eleştiri de saklıydı. Kim bilir sevgili Reima ve Raili Pietilä kıyıda kalmış kuzeyin mimarları değil de basını, yayını, sergisi ve diğer araçlar ile onları her yere lanse eden, diğer ülkelerde tanınmalarını sağlayan merkez ülkelerden birinde olsalardı mimarlığı nasıl etkilerlerdi yaptıkları ile.
İşte başka bir katılımcı orijinali 2009 yılında Arkitera’nın ‘Köşe Yazıları’ için yazılmış “Ötekilerin Mimarlığı” başlıklı yazıyı masaya yatırmıştı. Bu da benim için çok önemli bir makaleydi. Yazıda da söylediğim gibi, bize adeta çıkarıp kalbini veren, başka başka mimarlıkların kapısını açan “Muammer Hocam”ın anısına yazdığım bir çalışmaydı. Oxford Mimarlık Okulu’nda yıllar önce tezimi yaparken ona yazdığım bir mektuptan ve gönderdiğim imajlardan yola çıkarak yazmıştım. Aslında Abdi Güzer’in konuşmasında sözünü ettiği 300-500 binaya indirgediğimiz mimarlık dünyasına çok derinden bir eleştiriydi bu yazı, diğer bir çok yazımda olduğu gibi açık ya da saklı. Bütün o şaaşalı mimarlık okullarının, AA’lerin Royal Collage of Art’ların, Bartlett’lerin ya da o büyük, her zaman lanse edilen, her yerde yayınlanan mimarlık şaheserinin arasında Waterloo Köprüsü’nün altında yaşayan evsizlerin tasarımlarını anlatmıştım ve insanı, adeta yaşamda oyuncu olan insanı diğerleri arasında adım adım anlatmaya çalışmıştım. Adeta “saklı köşelere, görünmeyene bakın” fikri vardı. Hele o trafik konileriyle sınırlarını çizen ve yukarıdan gelen bir garaj ışığının altında duvara yaslanmış duran üzeri yarıya kadar örtülü sarhoşun mekanı (ki bu adı o atmosferde taktığım özel bir addı) bir master piece idi. Ya o gençlerin, bir birine sarılmış çiftlerin yüzlerindeki acı dolu izler, yılbaşı kutlamalarının mekanı, masalarda yüzüstü gece yarısını beklemeler ve muhteşem tasarımlar… Metni inceleyen katılımcı da bu kıyıda köşede kalmış insanları, geçicilik, değişkenlik adına yapılan tasarımları ve bu kontrastlığı vurgulayan oldukça detaylı bir özet sundu. Su damlasının geniş çemberlerinden merkezine doğru yolculukta yine harika bir yorumlamalarla baş başaydım. Çok anlamlıydı.
Sırada kendisi de aslında bir yürüyüşçü olduğunu vurgulayan bir başka katılımcının seçtiği yine benim için yaşamımda çok özel bir dönemimi anlatan 2015 yılında yazdığım “Yürümenin Mimarisi: Urban Meditasyon” isimli makalem vardı. Mimarlıkta çok kullanmadığımız ya da açığa çıkarmadığımız bize öğretilmeyen içsel dünyaların yorumlarına vurgu yapmıştım. Çok uzun yürümüştüm o zamanlar. Duyguları dura kalka, orada burada çizmenin keyfi ile yazmıştım bu makaleyi. Kentleri, dünyayı sadece bir sürü teorinin, öğretinin eşliğinde incelemek değil, tek bir birey olarak da hissetmek, değerlendirmek, incelemek üzere kaleme almıştım. Bir kişinin dokunuşu, duyguları çok önemliydi. Sunan arkadaşımız yıllarca önce çağrılı olarak gidip bir hafta, kaldığım dönem sonu projeleri değerlendirdiğimiz, Hong Kong’daki Mimarlık Okulu’nun başkanı Esi’nin davetinden ayrılırken gördüğüm kapı arkasındaki uzun ve kalın ipten yola çıktı. Akşama doğru vardığım Güney Kore’deki Busan kentinde bir dağın tepesine doğru yer alan Tongdosa Tapınağındaki dev meditasyon odasına vardı ve dolaştığım Finlandiya mabetlerine vurgu yaptı, iç dünyalardan benim sözlerimi yorumlayarak söz etti. Düğümlerin temposu onunda dikkatini çekmişti. Yine kendimi duyuyordum. Çok tuhaftı. Yankılar devam ediyordu diğerlerinde olduğu gibi. Hoca sunumlar arasında hala çok az konuşuyordu. Yine küçük ama çok önemli bir yere dokundu. “Sadakat” dedi. Yazarın yazdıklarına sadakatten söz etti.
Son sunuş bugün gibi hatırladığım bir başka yazı üzerineydi. İlk versiyonu yine daha önce aynı web sitesinin ‘Köşe Yazıları’nda 2010 yılında basılan yazı yine aynı sitenin ‘Görüş’ bölümünde de 2014 yılında yayınlanmıştı. Başlığı “Osmanlıca ile Kasımpaşalı arasında: Yedi Ceddimizle Uğraşan Adam” . Yazı, ana kahramanı Kasımpaşa’da yaşayan, kendi ülkesinde Finli bir resim sanatçısı ve akademisyen olan iki dünya arasında gidip gelen Juhani Tuominen’in çalışmaları üzerineydi. Juhani uzun yıllar sürdürdüğü yapıtlarında sıra dışı bir senteze ulaşmıştı. Türbelerimizin resimlerini yapan, aynı tema üzerinde hep tekrarladığı çizgisine ve birkaç öğe ile yaptığı soyutlamalara dikkat çeken sunumunda katılımcı yine önemli köşe başlarını bir araya getirerek özetlemişti. Sıra bana gelince yine yazı arkası, sanki kulis hikayelerine girdim çıktım. Juhani ile bir barda ilk buluşmamızdan söz ettim. Juhani‘nin Macaristan’da yaptığı bir sergi kataloğunu önüme koyduğu anda hikayenin gözümde canlandığını aniden İstanbul’un birisi gibi sanki bara girdiğini ve metnin de akıp gittiğini anlattım. Juhani’nin modernizme bağlantısı ve seçimi açıktı. Yazıdaki son sahne bir türbede İstanbulun yokuş aşağı bir yerindeydi. Modernizm sanki türbe de yerini buluyordu. Kendini ona adıyordu. Bu yazı modernizme derin bir eleştiriydi. Zaten ilk versiyonundaki adı da “Modernizmin Türbesinde: Kasımpaşalı Juhani” idi. Yazıyı bitirdikten sonraki buluşmamızda Helsinki Hava Limanında ona Türkiye’ye gitme öncesi satır satır nasıl çevirdiğimi, Juhani’nin olumlu tepkilerini anlattım. Juhani’nin sonrasında büyük sergisinde bu yazının finalini canlandığını ve beni davet edip nasıl gösterdiğini paylaştım.
Evet aslında uzun süre aklımdan çıkmayacak toplantıda şimdi de su damlalarının sanki en iç halkasına gelmiştik. Kalbe gidiyorduk. Yazarın stili nasıldı? Ne düşünüyordu, ne yazıyordu, nasıl yazıyordu, size nasıl dokunuyordu? Yine sırayla tek tek sahne aldılar, konuşmaya başladılar. Betimleme öne çıktı hatta hepsinin hem fikir olduğu şiirsellikten çokça söz edildi. Notlarıma yazmışım, Hoca sanki her şeyi onlara, oyuna bırakmış koçluk yapıyordu. Bir ara uzaklardan muhteşem bir orta yaptı. “Kendisini suya atıyor” dedi. İşte dedim, çok hoşuma gitti ama, “Atmasam Allah’ın kuş uçmaz kervan geçmez kuzeyin neredeyse kutbunda olur muydum, Güney Kore’sinde, Busan’ında olur muydum, yıllarca oralarda yaşar mıydım?” diye aklımdan geçti ama arada kaynadı, söyleyemedim. Yazıların pedagojik tarafı, saklı eleştiriselliklerinin önemi vurgulandı. Sanki ben odada yokmuşum gibi konuşuyorlardı bazen. Ya da ben öyle hissediyordum. Bütün söylenenler derinde duyduğum çok olumlu, çok değerli yorumlardı. Kim ya da kimler söyledi hatırlayamadım ama toplantının sonuna doğru yine alt alta yazmışım… “Sıcak”, “yüz yüze”, “dikte etmeden”, “öykü gibi”… Halkaların en ortasındaki kalbe giden sözler oldu diğer söylenenlerle ve bu toplantının en doruk noktasında hatırlayacağım sözlerdi. Tanımlamalar arasında dünya ile yine bağlantım kesildi sanki. Teams’deki toplantımız bitti…
Mimarlık Eleştirisi konferansını veren Prof.Dr. Abdi Güzer’den ve sunumundan başladım, onunla bitireyim. Anlamlı bir sunumdu. Anlattıkları ve saptamalarından çoğu pek tanıdık geldi, üslup çok farklı olsa da, mimarlık kültürü ve mimarlık eğitimi üzerine, (yıldız savaşlarından, starlığa, starların dünyasında kol geçen adalette, mimarlıktaki meydan savaşlarına, kabahatin büyüğü projeye, mimarlıktaki sessiz devrime, para ve mimarlığa, mimarlığın sonuna, ötekilere, mimarlıkta yıkmak ve yok etmeye, mimarlık krallığına, zamansız olma haline, sıradan olmaya, mimarlığın batmasına, yürümenin mimarlığına, ödüllere, paramparça mimarlığa, güçler ve güçlüler üzerine vs) yıllarca bir şekilde yazmaya çalıştığım için. Mitler, moda, izmler, çekmeceler, yapay çok seslilik, geo çeşitlilik olarak tekrar eden anlamsız bir çok seslilik, özgün Zaha’nın basmakalıp, tipolojik hale gelmesi, mimarın kendini taklit etmesi, önce rock star olma sonra şarkı söyleme (burada kahkahayı bastım), güç ve diğer değindikleriyle konuşma devam etti.
“Az bile söyledi” demişim dediklerini desteklercesine. “Bazen biraz da kontrollü mü oluyor ne!”, “sevgili Nevzat (Sayın) haklı mıydı bir bakıma!” diye de aklımdan geçirmişim. Güzer bu yönleri ile tanıdığımız bazı eleştirmenler gibi sivri dilli değildi. Ama o da haklıydı. Bağırması gerekmiyordu. Bazen fısıltı ile söylenenler, bas bas bağırmaktan çok daha etkili olabiliyor, derinlere gidebiliyordu. Güzer’in konuşmasındaki üslubu, yaptığı yüz yüze “Mimarlar Konuşuyor”daki tavrı gibiydi. Diğer çoğu eleştirmenden biraz değişikti. Relaks haliyle, hayatın içinden, oraya buraya girip çıkan belki çok hatasızlık aramayan bir konuşma stili ve yaklaşım üslubu vardı. Tabii sunumunda çok net bir strüktürü takip ediyorduk. Doğaçlamalar artık bu hazırlık ve bu ana örgünün etrafında ve oldukça “safe”di. Ülkemizdeki tarihi çok eskilere dayanan mimarlık okullarının, geleneksel olarak bu eleştirisellik rüzgarında nerelere oturduğuna girince, eksen sanki bir başka tarafa kaydı. Ya da ben kendimi oralarda buldum. ODTÜ, İTÜ ve Akademi’yi eğilimleriyle bir güzel sınıflandırdı. Aslında şimdi o yazısında sözünü ettiği çekmecelere baktığı yerden belki de kendisi bir şeyleri koyuyordu. Yanlış anlamadıysam ODTÜ’nün mimarlık eğitimindeki eleştiriselliğin öneminden söz etti. Diğer okullarda bu tür detaylara girmese de, Akademi’yi ve proje eğitimini, Sedat Hoca’ya (Hakkı Eldem) proje değerlendirişine “olmuş efem”, “olmamış efem”lere de getirince “eyvaaaah!” demişim. “Sinek kovma”, “Babanızda mı mimar efem”, ya da “Baca efem baca” vs gibi efsane anekdotları nerede diye bağırmışım sanki evde! Eğlenceliydi!. Hele hele Akademiyi tanımlarken usta çırak tekerlemesine bağlı eğitimi yineleyince ben de eksen, iyice kaydı, hani derler ya koptum, neredeyse. Güzer’in konuşmada kendisini dinleyenlerden, bazı tanıdıklarından yardım alarak “duruş” kelimesinin farklı versiyonlarla netleşmesi, yerin bulması bütün bunlar olurken konuların soru ve cevaplarla sürmesi ve neden sonra tekrar laf arasında bir soru cevaplamada son haline gelmesindeki kendiliğinden seri de çok güzeldi Helsinki’de eksen eski yerine geldi ve pedagojik tarafıyla, dinleyenle spontane diyalog ve alış veriş açısından anlamlıydı. Bütün bu billurlaşma süreci bir yana, duruş kelimesi gerçekten de sunuşunda anahtar bir kelimeydi ve bir özetti sanırım. Keyif alarak izledim.
Bütün bunlar bir yana, farkındayım Güzer’in sunumundan cımbız ile iki efsane kelime seçiyorum yazının finaline doğru. “Usta” ile “Çırak”… Bu ikilinin hikayesine sembolik olarak değinmek isterim. Akademi’de yıllarca asistanlığını yaptığım hala da hep yanımda olan rahmetli hocam, Prof. Muammer Onat, bu tekerleme gündeme gelince çok basma kalıp ve hatta haksız bulurdu böyle söylemese de. “Yahu” derdi “Usta çırak denince aklıma hep bir nalbant ve nalbantın atının ayağını nallayan yamağı gelir”. Gerisini artık siz düşünün, hayal edin… Hoca, bırakın o akıl almaz, sıra dışı ve çok özel hocalığını, kendi adıma çok önemli bir dost ve arkadaştı. Mimarlığı abiler, ablalar, dostlar, arasında öğrendik biz. Kısacası nerede olursanız olun, ne yaparsanız yapın, duruşunuz nasılsa öyle bakıyordunuz dünyaya, her şeye… Okulunuzu da, hocanızı da, dostlarınızı da, mesleğinizi de buluyordunuz, olacağınız kürsünüzü de, öğrenip öğretecek öğrencilerinizi de, yapacak projenizi de, yazacak yazınızı da, ya da gidecek yolunuzu da… Güzer’in konferansındaki sunumu gibi ya da benim bu yazıda yazdığım gibi, kartvizitiniz gibi hatta yürüyüşünüz, konuşmanız gibi, yani kısacası aynen kendiniz gibi…Olumlu ya da olumsuz eleştiri de belki böyle bir şey, ya da böyle bir şey olmalı… Sınırları da, dozu da, volümü de, yine herkesin duruşuna bağlı olacak bir şey, sivri dille yapılanlardan adeta sessizce, fısıltıyla yapılanlara…
Bir paragraf ise Prof. Dr. Ufuk Doğrusöz ile ilgili. Yaşam ne güzel, hatta yakın dostum, sanatçı Seppo’nun (Salminen) iki de bir de sohbetlerimizde söylediği gibi. “Yaşam bir mucize”, gerçekten de. Uzun yıllar önce Akademi’de Muammer Hocamın Atölyesinde 3. Proje’yi yaparken Ufuk Ağabey bizim asistanımızdı. Ondan öğrenirdik, güç alırdık ve ona çok kolay ulaşırdık. Sonra Fransa’ya gitti yıllarca kaldı, çalışmalarını orada sürdürdü. Sonra benim okul bitti, sonra bitirdiğim okulda, Akademi’de, kürsümüzle, öğrenci arkadaşlarımızla birlikte öğrendiğimiz başka bir okul oldu, sonra başka bir şölen başladı. Onun yerine yıllarca hocanın asistanı oldum. Hoca tashihlerde, özel anlarımızda hep Ufuk Ağabey’den söz ederdi. O da yıllarca bizimle olmadan yine bizimle birlikteydi. İşte beni davet ettikleri toplantı sonrası bunları da düşündüm. Geçirdiğimiz yıllar, olduğumuz mekanlar ortadan kalkmıştı. Çember yine tamamlanmıştı. Yine bir masanın etrafındaydık. Yine Ufuk Ağabey ve öğrenci arkadaşlarımız ve orada olmayan ama bizlerle olan hocamızlaydık. Çok öğreticiydi. Orada yeniden Akademi’deydik… Olumlu ya da olumsuz eleştirinin bir tarafındaki sır da şuydu: Öğrenciye sınırsız cesaret vermek ve onlarla koşmaktı, küçük bir kıvılcım da olsa, küçük bir kıvılcım ile başlasa bile… Bu da unutulmaz bir Akademi mirasıydı kimden ne alırsanız alın… Hoca mı öğrenciydi, öğrenci mi hocaydı bilemedim… Yine aynaya bakıp, bir birimizi görür gibi… Ben o yazılarımın okunup değerlendirildiği toplantı bittikten sonra dünyanın bütün yazılarını, hikayelerini, romanlarını oturup yazmak istedim.
Son söz bu makalenin diğer çok önemli kahramanları ile ilgili, sevgili Abdi Güzer de sunumu ile neredeyse masaya yatırıldı ve aramıza katıldı ama. Arslan (ilk ismini hatırlayamadım), Hande, Melike ve Zeynep’e çok teşekkür ederim yazılarıma bu denli değer verdikleri için, tabii onların hocalarına da.
Bu üç link ise, Arkitera’daki yazılarımla ilgili bağlantılardır. Tıklamaların çok ötesinde, birkaç kişi bile okursa, yazısını bulursa, hissederse ne de muhteşem olur…
*Yazıdaki resimlerin kaynakları sözü geçen makalelerde bulunabilir.