Mimarinin Simgesel Anlamı ve Gezi Parkı Direnişi

Gezi Parkı Direnişi, mimarinin simgesel anlamı üzerine düşünmemiz için iyi bir fırsat teşkil ediyor.

Mimarlığın böylesi büyük bir toplumsal eyleme aracılık etmesi; daha çok inşa etme ve form yaratma etkinliği olarak bilinen bu mesleğin, aslında daha çok ‘bir sürece form verme etkinliği’ olduğunu hepimize gösterdi. Artık hepimiz daha iyi biliyoruz ki, AKP iktidarı, yapı üretimi ve rant ekonomisi üzerinden sözde bir bolluk ortamı yaratmak ve şehirleri İslamlaştırma projesini hayata geçirmek için mimarlık mesleğini araç olarak kullanmakta, yaratmak istediği yeni hayat ‘form’unun candamarlarından birini mimarlık oluşturmaktadır.

Gezi Parkı, direnişçiler ve iktidar açısından bir ayna görevi gördü. Bu aynanın, bir taraftan iktidarın geçmişe dönük, ısrarcı yeniden inşa dayatması ile uzlaşmadan yoksun ve otoriter merkezi yönetim anlayışını; diğer taraftan da bu dayatmaya karşı halkın gösterdiği inanılmaz direnişin potansiyel yüklü dünyasını yansıttığını söyleyebiliriz. Bir taraftan militarizm ile mücadele edip, darbe yanlılarını sorgularken ve Kürt halkının yıllardır süren barış talebini çözüme kavuşturma hamlesi yaparken, diğer taraftan askeri yapı grubuna giren eski bir ‘kışla’ binasını, henüz işlevi bile netleşmemiş; -bir gün AVM, başka bir gün otel ya da müze olacağı iddia edilen bir binayı- ne olursa olsun inşa etme ısrarı nasıl bir çelişkidir? Eski Topçu Kışlası’nı yeniden inşa etmenin, simgesel öneminin yanında, nasıl bir rant değeri vardır ki, bütün dünyanın gözü önünde haftalarca süren bir şiddet krizine yol aşmıştır? Erdoğan, Oryantalist bir yapının, Osmanlı mimarisi seçmeciliğinden ibaret olduğunu sanacak kadar mimarlık tarihinden habersizdir. Oryantalist akım, daha çok batılı mimarlar tarafından -önyargılı ve biçimci bir tavırla- doğruluğu tartışılmayan bir ‘doğu mimarisi’ bakışı ile ortaya çıkmıştır ve daha çok Hint, Rus ve Mağrip mimari üsluplarını içerir. Eğer oryantalizm Osmanlı ve Selçuklu mimarisinden ibaret olsaydı, hemen ardından I. Ulusal diye bir akım ortaya çıkmazdı. Oryantalizm, kolonyalizmin mimaride vücut bulmuş şeklidir; hal böyle olunca oryantalist bir yapıyı, Osmanlı mimarisi vs. diye sahiplenmek abesle iştigaldir. Erdoğan, 31 Mart Vak’ası ile özdeşleştirdiği Topçu Kışlası’nın yeniden inşasını, siyasi bir misilleme aracı olarak görmektedir ki benzer bir tavrı Menderes’le özdeşleştirilen Yassı Ada’nın, kongre adası olarak düzenlenmesi projesinde de izlemek hiç de zor değil. Erdoğan’ın bir başarısı varsa, o da namevcut bir yapının, fiziksel varlığından daha güçlü bir şekilde hafızalara kazınmasını sağlamak olmuştur. Topçu Kışlası, eskisinden daha güçlü bir şekilde vardır ancak yapımına karşı halkın gösterdiği direnişin ve Erdoğan güdümündeki polisin kullandığı akıl almaz şiddetin sembolü olarak…Gezi Parkı direnişçileri, bir zamanlar askerlere ev sahipliği yapan bu alanın, bugünkü gerçek sahibinin halk olduğunu ve zamanın top tüfek devri değil, akıl, insaniyet ve dayanışma zamanı olduğunu bütün dünyaya göstermiştir.

Direniş sırasında, Taksim Meydanı’nın içi dışına çıktı, hem de bütün organlarıyla…Tüm tepkilere rağmen başlatılan yayalaştırma projesi kapsamında kurulan inşaat konteynerlerı işgal edildi ve müteahhit firmanın bütün evrakı yerlere saçıldı. Arkasında neler olup bittiğini gizleyen inşaat perdelerinin ortadan kaldırılmasının ardından, göremediğimiz kazı alanları açığa çıktı; inşaat malzemelerinin üzerinden atlayarak meydana ulaştık. Merkezi iktidarın müteahhitlerle işbirliği içinde inşa ettiği tahakküm duvarları yerle bir edildi. İnşaatı sürüyor sandığımız, yılan hikayesine dönen Atatürk Kültür Merkezi tadilatının, neredeyse hiç başlamadığı görüldü. İnşaatın böylesine ağır ilerlemesinin ardındaki sebebin, Erdoğan tarafından yıkılması yönündeki ısrar olduğu açığa çıktı, hem de hakkında koruma kararı olmasına rağmen!

Gezi Parkı’ndaki ağaçların sökülüp başka yerlere dikileceği iddia edildi…O ağaçlar yerinden sökülmedi, inşaat araçları hunharca, ağaçların altındaki toprağı kazıp, ağaçları kökleriyle birlikte odun görevi görmek üzere yerlere devirdi. Sözkonusu ağaçların yerlerinden edilmesi, bu topraklara kök salmış ve bir zamanlar barış içinde yaşayan tüm halkların yerlerinden edilmesi ile paralellik taşımıyor mu? Önce türlü politik oyunlarla altını kazarak zemin oluşturmak ve sonra da yerinden etmek! Bu anlamda Gezi Parkı, İstanbul gibi çok kültürlü bir şehirde, insanlar arasındaki sınıf, cinsiyet, etnik köken gibi farklılıkların, kapanıp ayrışmaya değil; temas ve barış halinde olabilme ihtimaline mekân olmuştur. Gezi Parkı İstanbul halkı için, müşterek alanları sahiplenmek, kolektif olarak sesini duyurmak ve farklılıkları bir avantaja dönüştürerek taze bir direnme kültürü oluşturmak açısından bir ‘eşik’ mekânıdır. İstanbullular evlerinden meydanlara, başka bir deyişle özel alandan kamusal alana doğru bir adım atarak, bu eşiği geçmişlerdir.

Gezi Parkı, kaotik bir şekilde büyüyen şehrin içinde kendine bir dayanak noktası arayan kentlilere, insanlığı ve dayanışmayı hatırlatan bir ‘nezaket’ noktası olarak tarihe geçecektir. Konuştuğum direnişçiler arasında kendisini çok iyi hissettiğini, depresyonundan eser kalmadığını ya da gidecek gerçek bir evi olmadığı için Gezi Parkı’nda uyuduğunu söyleyen pek çok kişi vardı…Şehrin farklı bölgelerindeki irili ufaklı gruplar bir araya gelip, çadırlar kurarak, Gezi Parkı’nda nöbet tuttu ve kendilerini evlerinde gibi hissettikleri kolektif bir mekân yarattı. Günümüzde genellikle göçebe gruplarla özdeşleştirilen ‘çadır’ imgesi önemlidir, zira mimarlık tarihindeki en basit ‘ev’ konstrüksüyonu olması sebebiyle ‘yuvaya dönüş’ fikrini anımsatır. Bir göçmenler şehri olan İstanbul’da, farklı kimliklere sahip ve belki de kendi hanesinde türlü sıkıntısı olan pek çok kişi burada, el ele vererek, kendi benliklerini yeniden tanımlama ve şehirlerini biçimlendirme yoluna girdi. İçinde çadırları, marketi, yiyecek ve içecek servis alanları, kütüphanesi, reviri, konuşma kürsüsü, voleybol alanı, dans, konser, film gösterim alanları vb., bir mahallede olması gereken neredeyse her şey, Gezi Parkı’nda kendiliğinden vücut buldu. Branda, ip, ahşap kasa ya da palet gibi gelip geçici malzeme ya da duvar, döşeme elemanı gibi inşaat malzemeleriyle kurulan bu strüktürler, yerleşik yapı ve mekânsallık fikrinin sorgulanması ve mimari strüktür gerçekliğinin hafife alınması açısından önemliydi. Bu yeni düzenin en güzel taraflarından biri de, paranın bir mübadele birimi olarak geçerli olmayışıydı. Gezi Parkı bütün anlamlarıyla, kentlilerin kamusal bir alanı kendi diledikleri gibi düzenledikleri, melez bir ‘oyun’ alanıdır ve sitüasyonistlerin ucu açık, yaratıcı eylemlerini anımsatır.

Ele avuca sığmayan yığınla insanın Taksim Meydanı’nda ve Gezi Parkı’nda oluşturduğu teatrallik, kendi sınırlarını ve savunma potansiyelini keşfeden kentlinin, her gün bedensel bir ritüeli gerçekleştirir gibi aynı amaçla bir araya gelmesini sağlamıştır; şehir içinde sürekli hareket halinde olan insan bedeni, Gezi Parkı’nda ikamet ederek yerleşmiştir. Onları bir araya getiren, büyüğün küçüğün içinden çıktığı düşüncesidir. Gaston Bachelard’ın da belirttiği gibi, küçük olan, her ne kadar kapısı darsa da, önümüzde bir dünya açar. Bir şeyin ayrıntısı, yeni bir dünyanın, bütün öteki dünyalar gibi, büyüklüğün öz niteliklerini taşıyan bir dünyanın göstergesi olabilir; mega bir şehrin ortasındaki birkaç ağacın kesilmesi gibi küçük bir ayrıntı, Türkiye çapındaki bir eylemin çıkış noktası olabilir. Halkın, Topçu Kışlası gibi anıtsal bir yapıyı değil, bir parkı ve içindeki ağaçları kendine referans noktası olarak alması, ‘mahal’ olana ve sivilleşmeye duyulan özlemin ifadesidir. Gezi Parkı Direnişi bize hatırlatmıştır ki, hafıza alanları sadece anıtsal mimari yapılarla (savaş anıtı, tapınak, müze vb.) sınırlı değildir. Bir sokak, park, küçücük bir dükkan, bir pastane ya da sinema gibi ‘mahal’ mekânlar, biz sıradan kentliler için anıtsal mekandan çok daha güçlü hafıza alanlarıdır. Bu açıdan bakıldığında yakın zamanda yok edilen Emek Sineması ve İnci Pastanesi’nin kaybı, İstanbulluların belleğinde önemli bir kayıptır. Gezi Parkı kaybedilenler sınıfına yazılmamış ancak ‘mahal’ bir hafıza alanı olarak belleklerimize kazınmıştır.

Günümüzde şehir merkezlerinin ortasına kurulan dev alışveriş merkezleri (AVM) ve mega projeler kentsel arzunun nesnesini tanımlamaktadırlar. Gezi eyleminin faydalı sonuçlarından biri de tüketim kültürü ve AVM’leri tartışmaya açmış olmasıdır. AVM’ler, bireyin farkında olmadan, sistem ve iktidarlar tarafından kontrol altında tutulduğu ve hareketlerinin önceden belirlendiği mekânlardır; insanın içerisinde adeta kendini kaybettiği, istemsiz bir şekilde para harcadığı, bütün gününü geçirebildiği mekânlar olarak tasarlanırlar. Güvenlik kameraları, barkodlar, elektronik etiketler, aydınlatma ve yönlendirme tasarımları, süsleme elemanları, renkler hep bu amaca hizmet eder. İçki içmeyen ve bol bol üreyen bir insan türü yaratmak isteyen Başbakanın, Taksim’i bir eğlence ve kültür merkezi olmaktan çıkarıp, bir tüketim merkezi yapma ve bu uğurda dilediği her ağacı kestirme girişimi, Gezi Parkı Direnişi sayesinde geri püskürtülmüştür. Bu direniş sayesinde, İstanbul’un geçirdiği kentsel dönüşüm süreçleri ve yerlerinden edilen insanlar, özelleştirilip satılan kamu yapıları, köprü ihaleleri vb. projeler yeniden gündeme gelmiş, akabinde oluşan bilinç diğer kentlere de yansımıştır.

Direniş, insanları ‘şok’a maruz bırakmış, dikkatini dağıtmış ve günlük hayatı neredeyse durdurmuştur. İnsanüstü bir hızda yaşayan İstanbul halkı, direniş sayesinde her ne kadar sokaklara taşıp, sürekli hareket etmişse de günlük rutinini değiştirerek, aslında yavaşlamış, insani bir yaşam hızına dönmüş; çevresinde olup bitenle ilgilenme ve diğer insanlarla temas kurma fırsatı yakalamıştır. Bu yavaşlama durumu, ‘unutma’ hastalığı için birebir çaredir. ‘Duran adam’ eylemi bu açıdan da önemlidir zira moderniteye özgü unutkanlığın en önemli sebeplerinde biri, aşırı hızdır.

Gezi Parkı Direnişi, günümüzün arsız ve yayılmacı ‘inşa etme’ fikrinin anlamsızlığına karşı verilmiş ‘anti-inşacı’ bir tepkidir. Direniş, kent sosyologları, tarihçiler, mimarlar, kent bilimcileri, sanatçılar vb. için yeni bir araştırma ve ilham konusudur. Gezi Parkı, sadece kent hakkı ve kentsel müştereklerin savunulması için bir ‘çekişme’ mekanı değil; birbirini anlama, yaklaşma, sevme, şefkat ve nezaket gösterme ihtiyacının gün ışığına çıktığı bir ‘barış’ mekânıdır; iktidarın direnişçilere reva gördüğü aşırı şiddete ve bugün hala polisler tarafından işgal edilmesine rağmen hafızalarımızda öyle kalacaktır. 

Fotoğraf: Pınar Öğrenci

Etiketler

Bir yanıt yazın