Nicedir en yaşamsal toplumsal konularımızı ve sorunlarımızı hep bir hesaplaşma, kol güreşi ve taraf tutma şeklinde ele alır olduk.
Belki bu bir yönüyle tüm dünyada yaşanan bir sorun olmaya başladı. Teknolojinin gelişme hızının artmasıyla birlikte yapılabilirliğin de kolaylaşması, siyasetin bazı açılardan daha kendi başına buyruk davranabilmesine yol açtı. Buna karşın siyasal gerilimlerle birlikte çevre sorunlarının ve toplumsal bilincin de aynı hızla artması, kaçınılmaz olarak yaklaşım ve çıkar çatışmalarını körükledi.
Bu konuda da en büyük pay mimarlığa düştü gibi. Hem büyük ve küçük ölçekli yaşam ortamlarımızı belirlemesi hem de insanlık tarihi boyunca siyasetle ayrılmaz bir ikili haline gelmiş olması, onu ister istemez hedef tahtasına oturttu. Bazen Amerika gibi özgürlüklerle anılan bir ülkede Meksika sınırı boyunca eski çağları andıran “savunma” duvarı, bazen gelişmiş ülkelerde ikonik kültür yapıları, bazen yangın tuzağı kuleler, bazen son derece sofistike sosyal konutlar ve bazen de dünyanın en nadir doğa harikalarından Boğaz’a paralel planlanan bir kanal olarak, hiç gündemimizden düşmeyen bir kavram oldu.
Konumu, işlevi, maddi boyutu, çevresel etkileri, mekânsal uzantıları ve ileriye dönük yapısal mirasıyla her bir büyük projenin tartışılması kaçınılmazdır ve özünde sağlıklıdır. Özellikle de medyası, sendikaları, eğitim ve siyası kurumlarıyla toplumsal tartışma kültürü gelişmemiş olan toplumlarda bu süreçlerin daha da sert geçmesi, aynı şekilde kaçınılmazdır. Tartışma ve uzlaşma kültürüne sahip toplumlarda projelerin oluşma süreçleri daha sancılı ve uzunken, ortaya çıkan eser daha sağlıklı ve “olgun” bir ürün oluyor. Bu kültürü barındırmaya toplumlarda ise ürün daha hızlı ve “ham” bir şekilde ortaya çıkarken, beraberinde getirdiği çözümlenmemiş etkileri ise yeni tartışmalara zemin hazırlıyor.
Bu nedenle, nasıl ki bundan önceki köprü projelerine de karşı çıkıldıysa, şimdi de Kanal İstanbul projesine karşı çıkılıyor yaklaşımı sığ kalabiliyor. Bir projeye salt a veya b tarafında yer alma nedeniyle karşı çıkmak ile somut nedenlerle karşı çıkmak arasında büyük fark var. Mevut ilk iki köprü, yeterince etraflı planlanmadıkları ve kentsel gelişme önlemleri alınmadığı için, hem daha yoğun ve sıkışık trafiğe hem de köprü çevresinde ve orman içindeki devam yollarında düzensiz ve sağlıksız yapılaşmaya neden oldu. Üçüncü köprüye ve yeni havalimanına da, kalan son yeşil alanlarda yer almaları ve yeni yapılaşma ile trafik oluşturmaları nedeniyle karşı çıkıldı. Güzergâh boyunca el altından satın alınan araziler yapılaşmaya hazır bekliyor. İnternete girerseniz, ayakkabı kutusu benzeri çirkin apartman projelerinin köprü ve havalimanına yakın olmaları sebebiyle nasıl pazarlandığını görebilirsiniz.
Oysa bu bölgeler sadece elimizde kalan son ormanlık değil, aynı zamanda son sulak alanlarımız da. Küresel ısınmaya bağlı kuraklığa karşı en büyük ve paha biçilmez “son” servetimiz. Üçüncü köprü her iki yakadaki orman alanları enine geçerken ve üçüncü havalimanı da tam ortasında yer alırken, şimdi de Boğaz’a paralel planlanan kanal da resimdeki ıslak alanları dikey yönde kesiyor. Planlanan sadece kanal değil, kanal boyunca yoğun bir yapılaşma ve yedi adet köprü de. Bunun sonucunda da sadece son doğal yaşam alanlarımız elden gitmeyecek, üstüne bir de betonlaşma ve yeni nüfus ile trafik eklenecek. Hem de sıkışık ve zor nefes alan bir mega kentte.
Zamanında İsviçre’de ÇED ekspertizleri hazırlamış bir uzman olarak, böylesi projelerin en hassas noktalarının olası felaket senaryoları olduğunu belirtmeliyim. Bu felaket senaryolar da çoğunlukla raporun en kalın bölümünü oluştururlar, yaşamsal önem taşırlar. Boğaz’ın dörtte birinden daha ince ve sığ olan bir kanalda olası tanker kazaları, depremde kanalın çatlayıp tuzlu suyun yer altına sızması, artan kuraklıkla birlikte ana barajların kente besleyememesi gibi bir sürü alt başlıklar akla ilk gelenler. Her şeyden önce de Karadeniz ile Marmara arasında muazzam bir denge oluşturarak akan Boğaz suyunun debisindeki olası değişime bağlı çevresel riskler.
Ancak bundan da öte, zaten çocuklarımıza ve torunlarımıza mevcuduyla bile son derece “ağır” bir beton miras bırakırken, neden gelişen teknoloji ile birlikte sulak alanlarda ekolojik çiftliklerle sürdürebilir tarımsal alanlar oluşturma imkânını ellerinden alıyoruz? Bilim ve teknoloji o kadar hızlı gelişiyor ki günümüzde, klasik hantal yöntemlerle aceleyle bir gün erken yerine, modern çevreci sürdürebilir bina teknoloji ve projeleriyle düşünerek bir gün geç harekete geçmek, çok daha akıllıca ve de kazançlı.
Bundan sadece altı yıl önce “Cepheler ve Kentler: Radikal Değişim” adlı yazımda büyük yazıcılarla betonu dökerek bina inşa etme teknolojisinden bahsettiğimde, çoğu kişi hayal görmekten bahsediyordu. Oysa yazıcılarla inşa teknolojisi sadece son sürat hızla gelişmiyor, elektrik üreten fotovoltaik çatılar ve camlarla enerji açısından bağımsız, özerk topluluklar oluşturmanın yolu da açılıyor. Aynı üretim şekli otomobiller için de geçerli olduğunda, tüm markaların işlevleri devrimsel değişikliklere uğrayacaktır. Evden çalışma seçeneği, ofis ve trafik oluşumlarını temelden etkileyecektir. Günümüz klasik iş kolları ve tesislerinin çoğu belki de artık gerekli olmayacaktır. Konut ve ofis binalarının bazılarında ise artık sadece ana taşıyıcı iskeletin, asansör ile merdiven çekirdeğinin ve mutfak ile banyo gibi ıslak hacimlerin yeri belirlenirken, iç mekân tasarımı esnek duvar sistemleriyle tümüyle kullanıcının isteğine göre oluşturuluyor.
Böylesi hızla gelişen bir bilim ve teknoloji söz konusuyken, neredeyse tüm kıtayı kapsayan dev yangınlar, tarihi şehirleri su altında bırakan seller ve birçok öngörülmez felaket ile değişimler gezegenimizi gittikçe daha çok tehdit ederken, elimizde kalan son doğal yaşam alanlarını demode hantal beton yapılaşmaya feda etmeyi, hangi mantık ve akılla açıklamak mümkün?
En büyük yanlışta, yeşil çatılar ve yeşil alanlar inşa ederek, ekolojik dengenin sağlandığını varsaymaktır. Oysa bunlar sadece sıkışık yapılaşmalarda mikroklimayı biraz olsun yumuşatan önlemlerdir. Kuşkusuz önemlilerdir de, ancak hiçbir şekilde yok edilen doğal yaşam alanlarının yerini tutmazlar. Noktasal merhemdirler sadece.
Tüm bu büyük resmin karşısında da, mimarlığın sunduğu olanaklar ile klasik merkeziyetçi ve toplumun sadece bir kısmına yönelik siyaset anlayışının birbiriyle uyuşmadığı görülmektedir. Olduğu gibi devam etmek de tabii ki bir seçenektir, ancak bu yol boyunca bizi bekleyen özellikle de çevresel sorunlar, toplumsal uzlaşmaya varma yönelik çaba ve çalışmaların getireceği zorluklardan çok daha çetin ve acı olacaktır.
80’li yılların sonunda çevre konusundaki en bilinçli ve de öncü ülkeler İsviçre, İsveç ve Almanya olmuştur. Gelişmişlik derecelerinin bunda önemli bir payı vardır ve bu gelişme için ödedikleri geri dönülmez çevresel bedeller de. O zamanlar çoğunlukla “börtü böcekçi felaket tellalları” olarak görülüyorlardı, ancak tüm öngörülerinde haklı çıktılar. Diğer öngörüleri de, kuraklık ve kıtlıkla birlikte bugüne kadar yaşanmamış acımasızlıktaki su savaşlarının bizleri beklediğidir. Avustralya’nın baş edemediği orman yangınları sonucu oluşan kıtlık ve susuzluğa karşı öngördüğü korkunç deve ve at katliamı da, bunun öncüsü gibi.
Tüm bunların ışığında, halen sığ bir proje karşıtlığından bahsedilebilir mi?