Mimarlığın Önündeki Perde: Perde’nin Devrimi Üzerine

Ne şans… Bu örtüyü geçenlerde Hämeentie Caddesi’nde karşı kaldırımda yürürken fark ettim. Aynı sıradaki bizim eve çok yakındı. Sadece 100-150 metre uzaktaydı. Arkası çelik konstrüksiyonlu bu enstalasyonun çeşitli katlarında cepheyi yenileyen işçiler çalışıyordu. Evden çıktıktan sonra her zaman altından geçtiğim, gidip geldiğim kaldırımdan değil de nedense bu defa sokağın diğer tarafından yürümüştüm. Altından geçerken sanki rutin bir süreç olarak gördüğüm bu cephe yenilemesini, yola dönük olarak kapatılmasını, kaplama için seçilen malzemesini ve oradaki konstrüksiyonu bu defa bambaşka bir haliyle, bambaşka bir açıdan gördüm. Tam karşısına varınca da durdum. Birkaç fotoğraf çektim, düşünmeye başladım.

Tabii ki aklıma efsanevi sanatçılar Christo ve Jeanne-Claude geldi. Geçtiğimiz aylarda yine gündemdelerdi. Binaları sarıp sarmalayan ve “land art” adına doğada ve kentlerde ne işler yapmış bu efsane ikiliyi hatırladım. Sonra cephenin birden nefes aldığını hissettim. Örtü hareket ediyordu ve rüzgar bir yolunu bulup deliklerinden içeri giriyordu. İrili ufaklı açıklıklar muhtemelen hava, hatta ışık almak için orada çalışanlar tarafından kesilmiş ve yırtılmış olmalıydı. Örtünün düşey elemanlarından ikisi sanki özenle sağa sola çekilmiş ve spontane bir şekilde dengeli, biraz da abartılı biçimde; ince uzun dörtgen şeklindeki düşey açıklıklar, pencereye benzer boşluklar ya da soyutlamalar oluşturulmuştu. Bu farklı şekiller arasındaki kompozisyonun dengesi, kontrastlığı göze oldukça hoş geliyordu. Hatta oldukça sanatsaldı, bu yeni cephe oluşumunun sakin ama oldukça dinamik bir hali vardı. Düşündürüyordu…

Bir süre sonra yine evden çıkarken örtü tekrar aklıma geldi. Merak ettim. Araba ve tramvay yollarını kesen şeritli yaya yolundan karşı tarafa geçtim. Bizim mahallenin deniz tarafına yine o kaldırımdan gittim. Örtüyü yeniden gördüm. Sihir yok olmuştu! Her şey sanki donmuştu! Bu da bir tarzdı ama beni heyecanlandıran hali kalmamıştı. Sıradan bir örtüye dönüşmüştü. Hemen hemen tüm delikler ve poligonik şekiller muhtemelen soğuk hava nedeniyle kapatılmıştı. Bu arada inşaatın arkasında tarihi binanın restorasyonu devam ediyordu.

Gerçek cephe, polipropilen yüzeyi ile kaplı geçici enstalasyonun arkasındaydı. Bu örtü geçiciydi, ama bir anlamda da değildi. Aylarca gözümüzün önündeydi. Altından geçip duruyorduk. Ayrıca bu arkadaki binanın yıllar sonra sonra yıkılması da söz konusu olabilirdi ve uzun bir zaman dilimi içinde onun da geçici bir bina olabileceği varsayılabilirdi. Her şey geçiciydi; yaşananlar, yaşayanlar, gördüklerimiz, her gün, her anı ile değişen doğa ve günlük yaşamlar, vesaire…

Yürüyüşüme devam etmeden önce, yine o eski iki düşey açıklık ve açıklıkların sanki iki tarafından çekildiği aklıma geldi. Bu enstalasyon aslında dev bir tiyatro perdesi gibiydi. Sonra yaya yolunun yanındaki ana kapıdan binaya giren bazı insanları fark ettim. O insanlar hala arkadaki binanın dairelerinde yaşıyorlardı. Tiyatronun perde arkasındaki kulisindeymiş gibi onlar da perdenin gerisindeydi. Hämeentie’de roller değişmişti. İlk gördüğüm haliyle özenle gerilmiş bir perdeydi ve meçhul bir sanatçının ya da sanatçıların bir işiydi. Onun açtığı yoldan gitmeliydi. Perde hem çok gerçekti hem de ucu açık bir hayal ürünüydü.

Bizim mahallenin o tarafı sanki birdenbire karşımdakinin farklı versiyonları, yan yana sıralanmış perdelerle dolmaya başladı. Hatta arkamdaki binaların önlerine yine bu karşımdaki perdenin farklı versiyonları geliyordu. Çelik konstrüksiyonların takılma sökülme sesleri her yeri kapladı. Aniden umulmadık bir inşa hali başladı. Mahalleden geçen yol, bir perdeler dünyasına dönüşmüştü. Kimi apartmanlar baştan aşağı perdeleri yarım açıyor, kimi tümden kapatıyor, kimi perdeleri delik deşik hale getiriyor ve rüzgar ile ışığı davet ediyor, kimi de jaluziler gibi farklı yüksekliklerde, tümden ya da parça parça aşağıdan yukarıya çekiliyordu. Çok az da olsa, evlerdeki iki yandan bağlanan klasik perdelerin dev versiyonları gibi yapılmış olanlar bile vardı. Ama perdelerin arkalarındaki cepheler ya bir kısmıyla görünüyor ya da tümden hiç görünmüyordu. Bizim mahalledeki bu hikayeyi duyan Helsinki’deki diğer mahallelerin binaları da kulaktan kulağa bu oyuna katılmış, neredeyse her yer bu tür perdelerle kaplanmıştı bile.

Koca başkent perdeler kentine dönüşmüştü. Mimarlık bazen ucundan kendisini gösteriyordu. Ama perdeler gerçek mimarlığın yerini almıştı, yüzünü kapamıştı. Bazen de mimarlık bir açılıyor bir kapanıyordu. Nefesi kesiliyor, sonra derin bir nefes alıp sanki yeni nefesine dek bekliyordu. Perdeler kent tasarımının bilinen parametrelerini değiştirmişti. Mimarlığın genellikle o sert ifadeli matematiksel cepheleri yerini çok daha yumuşak, uçarı günlük yaşamdan perdelere, insanı gülümseten hallere bırakmış gibiydi. Perdeler gölgelerle bir başka olmuştu. Rüzgarla özgürce sağa sola savrulup duruyorlardı. Rüzgara eşlik eden sesleri de günlük yaşamın seslerine karışıyordu. İsteyen her nasılsa gece gündüz önlerindeki apartmanın perdesini otomatik mekanizmalarla ya da kendi ortak kararlarına uygun şekilde açıp kapatabiliyordu. Perde konstrüksiyonları da kısa sürede kolay inşa edilebilen prefabrik çelik borulardan ya da istenirse standart özel ahşap dikmelerden yapılabiliyordu. Perdelerin mahallelere ve ortak kararlara göre renkleri de farklılaşabiliyordu. Birbiriyle uyumlu kontrast renklerin yan yana gelişleri ile kentin atmosferi de baştan aşağı değişmişti. Bütün bunlar insanların çok hoşlarına gitmiş, kentlerindeki perdeli yaşamı sevmişlerdi. Apartman yönetim kurullarında, kent parlamentosunda hatta Fin Parlamentosunda genellikle hep konuşulan konular bu perde hikayesinin getirdikleri ya da getirecekleri ile ilgiliydi. Mimarlıkla ilgili olan herkes için de bu perde işi çok şaşırtıcıydı. Kent yeniden kuruluyordu. Kentin her köşesi tiyatro sahnesine dönüşmüştü. Şaka gibiydi.

İş çığırından çıktı, perdeler bütün ülkeye yayıldı. Kent meclislerinde Fin Parlamentosu’nun da desteklediği kararlar alındı. Buna göre her apartmanın önüne (özel durumlarda arkasına ya da yanına) perde gerilmesi, hatta istenirse tek konutlar ve konutlar dışındaki binaların da perde rüzgarına katılımları ister istemez onaylandı, kabul edildi. Hatta dar gelirli sakinlerin yaşadığı binalarda perde yapacaklara bir miktar ödeme yapılacağı da kararlara ekleniyordu. Perdenin şekil ve niteliklerinin, oturanların ortak kararıyla belirlenmesi ve kolay inşa edilebilir olması şerh düşüldü. Bir şerh de perdede kullanılan malzeme ile ilgiliydi. Plastik elyaflı değil, yüzeylerinde suya karşı koyacak kaplamaların ve esasının da doğal malzemeden yapılmasıydı. Zaten bütün bunlar, perde hikayesi başkentte yayılmaya başlarken alınan kararlardı ve gerekli her türlü danışmanlık da belediyelerden ücretsiz olarak alınabiliyordu. Bu arada kış geldi, soğuklar kapıdaydı. Karla, buzla kentin her bir apartmanı, her bir evi ya da farklı karakterdeki binaları, parlamento binası bile bu perdelerle soğuğa karşı sanki yeni elbiselerini giyecek ve her yer bir perdeler dünyasına dönüşecekti. Ya yaz gelince bu perdeler gölgelerle, ışıkla kim bilir ne hale gelirdi, kenti güneşten nasıl korurdu? Neredeyse batmayan günlere nasıl tempo tutardı?

Gazetelerin, televizyonların tanımlamadığı gibi bu “perde devrimi” daha da enteresan hale geliyordu. Burunlarının önüne yapılan perdeler, özellikle gençler ve çocukları çok etkilemiş; oturanlar, perdelerin arkasındaki konstrüksiyonlara çıkmaya ve perdelerle birlikte oyun oynar gibi yaşamaya başlamışlardı bile. Hatta aradaki üst kademelere merdivenlerle çıkarak, pencerelerinden atlayarak oradaki güvenli yapılmış dar yolları, açık koridorları kullanamaya başladılar. Işıklandırmalar, lambalar da gelince gece vakti insanlar kendi perdeleri arkasında yürümeye, dolaşmaya, komşudan komşuya gitmeye başladı. Hatta bu bağlantılarla köşe başlarında yolun diğer tarafına köprülerle atlama izni de alınınca iş daha da büyüdü. Genç nesil ve küçükler bu işi çok sevdi. Herkes kentin bir ucundan bir ucuna – isterlerse okullarına, arkadaşlarına, işlerine – perdenin arasında kalan bu güçlendirilmiş ve güvenli hale getirilmiş tahta patikalardan gidebiliyordu. Bazı dar sokaklarda bağlantıları sağlayan köprüler aracılığı ile sokakların üzerinden birkaç karşıya geçiş olunca diğer yerler de onları takip etti. Kent otoriteleri de istekleri kabul etmek zorunda kaldı. Bazı perdeler bir taraftan diğer tarafa savruluyor, bazıları da yolların üzerini bizim pazarlarda olduğu gibi kaplıyor, yukarılardan gölgelikler oluşturuyordu. Perdeler sanki özgürlüğün sembolü haline gelmiş sınırları zorluyordu.

Kentte hiç beklenmeyen bir başka “network” oluşmaya başlamıştı. Yukarılarda hatta bazen perdeler çatılara da sıçramış, çatılardan diğerlerine geçişlerle ve farklı farklı açıklıklarla yan yana gelmiş, çoğunlukla işçilerin çalıştığı apartman yüzeyleri ile perdelerin arkasındaki geliş gidişlerle gece ve gündüz gelişen hayatlarla bambaşka bir yaşam ortaya çıkmıştı. Kısa bir süre içinde bütün kent perdeler arkasından insanların istediği yerlere gidip gelmelerine uygun bir şekilde adım adım tasarlanıyor ve inşa ediliyordu. Herkes ev dışındaki zamanlarını ayak üstü portatif çay, kahve ve sandviç satan yerlere de uğrayarak ya da bazı köşelerdeki samimi oturmalarda birileriyle buluşarak ya da kitap okuyup işlerini bilgisayarlarında takip ederek buralarda harcamaya başladı. Bizim mahalle Hämeentie’deki bir perde yüzünden olay nerelere gelmişti.

Sonra her şey durdu. Hayal yeniden gerçeğe dönüştü. Bizim mahalle yerli yerindeydi. Hiçbir şey değişmemişti. Bütün bunlara sebep olan perde ise ilk hali ile yine önümdeydi. Ama sanki kentin bu noktasında mükemmellik ve kusurluluk arasında tatlı bir savaş başlamıştı. Perde yaşamın içinden bir tasarımdı. Hatta salaş ve bazı yerlerinde kusurlu bile denilebilirdi. Oldukça artistik sayılabilirdi ama öteki çeşit bir mimarinin sıradan bir temsilcisi sayılabilirdi. Bunun gibi kentlerde, hatta farklı farklı ülkelerde kim bilir kaç tanesi kentlerimizi süslüyordu? Daha birçok ileri, sanatsal örnekleri de bulunabilirdi; masaya yatırılabilirdi, incelenebilirdi, bize kapılar açabilirdi. Ama günlük hayatın bir anından ya da kaç ay orada kalacak ise, tasarımıyla karakterini, üslubunu tüm hatalarıyla gösteriyordu. Kendi kuralları içinde çok güzeldi, Bütün eklentileri ile, bütün yanlış ve doğruları ile…

Biraz üzüldüğüm şey ise oradaki binanın eski halinin fotoğraflarını, eskimesinin güzelliğini çekemememdir. Belki restorasyonu yapan firmadan araştırıp alabilirim diye düşünsem de gerçekten o eskimiş hali çok anlamlıydı. Eskinin atmosferi ve yapının eskimesi nasıl yeniden burada inşa edilebilirdi ve yeni restorasyonu nasıl yapılabilirdi, bu havası nasıl korunabilirdi? Hatırlıyorum da aylar öncesi bu enstalasyon yokken, yanındaki kaldırımdan geçerken yukarıdaki detaylara baktığımda oldukça düşündürmüştü. Ama nasıl olacak ise olacak, restorasyon tamamlandığında bir tiyatro sahnesinde olduğu gibi perde açılacaktı. Başka bir oyun, başka bir yaşam başlayacak ve gerçek mimari muhtemelen az ya da çok yepyeni makyajıyla, yine cilalı ve mükemmel olarak sahneye çıkacaktı. O yaşlanmanın, eskimenin enerjisi yok olup gidecekti. Bu eskime ile yenileme arasındaki transformasyon nasıl olmalıydı? Her yerde olduğu gibi mimarların çoğu için proje yapmak kaçınılmazdı, bütün pırıltılı ve hatasız halleri ile “şov devam etmeli”ydi!

Tabii ki kendime tekrar ve tekrar sordum! Neden çoğunlukla eskiyi de yenilesek ya da sıfırdan da bir arsada, bir yerde projelere başlasak kusursuz, hatasız, pırıl pırıl, mükemmel projeler, evler, daireler, mobilyalar yapmaya çalışıyorduk? Neden etrafımızı saran tasarım denilen bu hikayede çoğumuz çoğunlukla hep ama hep, eğitimizle, uygulamalarımızla, dergilerimizle, web sitelerimizle hatasızlık gezegeninde dolaşıp duruyorduk? Ama bu cephe, buradaki anlayış, buradaki sıradan gibi görünen, anlık bir perde tam tersini söylüyordu, başka bir şeyler kulağımıza fısıldıyordu. Ayrıca burada gördüğümüz de hatalarına karşın hatta yanlışlıklarına karşın başka bir şekilde mükemmeldi, yaşam gibi, yaşamak gibi, yanlışıyla, doğrusuyla. O zaman her zaman bizlere öğütlenen “mükemmeliyet” neydi? Keşke bunlar mimarlığımızın, mimarlık eğitimimizin tam göbeğine olsaydı, olabilseydi! Çoğunlukla tasarladığımız farklı ölçekteki projeleri ile binaları ile, notlamaları ile mükemmeliyete bağlı olan mimarlığımız, hatasızlığa bağlı olan ve çoğu şeyi buna göre değerlendiren mimarlığımız, yanlışlıkları da hataları da onların güzelliklerini de doğallıklarını da içine, tam kalbine alabilseydi! Pırıl pırıl ışıltılı cennetler vadetmeden küçük adımlarla daha iyi bir dünya ve yaşamın içinden bir tasarım ve onun eğitimi için…

Hayal bu ya, perdenin mesajı önemliydi. Onunla diyalog yazıyı bu hale getirdi, adeta hikayeyi bir ucundan çekti götürdü. Bu yazıdaki ana aktör perde, mimarlığı temsil eden binanın tam önünü kapatıyordu; arkasında kalan mimarlık ise bazen gözüküyordu. Ama öndeki de arkadaki de aslında başka başka mimarlıklardı, başka başka mimarlıkların sembolüydü. Sonunda perde, kentte bir devrime bile neden oldu. Bizim mahallede kılıktan kılığa giren “perde”mi bulmuştum…

 


*Bu yazı Livenarch VII deki Other Architect/ure(s) konferansındaki “Beyond Perfection The Architecture of the Other” başlıklı “Keynote” konuşmamın ilk bölümünden yola çıkarak oldukça genişledi ve kendi yolunu buldu. Karadeniz Teknik Üniversitesi’ ne 29.09.2021 tarihli davetleri için çok teşekkürler. Bu yazı orada dinleyenler ve sunuma yardımcı olan, soru soran genç arkadaşlar, genç meslektaşlar için.

Etiketler

Bir yanıt yazın