Mimarlık Gibi, Değil Gibi [10]: Evrenlerarası Ölçek (Mikrokozmos / Makrokozmos)

Bugün bahçe kapımın önündeki beton parke blokların arasından çıkan yeşilliklere bakıyordum. Kendi içinde bir ekosistem gibi. Yakından bakınca mikro ölçekte ağaçlara benzeyen filizler, çevresinde geniş ve ferah tepeleri andıran yeşillikler. Minik çakıllar ve kumlar, yaklaşınca birer kaya gibi duruyor; etrafında dolanan böcekler de bu mikrokozmosun sakinleri. Beton parke bloklarının hemen altında aslında stabilize yol malzemesi ve sıkıştırılmış toprak var. Yani, aslında bu yüzey, üzeri basitçe kapatılmış toprak. Biraz yağmur yağınca, arada yol bulabildiği her noktadan canlılık fışkırmaya devam ediyor.

Beton parke döşemenin arasını kendine yaşam alanı olarak seçen canlı topluluğu.

Bu küçük ama kendi içinde güzel bir uyum içinde yaşayan topluluk, bana 2014’te İzmir Yüksek Teknoloji Enstitüsü’nde çalıştığım dönemde Jenny Hoca (Virginia Couch) ile beraber girdiğimiz mimari proje stüdyosunda, proje öncesi çalışmaları kapsamında ziyaret ettiğimiz İYTE Malzeme Araştırma Merkezi’nde bulunan elektron mikroskobunu ve orada elde ettiğimiz görselleri anımsattı. Sonbahar aylarında öğrenciler ile çevreden topladığımız kuru bitkileri elektron mikroskobu ile yakınlaştırarak, yüzeylerinin dokularını ve mikro ölçekteki bu dünyaların formlarını incelemiştik. İncelediklerimizin bazıları kurumuş tohumlar, bazıları ise yaprak ya da dallardı. Kendini tekrar ederek büyüyen fraktal formlara sıkça rastladığımızı hatırlıyorum. En çok da her birinin kendi çapında bir yeni dünya tasarımı gibi göründüğünü düşündüğümü anımsıyorum. Mikro ölçekte topoğrafyalar, yerden yükselen organik formlu anıtsal kütleler, birbirini tekrar eden yüzey dokuları, mekân yaratmaya imkân sağlayabilecek kapalılıklar. Bizim algıladığımız varoluşun ve dünyanın bir alt boyutunda başka dünyalar olduğunu kavramak için çok iyi bir araç olmuştu elektron mikroskobu proje öncesinde. Onların da içinde bizim görebilmek için yeterli araçlarımızın olmadığı kaç alt evren daha var, kim bilir.

2014 yılında İYTE MAM’da elektron mikroskobu ile aldığımız kuru bitki görselleri.

Mikro evrenlere bakmak, insana kendini dev gibi hissettiriyor. Ama gökyüzüne bakınca bulutları, ayı, gezegenleri, güneşi, diğer yıldızları, Samanyolu’nu, keşfedilmeye devam edilen tüm diğer galaksileri ve evrende şu an için gözlemlenebilen en büyük yapılar olan süperkümeleri düşününce, bizim de sürekli genişleyen bu evrende küçücük bir parçadan ibaret olduğumuzu fark ediyoruz. Hem bizim algıladığımızdan çok daha küçük, hem de çok daha büyük gerçeklikler var. Tüm bu ölçekler, aslında kendi arasında ilişkili. Bu bahsettiğim üst-alt ölçek ilişkisi, yıldızların konumları ile ilişkili olarak insanların ruh durumlarının ve kişiliklerinin etkilenmesi gibi astrolojik bir ilişki değil. Daha çok sistemin kopyalanması ve prensiplerin benzer biçimde korunması gibi. Evrensel ölçekte fraktal bir ilişki.

Dünya’nın evrendeki yeri. (Kaynak: Vikipedia)

Ortalama boyutlarda bir insan olarak söyleyebilirim ki, bulutlara bakmanın yarattığı gerçeklik algısını hiçbir şey vermiyor. Ölçek olarak o denli büyük bir objenin üzerimizden geçmesine benzer bir başka deneyim yok. Hem de çok güzeller, su buharının olabileceği en etkileyici formdalar. Büyük tekil parçalardan oluşan kümülüsler, çizgisel formlarıyla açık gökyüzünde birer fırça darbesi gibi duran sirüsler, parça parça üstümüzü kaplayan altokümülüsler, sanki canlılar için bir görsel eğlence kaynağı olarak hep yukarıda duruyor, sürekli bir değişim içerisindeler. Birkaç gün yukarı bakmayı unutsam, ihtiyacını hissediyorum. Dizi veya film izlemek, bulutlara bakmanın verdiği tatmini vermiyor. Bu daha çok üç boyutlu ve gerçek bir deneyim. Konusu olmayan bir film gibi, ama hipnotize ediyor, izledikçe üzerinde yaşadığın dünyanın bir parçası olduğunu daha net hissettiriyor. Şehirlerde, çevremizde insan eli değmemiş doğaya dair kalan sayılı izlerden biri.

Geçtiğimiz senelerde çektiğim bazı bulut fotoğrafları.

Geceleri gökyüzüne bakarken, insanoğlunun uzayda başka canlı arayışına girmesini düşünüyorum. Kendi ortamından ayrılıp başka ortamlara geçmeye çalışıyor. Kendi vücudunun doğal imkanları ile değil, aklı sayesinde ürettiği yardımcı araçlar ile. Hem araştırıyor, varoluşuna bir anlam arıyor, hem de bir başka canlı formuyla, bir uzaylıyla karşılaşmayı umuyor. Eğer uzayda başka yaşam formları varsa, neden dünyaya benzeyen bir gezegen üzerinde aynı bizim dünyamızdaki hayvanlar gibi olmasınlar diye düşünüyorum. Alt ölçeklere bakınca, her şey birbirini tekrar ediyor. Örneğin vücudumuzun içindeki hücreler. Vücudu bir mikro evren olarak düşünürsek, kendi içinde bir düzeni olan hücreler ve maddeler bütünü. Hücre çeşitleri var ve kendilerini tekrar ederek bir bütün oluşturuyorlar. Hücreler dokuları, dokular organları, organlar sistemleri, sistemler de vücudumuzu oluşturuyor. Birbirine belli uzaklıklarda kendini tekrar eden yapılar var. Üst ölçekte, uzayda da benzer yapılar birbirini tekrar ediyor; örneğin galaksiler biçimlerine göre sınıflandırılabiliyor, sarmal, eliptik, çubuklu-sarmal ve düzensiz galaksiler gibi. Her ölçekte karşılaştığımız bu tekrarlar, yüzbinlerce ışık yılı ötede dünya benzeri bir gezegenin üzerinde, o gezegendeki elementlere ve potansiyel hayatın oluşumuna bağlı olarak gelişmiş yaşam formlarının birçoğunun bizim bildiğimiz hayvanlara benzeyebileceği düşüncesini oluşturuyor bende hep. Büyük ihtimalle hiçbir zaman o kadar uzağa seyahat edemeyeceğiz ama; imkânımız olsa, çok uzaklara gidebilsek, karşılaşacağımız uzaylıyı hep bir hayvan gibi hayal ediyorum. Dünyada milyonlarca çeşit hayvan var, biz de onlardan biriyiz. Uzayda karşılaşmayı beklediğimiz canlı, neden bir inekten daha zeki olsun? Daha dünya üzerinde henüz tanımlayamadığımız yüzbinlerce canlı var. Neredeyse hiçbiri ile anlamlı bir ilişki de kuramıyoruz. Hayvanlarla akademik açıdan ilişkimiz, onları incelemek, eğitmek veya üzerlerinde deney yapmak üzerine. Neden hayvanlarla insanların iletişimini arttıracak, bir arada yaşamanın detaylarını inceleyecek çalışmalar yok denecek kadar az? Yeni yeni ortaya konmaya başlanan ve disiplinlerarası bir alan olan Antrozooloji konusundaki çalışmaların artmasının gerekliliğine inanıyorum. Uzaylılardan önce etrafımızdaki hayvanlarla iletişim kurmayı becerebilmemiz gerek.

Hayvanlar. (Kaynak: Evrimağacı)

Dünya üzerindeki canlıların büyük kısmı içgüdüsel olarak çoğalmış, ölmüş; çoğalıyor ve ölmeye devam ediyor. Soyumuzu sürdürmeye çalışıyoruz, devamlılığımızı sağlamaya çalışıyoruz canlı türleri olarak bu dünya üzerinde. Ama biliyoruz ki, daha önce dünya üzerinde var olmuş birçok hayvan türü şu anda yok, soyları tükenmiş. Her şey sürekli bir tekrar ve dönüşüm içerisinde. Ortalama 80 yıl ömrü olan bir canlı olarak, 4.5 milyar yıldan daha uzun ömrü olan dünya ile ilişkimiz, ölçek olarak minicik bir an ile sınırlı. Ama çoğalarak, kendimize benzer canlılar üretip, dünya üzerindeki varoluşumuzu kuşaklar aracılığı ile uzatmaya çalışıyoruz. Burada zamansal olarak da bir ölçekten söz edilebilir. Jeokronolojik olarak ilk insansı primatların bile dünya üzerinde var oluşlarının, dünyanın başlangıcından bu yana geçen zaman ile kıyaslandığında kısacık olduğunu aşağıdaki grafikten okuyabiliyoruz.

Jeolojik zaman cetvelinde Ma, milyon yıl önce anlamında kullanılıyor. (Kaynak: Vikipedia)

Dinozorların dünya üzerinde varlık gösterdikleri zaman dilimiyle kendi soyumuzunkini kıyaslayınca, dünya üzerindeki tarihimizin henüz çok da uzağa dayanmadığını görebiliyoruz. Ama bir yandan da kontrolsüz biçimde çoğalarak ve gezegenimizin kaynaklarını hızla tüketerek dünyaya zarar veriyor olmamız, çok da kalıcı olmayabileceğimiz konusunda bir fikir veriyor. İnsanların dünyayı bir ömür boyunca yürüyerek ve basit aletler kullanarak dolaşması mümkün, ama kendi enerjimizi değil, dünyanın depolu enerjisi olan petrolü kullanarak hareket ettirdiğimiz arabaların, uçakların, trenlerin sayesinde, çok uzun yıllar içinde mümkün olan bir hareket, birkaç saatte gerçekleşebiliyor artık. Bu enerji kullanarak hızlandırdığımız süreç, alışılagelmiş düzeni ölçek olarak da değiştiriyor. Örneğin, dünya üzerinde bir noktada ortaya çıkan virüs kökenli bir hastalık, artık çok daha hızlı ve geniş bir yayılıma sahip oluyor ve hızla pandemiye dönüşebiliyor, çünkü dünyadaki her yer, diğer her yerle her an bağlantılı. Bu yüzden, insanlığa en büyük zararı yine kendi oluşturduğu bu sistem veriyor. Nanometre gibi birimlerle ölçülebilecek minicik boyutları olan virüslerin insanlar üzerindeki etkileri, bana geçenlerde bitirdiğim Love, Death & Robots adlı bir sezonluk kısa dizinin bir bölümünde, dünyanın yönetimini “yoğurt”un ele geçirmesini anımsatıyor. Neden olmasın.

Love, Death & Robots dizisinde dünyanın yönetimini ele geçiren yoğurt.

Etiketler

Bir yanıt yazın