Mimarlık Gibi, Değil Gibi [11]: Bir Üst Ölçek Canlısı Olarak Dünya

Bir çeşit canlının üzerinde yaşadığımızın farkında mıyız? Biz, dünyayız. Daha doğrusu, dünyayı oluşturan milyarlarca parçalardan biriyiz. Dünya olmadan, insanın hiçbir karşılığı yok. Şöyle bir örnekle açıklamak daha anlaşılır hale getirebilir sanırım söylemek istediğimi: İnsan vücudundaki hücreler, mesela alyuvarlar, insan olmadan bir anlam ifade etmiyor. Hücreler, insanın bir parçası. Biz de dünyanın bir parçasıyız. Yalnızca dünyanın üzerinde hareket eden objeler değiliz; canlı bir varlık olan dünyayı oluşturan canlı parçalarıyız. Her ne kadar, insan ölçeğinde ve günlük hayat bağlamında kişiliklerimizden, isteklerimizden, arzularımızdan, alışkanlıklarımızdan ve bireysellikten bahsetsek de, üst ölçekte başka bir canlının, belki de kolektif bir bilincin parçalarıyız.

Canlı ve cansız kavramları da bence çok daha ileri seviyede sorgulanması gereken kavramlar. Tabii ki, günlük hayatımızda kolaylık sağlayacak bir biçimde, kolay anlaşılır tanımlar yapmak ve taşları cansız, insanı canlı olarak tanımlamakta sorun yok. Tanımlar, bazı olguların anlaşılırlığını kolaylaştırmak için varlar. Ama bir basamak sonrasında, zaman kavramını da işin içine sokarak, bazı yapıların çok uzun sürelerde hareket ettiklerini, değiştiklerini ve aslında günlük hayatta cansız olarak algıladığımız varlıkların, çok uzun süreler boyunca gözlemlenmeleri durumunda yaşadıklarını öne sürebiliriz. Dünyanın uzaydan çekilen hızlandırılmış video kayıtları, dünyanın üzerindeki rüzgâr, dalga, bulut, yanardağ ve benzeri hareketlerin, aslında dünya adını verdiğimiz canlının kendi hareketleri olduğunu düşündürüyor bana. Zaman kavramının göreliliği, dünyanın boyutu ile de ilişkili. Bize oranla dev boyutta ve yaşam süresi bizden milyonlarca yıl daha uzun olan bir canlının üzerinde yaşarken, dünya için belki de ‘kısacık bir an’ olarak değerlendirilebilecek bir sürede, bizler tüm hayatımızı geçirmiş oluyoruz. Bize birey olarak ayrılmış tüm süre olan bu kısacık zamanda bir şeyleri anlamaya ve anlamlandırmaya çalışıyoruz. Bu anlama sürecinde bize en yardımcı olan şey ise, önceki nesillerin bilgi birikimleri ve bunu aktarmamıza yarayan dil.

NASA’nın dünya videosu. (Kaynak: https://www.youtube.com/watch?v=zlqjz9OEhk0)

Çevremizde olan biteni anlamak için fizik dediğimiz kurallar bütününü altlık olarak kullanıyoruz. Her gün, bu yapıyı biraz daha iyi araştırıp anladıkça, fizik kurallarına dair altyapımızı da güncelliyoruz. Örneğin Einstein, Newton’un kütle çekim kuramından farklı olarak, üç uzay boyutuna bir de zaman boyutunu ekliyor ve genel görelilik kuramı ile evrene dair bildiklerimizi ciddi anlamda değiştiriyor. Bilimin en güzel yanı dogmatik olmaması; doğru bilinen bir şeyin aslında doğru olmadığı günün birinde anlaşılırsa, güncellenip düzeltilebiliyor. Tabii bu süreç bazen güç sahibi kurum ve kişiler tarafından yavaşlatılabiliyor, Galileo Galilei’nin dünyanın güneş etrafında döndüğünü söylediğinde yargılanması gibi.

Bizim için denizdeki bir dalga hareketi, fizik kuralları ile açıkladığımız bir olgu olsa da, dünya için kendi sıradan hareketlerinden biri sayılabilir. Şöyle açıklamaya çalışayım: Bir devenin üzerinde yaşayan bir pire için, devenin tüm hareketleri en ince detayı ile algılanabilir. Devenin derisinin yüzeyindeki tüm titreşimler pire için birer dalga, devenin her adımı pire için bir deprem sayılabilir. Ama sonuç olarak, tüm bu dalgalar ve depremler, deve açısından bakıldığında kendi doğal hareketleridir. İnsan ve dünya arasındaki ilişkide bu algının oluşmaması ve bir canlıyı oluşturduğumuzu günlük hayatta pek hissetmememizin temel sebebinin, ölçek farkı ve dünya benzeri gezegenlerin algımızın çok dışında bir mesafede bulunması olduğunu düşünüyorum. Eminim alyuvarlar da günlük rutin işlerini hallederlerken, bir insanı oluşturan küçücük bir parça olduklarını akıllarına getirmiyorlardır.

Bir böceğin gözünden. (Kaynak: Pinterest)

Bence dünyanın canlılığını tanımlamaya en çok yaklaşan felsefelerden biri de, yaşam ve ölümü okyanustaki bir dalganın oluşumu ve yok olması ile ilişkilendiren Budizm. The Good Place dizisindeki Chidi karakterinin canlılık ve bu öğreti hakkında söylediklerini doğrudan aktarıyorum:

“Okyanusta bir dalga hayal et. Görebiliyorsun, boyunu ölçebiliyorsun, içinden geçen güneş ışığının kırılma şekline bakıyorsun ve işte orada, bir dalga olduğunu açıkça görebiliyorsun. Sonra kıyıya vuruyor ve yok oluyor. Oysa su hala mevcut. Dalga, suyun farklı bir varoluş şekli, kısa bir süreliğine de olsa. Bir Budist’in ölüm mefhumlarından biri de budur. Dalga okyanusa geri döner. Geldiği yere. Olması gereken yere.”

Bu anlatım, insan hayatı ile gezegenin hareketleri arasında bir analoji kurarak, bizi üzerinde yaşadığımız bu varlık ile düşünsel anlamda bağdaştırıyor.

The Good Place dizisinde Chidi’nin Eleanor’a Budistlerin ölüme bakış açılarını açıkladığı sahne.

Bizden daha önce yaşamış insanların bu konudaki farkındalıklarının bize oranla daha yüksek olduğuna inanıyorum. Bugün dünya ile ilgili tartışmaların çoğu, sürdürülebilirlik ve ekoloji temaları üzerinden yapılıyor. Eski terminolojiye baktığımızda ise Gaia, Tabiat Ana, Toprak Ana, Doğa Ana gibi, gezegene doğurgan bir kişilik atfedildiğini görüyoruz. Bu yaklaşımın, dünyanın bir canlı organizma olduğuna dair bir içgüdüden kaynaklandığına inanıyorum. Yüzyıllar içerisinde bu bakış açısı bir şekilde körelmiş.

Ağaçların, dünya için oksijen üretimi ile ilgili önemli bir işlevi olduğunun farkındayız. İnsanların dünya açısından nasıl bir fonksiyona sahip olduğunu ise henüz çözebilmiş değiliz. İnsan vücudunda alyuvarların dokulara oksijen taşıdığı gibi, insanların da dünyaya bir katkı sağlayan bir işlevi olduğunu ve aslında dünya için yalnızca her yere zarar verip onu öldürmeye çalışan zararlı kanser hücreleri olmadığımızı umuyorum. Parazit gibi yaşıyorsak da, anlamlı bir işleve hizmet ediyorsak da, her halükârda dünya adını verdiğimiz üst canlımızı bizim ve çevremizdeki tüm diğer elemanların oluşturduğu fikrini değiştirmiyor bu dediklerim.

NASA’nın uzaydan çektiği şehir ışıkları.

Atomaltı parçacıkların atomu, atomların molekülleri, moleküllerin element ve bileşikleri oluşturduğu gibi, dünya üzerindeki tüm canlı ve cansız olduğunu varsaydığımız ögelerin birleşerek dünya ekosistemini oluşturduğunu söylemek yanlış olmasa gerek. Dünya, diğer gezegenler, yıldızlar, yıldızlararası madde ve tüm bunların oluşturduğu galaksiler ise bu canlılığı bir üst ölçeğe taşıyan oluşumlar. Ama hem ölçek hem de boyutlar arttıkça, ayrıca zaman kavramı ve görelilik de işin içine girdikçe, bizim tüm bu varoluşun canlılığını algılamamız iyice zorlaşıyor. Teknik imkanlar elverdiğince, hayal gücümüz ile birleştirerek bir sonuca varmaya, anlamaya çalışıyoruz.

Bu yazının, beş ay önce yayımlanan Mimarlık Gibi, Değil Gibi [10]: Evrenlerarası Ölçek (Mikrokozmos / Makrokozmos) adlı yazımın devamı niteliğinde olduğunu söylemeliyim. Tüm bu yazdıklarımın mimarlıkla ne alakası var derseniz; barınma amaçlı tasarım ve inşaat faaliyetlerinin tümünün aslında üzerinde bulunduğumuz dünyayı, yaşamı ve dolayısıyla bizi doğrudan etkilediğini düşünerek yapma konusunda motive edici olduklarına inanıyorum. Ayrıca, yazdıklarımın hiçbirinin ciddi ve kaynak gösterebileceğim bilimsel bir dayanağı bulunmamaktadır. Aslında bu fikirleri toparlayıp bir senaryo haline getirmek isterdim, ama Hollywood’da yapımcı bir tanıdığım yok ne yazık ki. Eğer zaten hali hazırda bu anlattıklarımdan bahseden bir belgesel veya film biliyorsanız, onurcancakir@gmail.com adresinden benimle paylaşırsanız sevinirim, ben de izlemiş olurum.

Etiketler

Bir yanıt yazın