Mimarlık Gibi, Değil Gibi [2]: Elektrik, Su, Beyaz Eşya ve Medeniyet

Bir evde yapısal işlerin haricinde halledilmesi gereken bazı tamamlayıcı iş kalemleri var. Elektrik, su, kanalizasyon, telefon, internet, doğalgaz, vs. bağlatmak gibi. Hele elektrik ve su olmadan oturma ruhsatı bile alamıyorsunuz. Şebekeye bağlanmasanız bile fotovoltaik panellerle bir off-grid elektrik sistemi kurmanız, bir kuyudan su alıyor olmanız, yani bu gereklilikleri bir şekilde hallediyor olmanız gerek. Çünkü onlar olmadan yapı eksik oluyor. Örneğin elinizi yıkayamıyorsunuz. Gece ışıkları açamıyorsunuz. Ev, standart sayılan ihtiyaçlara su ve elektrik olmadan karşılık veremiyor. Bu kadar basit.

Elimizi yıkamanın ve ışıkları açmanın biraz ötesinde, yine “mimarlık gibi, değil gibi” bir konu var: Beyaz eşyalar ve elektrikli ev aletleri. Bu cihazları, daha binayı tasarlarken, proje aşamasından itibaren düşünüyor, mimarlar olarak yapıdaki birçok ölçüyü bu cihazların standart boyutlarına bağlı kalarak ayarlıyor, yerlerini inşaata daha başlamadan belirlemiş oluyoruz. Bu kadar standart ve normal kabul ettiğimiz, hepimizin evinde bulunan bu aletlerin temelinde belli başlı işlevler yatıyor. Çamaşırı ve bulaşığı yıkayıp kirden arındırmak, yiyecekleri soğuk tutup bozulmalarını engellemek, suyu ısıtmak, yemeği pişirmek, giysilerin kırışıklığını gidermek, yerleri süpürüp temiz hale getirmek, vs. Ama tüm bu işlevler yerine getirilirken, kullanıcı ve işlev arasında bulunan bu cihazlar, eylemin özünden kopmamıza, onun mekânsal karşılığını zihnimizde yitirmemize sebep oluyor. Yani çamaşırı yıkamak ve kurutmak için makine olmasa, yıkama sırasında yapılması gereken işlerin sırasına aslında pek de hâkim değiliz. Ya da deterjanın neden deterjan olması gerektiğini ve içeriğinin ne olduğunu pek de sorgulamıyoruz. Teknoloji sıkça işimizi kolaylaştırsa da, gerçekleştirilen eylemin özünden kopuk, bağlamından uzak aktiviteler oluşturuyor bize. Çok alıştığımız medeniyetin büyük kısmı, aslında doğadan ve doğal olandan kopmamıza, yapay kültürlere yönelmemize sebep oluyor. Zeytinyağından yapılan sabundan ve odun külünden, deterjana geçişte bir kopukluk olduğu kesin.


Köydeki komşularım zeytinyağından sabun yaparken.

Beyaz eşyaların ve son yüzyılda ev hayatına dahil olan cihazların işlevlerinin, 20’inci yüzyıldan önce -makineler olmadan- nasıl gerçekleştirildiğinden biraz bahsedeceğim. Ben de bazılarını şehirden gelip köye yerleştikten sonra öğrendim. Örneğin çamaşır makinesi, tam bir farklı işlevler bütünü. Çok sevdiğim komşularım Ülker Teyze ve Yusuf Amca’nın anlattığına göre, eskiden çamaşır yıkamak için köyün yukarısındaki derenin başına giderlermiş. Bir kazanın altına çalı çırpı ve küçük odunlar yığıp yaktıkları ateşte bir yandan suyu kaynatırken, diğer yandan kirlileri keletir dedikleri küfe biçimindeki büyük bir sepetin içine üst üste dizerlermiş. Daha sonra bu giysilerin en üstüne meşe odunu külü serpip, kaynar suyu yavaş yavaş üzerine dökerlermiş. Bu arada meşe odunu külü, tam bir joker eleman. Meşe odununun külünü suyla karıştırıp dinlendirdiğinizde de mutfakta kullanılan bir şeye dönüşüyor; tatlıları çıtır çıtır yapmakta kullanılıyor. Urla’ya ilk taşındığım zamanlarda tanıştığım Giritli bir teyze, mutfağının olmazsa olmazının bu sıvı olduğunu söylemişti. Standart bir ev mutfağını hayal ediyorum. Düşünsenize, ketçap, mayonez ve yanında meşe odunu külü suyu! Her neyse, konuyu çok dağıtmayayım; su, kirli çamaşırların en altındakine ulaşıp sepetin altından akmaya başladığında, kaynar su dökmeyi keserlermiş. Zeytinyağından yapılan -üretimini bizzat görüp bildikleri- sabunla çitiledikleri giysileri derenin akan suyu ile durulayıp, daha sonra kurumaları için çetir olarak adlandırdıkları dikenli bodur çalıların üzerine sererlermiş. Dikenli çalı, hem alttan hava almasını sağlıyor, hem de artık temizlenmiş olan giysilerin toprağa değmesini engellemiş oluyor. Çok işlevsel.


Çamaşır yıkama sırasında oluşan sosyal ortam (Kaynak)

Çamaşır yıkama işinin gerçekleştiği mekân ve doğanın ortasında oluşan o sosyal ortam, makineleşme ile yok olmuş durumda. İşleri kolaylaştırmak ve hızlandırmak adına üretilen bu araç ve kavramların, hayatlarımızda ciddi bir değişikliğe sebep olduğu kesin. Her saniyenin değerli olduğu şehir hayatında çamaşır makinesiz bir hayat düşünülemez artık tabii. Yine de insanlar, eskisinden biraz farklı olmakla beraber bazı paralellikler taşıyan bir sosyal ortam oluşturdular çamaşır konusunda. Çamaşırhanelerde makinenin giysileri yıkamasını beklerken insanların kurdukları diyaloglar, bana eskiden dere kenarında yapılan muhabbetlerin modernize edilmiş hali gibi geliyor. Çamaşırhaneye çamaşır götürmek, ülkemizde çok yaygın bir kullanım değil; bu yüzden biz çok da deneyimleyemedik bu durumu aslında.


Friends dizisinde çamaşırhanede geçen bir sahne.

Kurutulan giysilerin çalı üzerine serilmesinden bahsetmişken, bana çok ilginç gelen diğer bir ev aletinden bahsedeyim. Kuru çalılar, geçmişte (ve aslında günümüzde de) sıklıkla süpürge olarak kullanılıyor. Elektrikli süpürge, tozu çekmesi ile bir yenilik getiriyor olabilir ama bence elektrikli ev aletleri arasında bağlamından en uzaklaşmayanlardan biri o. Sonuçta çalı süpürgesiyle de olsa, elektrikli süpürgeyle de olsa, temizlik yapılacak alanı aynı şekilde dolaşmak gerekiyor. İşin bana ilginç gelen kısmı ise, Serdar Gökhan Şenol’un Urla Yarımadası bitkisel çeşitliliği üzerine verdiği seminerinde bahsettiği bir anısı. Anlattığına göre, arkeolojik bir kazıda bir çömleğin içinden tohumlar çıkmış. Bu yüzden bu tohumların, çömleğin içine konup saklanacak kadar önemli ve sık kullanılıp her sene yetiştirilecek kadar yaygın kullanılan bir bitkiye ait oldukları düşünülmüş. Ancak bu tohumlardan tekrar yetiştirilen bitkinin yenecek bir meyvesi olmadığı gözlemlenince, günlük hayatta her zaman ihtiyacımız olan süpürgenin yapımında kullanılan bir çalı olduğu ve bu yüzden tohumunun alınıp saklanarak, her sene ekildiği anlaşılmış. Bence müthiş bir bilgi! Sonrasında ise tüm Türkiye’de yerel olarak süpürge yapımında kullanılan bitkilerin envanterini çıkardığından bahsetmişti; çok sayıda çeşit varmış. Bizim köyde de yaşayanların portluk olarak adlandırdıkları katırtırnağı bitkisinden süpürge yapılıyor.


Çiçeklerini döküp ince dalları kuruyunca süpürge yapmak için güzel bir çalıya dönüşecek olan katırtırnağı bitkisi (yerel adıyla portluk).

Beyaz eşyalardan bir diğeri, buzdolabı. Eskiden yemekleri bozulmasın diye serin tutmak için sepetlerle kuyulara sarkıtır, suya yakın olacak şekilde aşağıda tutarlarmış. Toprak en iyi ısı yalıtımı sağlayan malzemelerden biri tabii; aynı zamanda yiyecekler kuyunun dibinde olunca tamamen soğukta ve gölgede kalıyor. Bir diğer buzdolabı alternatifi ise tel dolap. Genelde evin en serin odası olan kilerde duran bu dolap, telden geçen hava ile gıdanın bir süre bozulmadan durmasını ve bu sırada tozdan böcekten korunmasını sağlıyor. Kiler, birçok günümüz konutunda artık bulunmayan bir hacim. Aslında yazlık ve kışlık konservelerin, reçellerin, turşuların, peynirlerin; kısacası saklanabilecek tüm yemeklerin bir arada durduğu bir oda, mekânsal ve hissel olarak da eve çok şey katıyor. En azından, o evin gelecekte bir süre yiyeceksiz kalmayacağını gösteriyor, ki bu da içgüdüsel olarak kullanıcıya güven ve tatmin hissi veren bir durum. Bugün bildiğimiz dilden söyleyecek olursak, dolu bir buzdolabının verdiği his gibi.

Geçen ayki yazıda ısıtmaya dair konulardan bahsetmiştim. Evin içinde yanan ateşin verdiği güven duygusundan, ateşi soba ya da şöminede doğrudan görmenin oluşturduğu içgüdüsel mutluluktan. Yazı yayınlandıktan sonra okumaktan keyif aldığım geri dönüşlerden birini paylaşmak istiyorum. Emre Gönlügür, Jeanette Winterson’dan bir alıntı yollamış bana. Winterson diyor ki: “D. H. Lawrence ile aramızda açıkça farklılıklar olsa da, merkezi ısıtmanın bir şekilde ahlak dışı olduğu kuşkusunu paylaşıyorum. Küçük bir kız olduğum günden beri kendi ateşimi kendim yakarım ve umarım ölene kadar da bu böyle devam edecek. Radyatör ile ısınmanın hiçbir konforu yok ve şimdiye kadar kimsenin radyatörün beyaz emaye kaplamasına bakarken rüyalar gördüğüne şahit olmadım.” Daha güzel ifade edilemezdi herhalde.

Isınmak için hazır sobada ya da şöminede ateşi yakmışken, üzerinde yemek pişirmek ve çay demlemek haricinde yapılabilecek şeylerden biri de, kömürden birkaç parça alıp kömürlü ütünün iç haznesine koyarak, kızgın demir ile giysileri düzleştirmek. Açıkçası, bunun bildiğimiz ütüden pek de bir farkı yok aslında. Ütü yapmayı hiçbir şekilde keyifli bulmadığımdan, Winterson’un bahsettiği radyatör-soba karşıtlığını elektrikli-kömürlü ütü için kuramayacağım. Bence her türlü ütü, ütüdür. Bu konuyu daha romantik bir biçimde anlatmanın hiçbir yolu yok. Sadece kömürlü ütülerin biraz daha estetik göründüklerini kabul edebilirim belki.

Isıtma demişken, yerden ısıtma sisteminin geçmişteki karşılığından da bahsetmeden geçmeyeyim. Köylerde iki katlı evlerde, kat yüksekliği düşük olan bir giriş katı görürseniz (ki bizim köyde çoğu eski evin giriş katında tavan yüksekliği iki metreden çok değil) orada keçi, koyun ya da inek gibi küçük ve büyükbaş hayvanların barındığını anlayabilirsiniz. Alt katın hayvan damı, üst katın yaşam alanı olarak kullanıldığı bu evlerde, iki kat arasındaki ahşap döşeme sayesinde, hayvanların vücut ısılarının oluşturduğu sıcaklık, üst katın döşemesini ve dolayısıyla tüm hacmi ısıtıyormuş. Bu birlikte yaşama dair hep aklıma takılan bir soru vardı: Acaba hayvanların kokuları üst kata geçmiyor muydu? Bunun da cevabını öğrendim. Eğer döşeme, rabıtalı bir ahşapla yapılmış ise, parçalar birbirine geçmeli olduğundan, hayvanların kokuları üst kata sızmadan sıcaklıklarından yararlanılabilmekteymiş. Tabii modern yerden ısıtma sistemlerinin canlı bir arayüzü yok; haliyle koku da olmuyor.

Son olarak, eskiden en büyük sosyalleşme aracı olan misafirliklerin yerini almaya başlayan televizyonun ne kadar kanıksandığından bahsetmek istiyorum (kanlı canlı olarak gerçek bir insana olan ihtiyacımız neyse ki devam ediyor). Sekiz senedir televizyon izlemeyen ve evinde TV bulundurmayan biri olarak, bu aletin bu kadar standartlaşmış olmasını yadırgıyorum. Bu cihaz, mimari iç mekân çizimlerinde de var. TV köşesi, sehpası, rafı, vs. gibi kavramlar oluşmuş durumda mobilya sektöründe, sırf bu aleti koymak için. Bu alete dair en garipsediğim durum, sürekli açık durması. Yani aslında tanımlanmış, belli bir işlevi yok. Sanırım ses çıkarsa ve ışık yaysa yetiyor, evde başka birileri varmış hissi yaratıp, yalnızlık hissini sanal olarak yok etmeye çalışıyor. Eğer haber almak ya da film izlemek gibi bir amacı varsa kullanıcının, tüm bu verilere internetten zaten ulaşabiliyor. Bu yüzden temel amacının bunlar olduğunu düşünmüyorum. Eskiden misafirliğe gidip muhabbet ve sosyalleşme, sevilen bir sanatçının konserine gidip müzik dinleme ihtiyacı karşılanırmış. Televizyon yüzünden hem insan ilişkileri sekteye uğruyor hem de her an her yerde fon müziği gürültüsü oluşmuş oluyor. İnsan her konuşmanın, her görüntünün arkasında müzik duymak istemez ki. Haberlerde müzik, belgeselde müzik, magazin programında müzik, filmde müzik, futbolda müzik. Herhangi bir şey çalsın, yeter, ne olduğu zaten önemli değil. Bu durum, müziği de değersizleştiriyor zaten. Eğer sizin de bu konuda benzer düşünceleriniz varsa, http://www.muziksizmekanlar.com adresine göz atabilirsiniz. Yok, “televizyonda ne çalarsa çalsın, hepsi hoşuma gidiyor, gitmese de bu konuda tepki vermek istemiyorum, benim için önemi yok” diyorsanız, bu paragrafı es geçebilirsiniz (bunu paragraf bittikten sonra yazdığım için es geçmek için sanırım artık çok geç).


Mint Kanaviçe’nin (Ilgın Tufan) Müziksiz Mekanlar için ürettiği kanaviçe.

Sonuç olarak, mevcut düzende elektrik ve su olmadan ev, ev olmuyor. Çünkü artık tüm sistem bunun üzerine kurulmuş. Bina; tesisat şaftlarından, duvar ve döşemelerin içindeki boru ve kablolara kadar bir bütün. Le Corbusier’nin de dediği gibi: “Ev, içinde yaşanacak bir makine”. Beyaz eşyalar da yerlerine konmadan bu makinenin çarkları tamamlanmış sayılmıyor. Evet, hayatı hızlandırıcı bir sistem, ama hayatı güzelleştirici mi, o tartışılır.

Etiketler

Bir yanıt yazın