‘Mimarlık Gibi, Değil Gibi’ serisinin altıncı yazısını yazmamın üzerinden tam bir sene geçmiş. Bir yıl üzerine, yedinci yazıyı yazmaya karar verdim. Bunda, tezimi artık vermiş ve doktor olmuş olmamın getirdiği rahatlamanın etkisi büyük sanırım.
Son zamanlarda insanın doğayı ‘yeniden’ keşfine tanıklık ediyoruz. Geçtiğimiz yüzyılda teknolojiyi sonuna kadar kullanarak geçirdiğimiz zaman diliminin üzerine, tüm o teknoloji ile beraber gelen sağlıksızlık ve doğal olmama durumundan arınmaya çalışırken, kendimizi yine eski yöntemleri öğrenirken buluyoruz. Sanki her şeyi ilk defa görüyormuşuz gibi. Neyse ki, insanlığın bu doğadan kopuş süreci çok uzun sürmedi ve modern çağın teknolojisi yokken kullanılan yöntemler tamamen unutulmadan, belgelenip ileride kullanılmak üzere yazılıyor, biriktiriliyor ve arşivleniyor. Endüstriyel olarak seri üretimi yapılan birçok ürünü, bu günlerde yeniden insanların evde kendi imkanları ile üretmeye başladığını görüyorum, bizzat bir kısmını ben bile yapıyorum bunların. Bunun bir sebebi, insanların ev yapımı ürünlerin daha sağlıklı olacağını düşünmesi. Ama bence bir diğer önemli sebebi, bir şeyi ‘kendi’ yapıyor olma gücüne sahip olma hissi ve ortaya çıkan ürünün içinde ne olduğunu tam olarak bilebilmek, sürece hakim olmak. Evinde kullandığı, hatta yediği içtiği ürünün aslından neden oluştuğunu bilme isteği. Markalı ürünlerin içeriğinde yazılanlara bile inanmıyor günümüzde birçok kullanıcı, ki bence bunda haklı sebepleri var. İşte çevremde dikkatimi çeken bu geçmişe dönüş çabasını gözlemlerken, doğa ve doğallığın kökeni üzerine düşünüyordum. İşin biraz fikirsel temeline inmeye çalışırken, toprak ve yerküre ile ilgili bu yazı ortaya çıktı.
Toprak, bence büyülü, mistik bir konsept. Var etme ve yok etme üzerine kurulu. İçine bir şeyler girebiliyor, içinden bir şeyler çıkabiliyor. Kışın yağmur yağıyor, su toprağa giriyor, yok oluyor. Yazın bir bakıyorsun toprağın bir yerinden dışarı kaynak suyu çıkıyor. İçebiliyorsun. İnsanın en temel ihtiyaçlarından biri. Bitkiler, topraktan çıkıyor. Tohum, yıllarca beklese de, toprakla buluşmadan bitkiye dönüşmüyor. Tohumdan oluşan ağacın verdiği meyveyi yiyoruz. Besin kaynaklarımızdan birisi bu. Çekirdeğini toprağa atıyoruz, yeniden çıkıyor. Müthiş bir döngü var. Ağaçların bir kısmı her kış yaprak döküp, her baharda yeniden yeşeriyorlar. Aynı şeyler tekrar tekrar milyonlarca kez oluyor. Canlıların en temel içgüdüsü, bu döngü içerisinde soyunu sürdürebilmek, canlılığı devam ettirmek. Toprak buna altlık oluşturuyor. Toprak bunun yanında öyle ruhani bir konsept ki, ilk insanın topraktan yaratılması konusu, dinlerin temel varoluş problemine getirdiği açıklamaların başında geliyor. Yunan mitolojisine de baktığımızda, yeryüzünü simgeleyen tanrıça Gaia, her şeyin kendisinden meydana geldiği ‘toprak ana’ olarak karşımıza çıkıyor. Toprak ve doğurganlık arasında hep bir bağ olmuş.
İşin yok etme kısmı ise, aslında yer üstünde kullanımda olan maddelerin yeniden depoya dönerek kaynak oluşturma süreci. Doğaya yeniden dahil olma süreci, toprağın içinde gerçekleşiyor. Biz insanlar dahil tüm canlılar, öldükten sonra döngüye dahil oluyor. Toprak içinde bir mezara gömülmek, işin o kısmını doğaya bırakmak gibi bir şey. Mezar taşları, hatırlanmak için yüzeye konuyor. Daha uzun süre hatırlanmak istiyorsanız anıt mezarlar, yüzyıllar boyunca unutulmamak istiyorsanız ise bir piramit yaptırmanız gerekiyor. Gerçi Mısır firavunları, ölümden sonra aynı bedenleri kullanmaya devam edeceklerine inandıkları için toprağa gömülmek yerine mumyalanmayı tercih etmişler. Onların döngüye dahil olmaları daha geç olacak. Aslında toprağın da kendine ait bir hafızası var. Önceki yüzyıllara ait birçok veriyi toprak, bir şekilde içinde bulunduruyor. Hatta birebir saklıyor bile diyebiliriz bazı durumlarda. Örneğin fosiller. Nesli tükenmiş hayvanlar hakkında bize fikir veren, milyonlarca yıl önce dünyada dinozorların yaşadığını bilmemizi sağlayan kaynak, toprağın kendisi. Dünyanın hafızası da toprağın içinde. Hayatımız boyuna dinozorları canlı olarak hiç görmedik, ama bizden önce burada olduklarını biliyoruz. Hep toprağın kaydetme özelliği sayesinde.
Toprağın üst kısmını görüyoruz. Bitkilerin üst kısımlarını. Dağların, tepelerin, denizlerin. Ama aşağıda, bu döngünün asıl işleyişi sağlanıyor. Tüm organik ve inorganik maddelerin deposu gibi toprak. Ağaçların gövdesi, dalları, yaprakları yukarıda görünüyor. Bir o kadar da toprak altında varlar. Kökleri yer altında duruyor. Eğer bir ağaçsanız, sürekli bağlı olmanız gereken bir şey toprak. İlginç bir ilişki. Sürekli hareket halinde olan bir varlık olarak bir insanın veya hayvanın tahayyül etmesi, içselleştirmesi kolay değil.
Toprağın altı ile ilişkimiz çok sınırlı. Bazen maden, su ya da doğalgaz çıkarmak için biraz kazıyoruz; bir de ulaşım için zaman zaman tüneller açtığımız oluyor. Ama gökyüzüne çıktığımız, uzaya gittiğimiz kadar toprağın içine girmiş değiliz. İlkokulda herkese dünyanın katmanları ve derinlerde bir yerde ‘magma’nın olduğunun öğretildiğini hatırlıyorum en son temel bilgi olarak bu konuda.
İnsanlık bu konuda bir noktaya kadar uğraşmış, sonra şartlardan dolayı daha derine gidemeyeceğini fark edip bu işle uğraşmayı bırakmış gibi. Bu konudaki en ciddi girişim, Rusların yerkabuğunu incelemek amacıyla açtığı yaklaşık 12 kilometre derinliğindeki Kola Derin Sondajı. Yerkürenin kabuk kısmının 40 kilometrelik bir kalınlıkta olduğu ve dünyanın yarıçapının da 6371 kilometre olduğu düşünülünce, bu 12 kilometre ile çok da ileri gitmemişiz gibi duruyor. Ama insanların elindeki imkanlar dahilinde yapılabilen en derin sondajlardan biri bu. Oysa aya kadar gitmişiz. 376000 kilometre uzağa. Dünyanın merkezi daha yakınımızda, ama gidemiyoruz, sıcaklıktan ve diğer şartlardan dolayı doğamız el vermiyor. Gerçi gidip de ne yapacağız sanki, oralardakiler bize geliyor zaten zaman zaman yanardağlar aracılığıyla. Yine de, merak işte.
Aya gitmek demişken, gerçi konuyla biraz alakasız olacak ama, geçenlerde bir şey fark ettim. Köyde yaşadığım için, hangi gün dolunay doğacak, ne zaman yeni ay çıkacak diye merak edip internette kendi kendime bakınırken önüme bir ay formu döngüsü çıktı grafik olarak. Çok güzel bir döngüsü var kendi içinde. Sonra merak edip ay takvimi ile güneş takvimleri arasındaki farklara baktım. Ayın döngüsünü mü tarihleri kurgulamak için temel alacağımızı, yoksa güneşin döngüsünü mü; hayatımızın başından beri kullandığımız bir bilgi olduğu için sorgulamıyoruz. Ama ikisi de çok temel doğa olaylarından yola çıkıyor. Kabulleniyoruz. Beni asıl şaşırtan kısım, dünyanın güneş etrafındaki dönüş süresi olan 365 gün 6 saatlik zamanı 1 yıl olarak kabul eden miladi (Gregoryan) takvimin oluşturulması sırasında Temmuz ve Ağustos aylarının hikayeleriydi. Takvimin yeniden düzenlenmesine ön ayak olan Jül Sezar (Julius Caesar), takvimde düzeltmeler yaptıktan sonra yedinci aya kendi adından gelen July (Temmuz) ismini vermiş. Bir sonraki Roma imparatoru Augustus ise, takvimde artık yıllarla ilgili bir düzenleme daha gerçekleştirmiş ve önceki hükümdarın yaptığına benzer biçimde, kendi adını Ağustos ayına vermiş. Komik olan kısım şu: Jül Sezar’ın adından gelen Temmuz ayı 31 gün iken, Ağustos 30 gün olunca, Şubat ayından 1 gün alarak Ağustos’a eklemiş ve Ağustos’u da 31 gün yapmışlar. Roma hükümdarlarının kendi isimlerini verdikleri ayları daha büyük göstermeye çalışmasının, günümüzde bize sıradan gelen, kabullendiğimiz olgular üzerinde büyük etkisi.
Neyse, toprağın altına geri dönelim yine. Kola Derin Sondajı 12 kilometre yer altına inmiş diyordum. O kadar aşağı gitmezsek, insan elinden çıkma şehirler de yapılmış yerin altında. Kapadokya yakınlarında, zeminin jeolojik yapısının da sayesinde Derinkuyu Yeraltı Şehri inşa edilmiş. Şehrin tarihi Asur Kolonileri zamanına kadar uzanıyor. Savunma amaçlı olarak oyularak inşa edilen bu yer altı şehri, yaklaşık 40.000 kişinin yaşayabileceği boyutta bir yer. Toprak diğer canlıları gözettiği gibi, insanı da koruyor. Günümüzde de bu hala böyle. Savaşta bombaların ulaşması en güç yer olarak, sığınakları toprağın altında yapıyoruz. Karıncaların depolama ve korunma alanları toprağın altında. Bu konuda profesyoneller. Tüm bunların yanında, mülk sahibi olmak da aslında temelde toprakla ilişkili. Toprak sahibi olmak diyoruz konuşma dilinde. Gerçi toprak mülkiyeti ile ilgili farklı ülkelerde farklı uygulamalar var, tarih boyunca da bu konuda farklı anlayışlar olmuş. Yine de günümüzde, paranın haricinde en temel somut değerlerden biri hala toprağın kendisi, ve üzerine yaptığımız binalar. Bir de ‘dikili ağacının olması’ gibi güzel bir söz var dilimizde. Bir ağaç dikmiş olmayı, dünyada bir şey sahibi olmayla ve iz bırakmayla eş tutan güzel bir anlayış.
Bu ‘Mimarlık Gibi, Değil Gibi’ yazısının ‘mimarlık gibi’ olan kısmı nerede diyecek olursanız, yapı malzemelerimizin de toprağın içinden geldiğini, yapılarımızı toprağın üzerine yaptığımızı söyleyebilirim. Doğal taş gibi bazı yapı malzemeleri, çıkarıldıktan sonra çok az işlem görerek binalarda kullanılabilecek hale getiriliyor. Mutfak tezgahımızdaki mermer ya da granit bile topraktan çıkıyor. Benzer şekilde, kil şekillendirilip pişirilerek tuğla elde ediliyor, duvarlarımızda kullanıyoruz. Biraz daha fazla işlem yapılarak üretilen malzemelere örnek vermek gerekirse, camın yapımında kum, soda ve kireç kullanılıyor. Cama saydamlığını veren asıl madde olan silisyum, özellikle deniz kumunda önemli miktarda bulunuyor.
Betonun içinde bulunan agrega, kum, çimento ve su da topraktan. Çimento, doğal kalker taşları (kireç taşı; yani kalsiyum karbonat) ile kil karışımının yüksek sıcaklıkta ısıtıldıktan sonra öğütülmesi ile elde ediliyor. Kalker ve kilin doğada bir arada bulunduğu tek ham madde olan marn, genellikle sığ göllerde ve bataklıklarda bulunuyor; Portland çimentosu imalatında kullanılıyor. Tabii çimento; su ile reaksiyona girip, diğer bileşenlerle beraber beton halini aldıktan sonra, yeniden döngüye dahil olması ve toprağa karışacak hale gelmesi çok uzun yıllar alıyor. İnsan kullanımındaki işlevlerini yitirdikten sonra doğaya dönüşü ve toprağa tekrar karışması uzun süren malzemeler, aslında insanların yeryüzüne bıraktığı kalıcı çöpler. Yani, teorik olarak, bir fosil yakıt olan petrol de topraktan çıkıyor. Onun da oluşmasında yüzyıllar önce ölen ve toprak altında kalan canlılar rol oynuyor. Ama birçok işlemden geçirilen ham petrolden plastik üretiliyor ve sonuçta ortaya çıkan ürün, başlangıçta doğadan elde edilen bir ham maddeden yapılmasına rağmen, doğaya geri döndüğünde, gördüğü işlemlerden dolay toprağa yeniden karışamıyor. Cam da aynı şekilde. Doğada çok uzun süre yok olmuyor. İşte insanların toprağın hafızasına ekledikleri büyük bir çöp. Bu yüzden, geri dönüşüm (recycling), yani aynı malzemeyi tekrar tekrar kullanmak ve buna uygun malzemeler seçmek, bu konuda alınabilecek önlemlerden birisi. Zamanla geri dönüşümün yerini ileri dönüşüm (upcycling) anlayışı almaya başlıyor. Geçtiğimiz Mayıs ayında benim de hem dinleyici hem konuşmacı olarak katıldığım, İzmir’de Project Pomace (www.pomace.nl) tarafından düzenlenen bir döngüsel tasarım etkinliği kapsamında bu konular tartışıldı. Keyifli bir etkinlikler serisiydi. Döngüsel tasarıma bu yazıda girmeyeceğim, kendi başına bir yazıyı hak ediyor konu zaten.
Yapı malzemesi olarak doğal taşlardan, kalkerden ve kilden bahsetmişken, genel anlamda diğer kayaçlardan da kısaca bahsetmek iyi olabilir. Üç ana kayaç türü var; magmatik, tortul (sedimanter) ve başkalaşım (metamorfik) kayaçlar. Jeoloji ile ilgilenenler çok daha detaylı bilgi sahibidir ama bu konunun mimaride yapı malzemelerine uzanan bir kısmının olması benim de merakımı arttırdı ve araştırmaya itti. Magmatik kayaçlar, iç püskürük ve dış püskürük olarak kendi içinde ayrılıyor. İç püskürük kayaçlar, magmanın yükselerek yer kabuğunun içinde katılaşması ile oluşan kayalara deniyor. Mimaride sıkça kullandığımız granit, iç püskürük kayaçlara bir örnek. Dış püskürük olanlar ise, magmanın yeryüzüne ulaşıp soğuyarak katılaştığı durumlarda kullanılan adlandırma. Andezit ve bazalt gibi dış püskürük kayaçları işleyerek zemin kaplama işlerinde ve birçok diğer alanda sıkça kullanıyoruz mimarlıkta. Ayrıca, Alaçatı’da cephelerde zorunlu olarak kullanılan, ‘Alaçatı taşı’ olarak da bildiğimiz hafif taş, yine bir dış püskürük olan tüf taşının beyaz olanı. Tortul kayaçlar ise, kendi içinde fiziksel, organik ve kimyasal tortul olarak üçe ayrılıyor. Kil taşı fiziksel tortul için, kireç taşı ise kimyasal tortul için birer örnek. Çoğunlukla doğrudan olmasa da, işlenerek yine yapı malzemesi olarak kullanılıyorlar daha önce bahsettiğim gibi, çimento ya da tuğla gibi malzemelerin yapımında. Alçı taşı da (jips) bir kimyasal tortul kayaç ve alçı, inşaat sektöründe sıkça kullanılan bir malzeme. Organik tortul kayaçlar ise canlı kalıntılarının birikmesi ve milyonlarca yıl toprak altında kalması ile oluşmuş kayaçlar; bir fosil yakıt olan kömür, en bilinenlerinden biri. Son olarak başkalaşım kayaçlara bakacak olursak, bunların yer altındaki fiziksel ve kimyasal şartlar sonucunda değişime uğramış olduklarını söyleyebiliriz. Mesela kalker mermere, granit gnaysa dönüşüyor. Bunların da mimarlık sektöründe ciddi bir kullanım alanı var.
Yazının sonuna doğru toprağın mistik olma durumunu anlatmaktan uzaklaşıp mimarideki yerini anlatmaya giriştim ve konudan biraz saptım, ama bence bu kısım da çokça bilmediğimiz ve aslında ilginç bir parçası mimarlığın. Birçok malzemeyi hazır olarak alıp kullanıyoruz, ama o malzemenin üretiminde ve doğasında nasıl bir süreç var pek bir fikrimiz olmuyor. Arada bu konulara bir göz atmak, işin özünü kavramak için iyi olabiliyor. Bakalım sekizinci ‘Mimarlık Gibi, Değil Gibi’ yazısı için araya bir sene daha girecek mi. Bu sefer tahmin ediyorum o kadar boşluk olmayacak, umarım. Yazıyla ilgili ‘Hayır, o öyle değil, böyle!’ demek istediğiniz kısımlar varsa, benimle yine e-posta adresim üzerinden paylaşabilirsiniz fikirlerinizi.